Önce, iki tane temel tanım: 1) Devlet = Ülkedeki meşru güç odağı. Mafya = Ülkedeki gayrimeşru güç odağı; 2) Bunlar arasındaki sembiyoz (ortakyaşam) ilişkisinin her devirde kullandığı “resmî” gerekçe: Devletin bekasını sağlamak. Genellikle “Bayrak ve Ezan” sloganını kullanarak.
Şimdi başlayabiliriz.
Devlet-mafya ilişkisinin, İttihat-Terakki yönetiminde 1911’den itibaren çok etkili olmaya başlayan Teşkilat-ı Mahsusa’dan önce başladığını iki hafta önce yazmıştım. Fakat bu ikilinin hemhal olması Teşkilat-ı Mahsusa zamanında ve sayesinde gerçekleşiyor. Çünkü bu gizli örgüt 1) Devlete değil, Enver Paşa’nın şahsına bağlı; 2) Mesela İttihat-Terakki’nin katib-i mes’ulü Dr. Bahattin Şakir’in hiçbir devlet görevi yok ama Diyarbakır Valisi Dr. Reşit’le el ele kucak kucağa yürütüyorlar Ermeni Kıyımı’nı.
***
Devlet-mafya ikilisinin bu sembiyotik ilişkisi, 1915 Ermeni Kıyımı’ndan da önce, devletin en zayıfladığı bir durumda oluşuyor: 1912-13 Balkan bozgunu. Yani bu ilişkinin gücü, devletin gücünü yitirmesiyle doğru orantılı olarak artmakta.
Tabii, o zamanlar mafya terimi sadece Amerika’da var; Türkiye’de gayrimeşru güç odakları “çete” olarak anılıyor; Yunanistan’ın Balkanlardaki galibiyetine karşı ülkeyi Rumlardan temizleyip devletin bekasını sağlamak için bu milli çeteler devreye sokuluyor. Bu çeteleri Marmara ve Ege bölgelerinde Galip Hoca (= Celal Bayar) ve Kuşçubaşı Eşref, Karadeniz’de de Giresunlu Topal Osman yönetiyor. Buralardaki yüz binlerce Rum ya içerilere sürülüyor yahut yurt dışına kaçmak zorunda bırakılıyor.
Topal Osman konusunda Ayşe Hür’ün çok önemli yazısını okumanızı önerip geçiyorum çünkü fazla uzun ve “derin” bir konu. Bizi burada ilgilendirdiği kadarıyla (ve günümüze ders olması açısından) özetleyeyim:
Öldürülme tehlikesi altındaki M. Kemal Paşa korunma işini kestirmeden halletmek için, Karadeniz’de Gayrimüslimlere dehşet salmasıyla tanınmış Topal Osman’ı Giresun’dan getirtiyor. Ama başı da büyük belaya giriyor çünkü adam kalkıyor, Paşa’nın TBMM’deki başlıca muhalifi Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’i evine çağırıp boğarak öldürüyor. Sonuç: Teslim olmayı reddedince Paşa tarafından vurdurulan Topal Osman’ın başsız cesedi TBMM’yi yatıştırmak için Ulus Meydanı'nda ayağından asılıyor. Ama 1925’te kendisine Giresun’da bir anıt mezar yapılacak ve Ergenekon davasının en önemli sanıklarından olan, Hrant Dink cinayetinden de iyi tanıdığımız Tuğgeneral Veli Küçük’ün 2001’de yaptırdığı heykeli, bu iş için yıktırılan saat kulesinin yerine 2008’de dikilecek.
Bu olaydan sonra M. Kemal Paşa Çankaya’dan inip İstasyon’daki konuta geçiyor fakat orada da tehlikede. İstanbul’un tahrik ettiği isyanlara karşı başarıyla mücadele eden bir başka milli çetecinin, Çerkez Ethem’in gece vakti usulca odasına girdiği, Paşa’nın elini hemen yastık altına atması üzerine geri çıktığı çok yazılmış çizilmiştir. Tabii, bunun arkası malum: Topal Osman’dan sonra Çerkez Ethem de tasfiye ediliyor.
Ama sembiyoz tabii ki devam ediyor ve artık bizzat devletin mafyalaşması, pardon, çeteleşmesi başlıyor. Kronolojik gidersek:
***
ABD’nin 1952’de İtalya’da “cephe gerisi” direniş örgütü olarak kurdurduğu ve finansmanı CİA tarafından sağlanan Gladio bütün NATO ülkelerine, bu arada da tabii ki Türkiye’ye uygulanıyor. Önce komünizme, sonra da özellikle Kürtlere karşı operasyon yürütecek bu kuruluşun 1953’teki ilk adı çok masum: Seferberlik Tetkik Kurulu. Sonra doğrudan Genelkurmay Başkanlığına bağlı Özel Harp Dairesi adını alan, Kontrgerilla olarak da anılan bu resmî çetenin varlığını Başbakan Bülent Ecevit ancak 1974'te ve tesadüfen öğreniyor. CIA’nın parayı kesmesi üzerine dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'ın gelip örtülü ödenek için para istemesi üzerine.
12 Eylül 1980 darbesi geliyor. İlan edilen sıkıyönetimin sonuçlarından önemli birine varıyoruz burada: Uyuşturucunun doğudan batıya bu sefer cemselerle (askerî araçlarla) taşınmaya başlanması ve dolayısıyla çok daha kolaylaşması olayına. İşte bu, resmen, devletin mafyalaşması. Bi kere başladı mı durmak bilmeyen bir süreç.
Diğer yandan, nasıl mafya “gerektiği zaman” adam kaçırıp işkence yapıyorsa ve öldürüyorsa, devletin organları ve adamları da aynı şeye başlıyor. 1990’larda insanlar ünlü Beyaz Toros’larla kaçırılıyor, gözleri bağlanıyor, ıssız yerlere götürülerek dövülüyor, işkence görüyor, öldürülüyor. “Faili meçhul” denilen bu yüzlerce olayın mazlumlarından bir daha haber alınamıyor. Cumartesi Anneleri böyle doğuyor işte. Bu arada bazı kişiler de tehditle ajan olmaya zorlanıyor.
Günümüzde durum biraz değişik. Kaçırmalar artık doğudan batıya, mesela Ankara’ya kaymış vaziyette, üstelik artık Siyah Transporter’lar ve Ranger’larla yapılmakta. Ama gerisi aynı: İHD verilerine göre 2017-18’de 35 kişi böyle kaçırılıyor ve işlemden geçirildikten sonra farklı yerlere bırakılıyor. 01.01.2015-30.04.2021 arası işkence görüp THİV’e başvuranlar 4.141 kişi ve en çok şikayet de 2019’da.
Medyaya yansıyan durumlarda izahat otomatik: Ya PKK’li terörist yakalanıyor ya da FETÖ’cü. Yani, her şey yine devletin bekası için.
***
Kronolojiyi bozduk, tekrar sıradan devam edelim. İttihat-Terakki’nin yaptığı Ermeni Kıyımı’nı bir asır boyunca inkar etmenin doğurduğu, Türk diplomatlarını 1975-85 arasında katletmeye girişen ASALA’yı ortadan kaldırmak için yine devletin bekası devreye giriyor. Bu amaçla yine mafya (mesela Abdullah Çatlı) devlet tarafından göreve davet ediliyor ve Kasım 1996’da Susurluk patlak veriyor.
Susurluk olayının şu andaki videolar olayından farkı şu ki, bugün bunca rezalete rağmen yapılmayan şey, yani olayın kovuşturulması, o zaman yapılıyor. TBMM’de bir Susurluk Komisyonu kuruluyor ve J. Gn. Kom. Org. Teoman Koman’ı bile sorguluyor. MGK’nin hazırladığı bir raporda da geçmekte olan JİTEM’in adı da (Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele) zaten bu vesileyle duyuluyor ilk defa. 2011’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma açıyor ve JİTEM'in "İçişleri Bakanlığı'nın onayı olmadan ve Genelkurmay'dan görüş alınmadan J. Gn. Kom.’nın kendi inisiyatifiyle kurulmuş olduğu" ifade ediliyor. Dava da açılıyor.
Bikaç gün önce İstinaf’ın beraatlarını bozduğu dava işte bu JİTEM davası. Mehmet Ağar ve diğer sanıklar bundan 2019’da beraat etmişlerdi.
Yazı fazla uzuyor ama gençler özellikle son yarın yüzyılı bilmeli: Devlet tarafından varlığı inkar edilen resmî mafya JİTEM’in maaş bordrosu bile yayınlandı . Devletin içindeki bu çetenin yöneticileri o kadar fütursuzdu ki, bunlardan Yüzbaşı Cem Ersever’in makam kapısında “JİTEM” tabelası asılıydı.
***
Olayın devlet tarafı çok kısa olarak bu şekilde. Bi de mafya tarafı var: Devletin kendisine bu kadar muhtaç olduğunu görünce başlıyor kendisini kullanmaya kalkan devleti kullanmaya. Rüşvet başta olmak üzere her türlü yöntemle ve tabii “devletin bekası” gerekçesini kullanarak.
Ve sonunda işin “şeyi” çıkıyor. Şu andaki, Venezuela’ya test kiti ve maske yardımı yapmak gibi “insancıl” bir niyetle gitme olayında çıktığı gibi. Ki, o tarihte Türkiye’deki vaka sayısı 31.807, Venezuela’daki vaka sayısı 307 (üç yüz yedi).
Bi de işin akçalı tarafına değinelim elimiz değmişken: Kürt (iç politika) ve Ermeni (dış politika) meselelerini demokratik yoldan halletmek yerine üstünü örtmek için harcanan paralar, bu meseleleri halletmek için harcanacak paradan çok fazla. Mesela, ABD’deki lobi şirketlerine ödenen yıllık paralar.
Neden bu böyle? Çünkü devletin bekası ile mafya’nın kârı arasında yıkılmaz bir köprü kuruldu da ondan.
Oysa, Türkiye’nin en büyük iç sorunu olan Kürt meselesini halletmek için yerel yönetimleri bütün Türkiye sathında güçlendirmek yeter. Hatta, bu insanlara Lozan Md. 39/4 ve 5 hükümlerini uygulamak bile kafi.
Türkiye’nin en büyük dış sorunu olan Ermeni meselesinin halli de, “Osmanlı döneminde yapılan kötülüklerde Türkiye Cumhuriyeti’nin sorumluluğu yoktur. Ama bunları şimdiye kadar halkımızla paylaşmadığımız için üzgünüz. O zamanlar zarar görenlerin kanuni mirasçılarına da bu üzüntümüzü simgeleyecek sembolik ödemeler yapacağız” demek olayı bütünüyle bitirir.
Mayfa da en azından Kürt ve Ermeni meselelerinde tasfiye edilmiş olur. Fena mı olur dersiniz?
Not: Yazıyı yazdıktan sonra, Meral Akşener’e Rize’de saldırılması hakkında CB Erdoğan’ın ilginç şeyler söylediğini okudum. Bunların buradaki devlet-mafya ilişkisiyle tabii ki hiçbir ilgisi olamaz. Sadece, özellikle “daha neler olacak neler” demesi açısından önemli bulduğum için not ediyorum:
“Gelin hanıma gayet güzel ders veriliyor. Yine dua et ki gelin hanıma çok ileriye gitmeden ders verdiler. İkizdere yetmedi, Çayeli'ne gittin. Orada da gerekeni yaptılar. Daha neler olacak neler...” .
Baskın Oran
(Agos)