Yeni ‘milli mutabakat’ın kalemşorlarının Hrant Dink davası analizleri

03.04.2021 - 09:51
Alper Görmüş
Haberi paylaş

“Bu utançtan kurtulamazsınız!” diye yazdı iktidarcı olanı. Cinayetten yedi yıl sonra, 2014’te cinayet davasına Cemaate bağlı dönemin yüksek düzeydeki polisleri ve istihbaratçıları da dahil edilince “Hrant Dink’in arkadaşları sessizliğe gömülmüş…"

“Dink cinayetinin ‘FETÖ’ tertibi olduğu, bizzat ‘FETÖ’cü polislerin’ (davanın o dönemdeki) savcı(sı) Yusuf Hakkı Doğan’a verdiği ifadelerle sabit olması da sessizliklerini bozmaya” yetmemiş.

“Dahası, ‘laik-liberal-sol’ çevreleri de ‘sükût suikastlarına’ ortak” etmişler.

“Birkaç gün evvel mahkeme, Dink cinayetinin FETÖ’nün amaçları doğrultusunda işlendiğine hükmetmiş, fakat susmaya devam” etmişler.

Ulusalcı olanı da aynı telden çalıyor, aynı mantıkla hesap soruyordu:

“Hrant Dink’in, FETÖ tarafından bilerek-isteyerek öldürüldüğü tamamen ortaya çıkmasına rağmen, bu liboş çevrelerin bugün hâlâ tek kelime özeleştiri yapmamalarını nasıl değerlendirmek gerekiyor? Bu derin ilişkinin-ittifakın çimentosu nedir? CIA mı?”

Kimse susmamıştı, hepimiz sevinmiştik, ben de Cemaatçi polisler hakkında ortaya çıkan gerçekleri tane tane anlatmıştım

Evet, 2014’ün son aylarında beklenmedik bir gelişme olmuş, Hrant Dink davasının yeni savcısı Yusuf Hakkı Doğan, yedi yıldır bu cinayetin üç beş azmettirici ile bir tetikçinin işi olamayacağını haykıranlara umut veren bir hamle yapmıştı. O kadar da değil; ifadeye çağırdığı dönemin kamu görevlilerinin profili, Dink cinayetinin ‘derin’iyle ‘Cemaat’iyle zamanın devletinin ‘sahibi’ olan bütün kanatların mutabakatıyla gerçekleşmiş bir kötülük olduğuna inananları da umutlandırmıştı.

Aile dahil herkes memnundu gelişmeden. Dink ailesinin avukatlarından Hakan Bakırcıoğlu, o günlerde (Aralık 2014), benim de çalıştığım Al Jazeera Türk’e verdiği söyleşide, kamu görevlilerinin “şüpheli” sıfatıyla ifadelerinin alınmasının “önemli bir gelişme” olduğunu söylemiş, IMC televizyonunda katıldığı bir programda da savcı Yusuf Hakkı Doğan’ın yürüttüğü soruşturmadan memnun olduklarını yinelemişti. Bakırcıoğlu’na göre, savcı doğru sorular soruyordu ve kanaatine göre, bu sürecin sonunda kamu görevlilerini suçlayan bir iddianame yazacaktı. Bakırcıoğlu programda, şâyet bu gerçekleşirse, kamu görevilleri hakkında Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) “Kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi”ni düzenleyen 83. maddesinde belirtilen cezaların istenebileceğini de söylemişti. Bu madde, 20 yıldan 25 yıla kadar hapis cezaları öngörüyordu.

Yedi yıl boyunca ‘mış gibi’ yapılan dava sürecinin yol açtığı yorgunlukla savcı Doğan’ın “doğru sorular”ı yeterince merkez altına alınmıyordu belki ama gelişmeden herkes memnundu, herkes umutluydu.

Fakat savcı “doğru sorular”ını sadece Cemaatçi polis ve istihbaratçılara değil, cinayete yol vermede onlarla aynı sorumluluğu paylaşan ‘mutabakat’ın öbür kanadının temsilcilerine de soruyordu.

Bu sorulara her iki kanattan kamu görevlisinin verdiği cevaplar ikna edici olmaktan çok uzaktı. Ve bu gelişme gösteriyordu ki, Dink cinayetinin önlenememesinin ve hakikati ortaya çıkarma çabasında yıllar boyunca tetikçilerin ötesine geçilememesinin nedeni, cinayeti önlemek ve sorumlularını ortaya çıkarmakla görevli devlet memurlarının böyle bir meselelerinin, kaygılarının olmamasıydı.

2014 Aralığında ben, savcının ‘doğru sorular’ından yola çıkarak Al Jazeera Türk’te bir dizi yazı kaleme aldım. Bu okumakta olduğunuzu izleyecek iki (belki üç) yazıda savcının hangi sorularına hangi cevapların verildiğini hatırlatacağım. Sonra, yetersiz cevap sahiplerinin bir bölümü müebbet yerken öbür bölümünün nasıl paçayı sıyırdığını göstereceğim ve işte bu nedenle sevinemedik, sevinemedim diyeceğim.

Parantez: İktidarcı olanın bu yazıları görmeden bana (da) yönelttiği ‘utanmazlar’ suçlaması

Dink davasının sonuçlanmasından sonra “Bu utançtan kurtulamazsınız” yazısı yazan iktidarcı yazar, benzer bir suçlamayı Savcı Doğan’ın yürüttüğü kamu görevlileri soruşturması sürerken o günlerde de dile getirmişti.

Başlığı “Susmakla kurtulamazsınız” olan yazısı (Yeni Şafak, 23 Haziran 2015), suçlamalara Cemaatçi polislerin adı karışınca bazılarının nasıl suspus olduğuna dairdi. Beni de “piyasadan çekilmekle” suçluyordu.

Kendisine, yukarıda sözünü ettiğim, yarın ve öbür gün ayrıntılarını paylaşacağım yazılarımı gönderdim. Sonraki yazısında bir yarı özür mahiyetindeki şu satırları okuduk:

“’Susmakla kurtulamazsınız’ başlıklı yazım üzerine Hrant Dink ödüllü Alper Görmüş aradı, susmadığını söyledi.

“Kanıt olarak da Al Jazeera Türk’te yayımladığı (üçü 2014’ün Aralık’ında diğeri Mart 2015’te olmak üzere) 4 yazısının linkini gönderdi.

“Söz konusu yazılarda, Hrant Dink cinayetinde ‘Cemaatçi polislerin’ de yer aldığını bizzat ‘Cemaatçi polislerin’ savcı Yusuf Hakkı Doğan’a verdiği ifadelere dayanarak ortaya koyuyordu.

“Susmadığına sevindim. Zaten ona da yakışan buydu.”

Parantezi kapatıyorum.

Cinayet gecesi: Hepsi oradaydı

Dizinin bu ilk yazısını cinayet gecesi sahnelerinden birini anlatıp kapatıyorum. Sırf bu bile Hrant Dink cinayetinin ‘derin’iyle, ‘Cemaat’iyle bir ‘milli mutabakat’ cinayeti olduğunu göstermeye yeter.

(Dediğim gibi yarından itibaren de cinayet gecesinden sonrasına odaklanacağım).

Cinayet gecesi sahnesi: Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, Dink’in katledildiği 19 Ocak (2007) günü İstanbul İstihbarat Müdürü Ahmet İlhan Güler ile beraber yurtdışındaydı. Cinayeti öğrenir öğrenmez döndüler ve o gece bazı bakanların da katıldığı bir toplantı yaptılar. Elde delil olarak sadece sonradan katil olduğu kesinlik kazanacak cinayet zanlısı Ogün Samast’ın flu bir fotoğrafı vardı. Bunu basına dağıtıp yardım ummayı düşünmekten başka bir şey gelmiyordu Cerrah’ın elinden… O çaresizlikle, İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’e döndü. Gerisini Cerrah’ın savcı Yusuf Hakkı Doğan’a verdiği ifadeden izleyelim:

“Bakanlarımız bana cinayetle ilgili son gelişmeleri sordular. Ben de kendilerine elimizde bir fotoğrafın olduğunu, bu fotoğrafı basına vermek istediğimi, bu şekilde kişinin tespit edilebileceği yönünde görüşlerimi belirttim. Hatta o sırada İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek orada olduğu için ‘bu konuda sizde herhangi bir bilgi, belge, gelişme var mı’ diye sordum. Ramazan Akyürek ‘yok’ dedi.”

Sonrası biliniyor: Cinayetten bir yıl önce, Ramazan Akyürek’in emniyet müdürü olduğu Trabzon’da hazırlanan ve Hrant Dink’i kimin nasıl öldüreceğini kayda alan Meşhur F4 raporunda adları geçen bütün şüpheli isimler (Ogün Samast, Yasin Hayal vb) birkaç gün içinde yakalanıp sorguya alındılar. Fakat sorgu sürerken bile Ramazan Akyürek bu kişilerle ilgili İstanbul’a hiçbir bilgi vermemişti….

Cinayet gecesi tanıklığındaki asıl kan dondurucu bölümün Ramazan Akyürek bölümü olduğu muhakkak… Fakat ortada başka bir soru daha yok mu? Başta sorduğumuz soruyu, bu defa cinayet gecesi toplantısına katılan devlet kadrosunu isim isim sayarak yineleyelim:

İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, İstanbul Başsavcısı Aykut Cengiz Engin, MİT Bölge Başkanı, İstanbul Alay Komutanı, İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, Terör Daire Başkanı Selim Akyıldız, İstanbul Valisi Muammer Güler ve İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, hakikati birkaç gün sonra “hayretler içinde” öğrendikten sonra ne yaptılar? Başka türlü söylersek: Emniyet istihbaratının en tepesindeki ismin (evet, Ramazan Akyürek cinayet işlendiğinde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Başkanı’dır artık), cinayetin sorumlularının ve faillerinin ortaya çıkmaması için hükümetten bilgi gizlediğini öğrendikten sonra ne yaptılar?

Bu kişilerin, bu kadar “ağır” bir bilgiyi yıllar boyunca kendilerine saklamaları olacak bir şey midir? Bunu neden yaptılar ve bu suç değil midir?

Lütfen bir daha düşünün: Bütün bu yüksek zevat, cinayetten sadece birkaç gün sonra, ülkenin en yüksek rütbeli istihbaratçısının cinayetten bir yıl önce hazırlanan raporu bildiğini öğreniyor. O kadar da değil: Bildiği halde, üstelik cinayet de gerçekleşmişken hâlâ ‘devlet’ten gizlediğini…

Ve bütün bu insanlar yedi yıl boyunca sustuktan sonra, ancak zora düşünce, pabuç pahalı hale gelince gerçeği itiraf ediyorlar.

Tablo böyleyken, bize dönüp “yargı FETÖ cinayeti dedi işte, neden susuyorsunuz, neden sevinmiyorsunuz” diye hesap soruyorlar.

Sevinemiyoruz, çünkü bizim derdimizle sizin derdiniz arasında dağlar kadar fark var.

Bültene kayıt ol