İktidar medyasını eleştirmek: Tadı zaten kaçmıştı, artık anlamsız

16.10.2018 - 08:32
Alper Görmüş
Haberi paylaş

Acaba Rahip Brunson hadisesi, iktidar medyasının ‘casus’ ve ‘ajan’ avcılığı mesaisini idrak ederken uğradığı kaçıncı zillet?

Hikâyelerin tamamı, polisin, savcının ve nihayet siyasi iktidarın birtakım yabancı uyruklu kişileri ‘casus’ ya da ‘ajan’ olarak suçlamasıyla başlıyor. Ardından, bunları haberleştirmek üzere iktidar medyası devreye giriyor.

Bu suçlamaların haber değeri olduğu hususu tartışma götürmez. Dolayısıyla, bunları, kendisinin gerçeği arama ve halkı enforme etme görevi ile halkın bilgi edinme hakkı temelinde nötr bir dille aktaran bir gazeteciliğe kimsenin bir diyeceği olmaz ve buradan herhangi bir gazetecilik zilleti çıkmaz.

Fakat böyle olmuyor. İktidar basını (birkaç istisna olmasa sadece ‘basın’ demek de mümkün ama), polisten, savcılıklardan sızdırdıkları dosya içeriklerini, daha olay mahkeme aşamasına bile gelmeden ‘hakikat’ kılığında tepemizden boca ediyorlar.

Normal bir ülkede soruşturma aşamasında o haberler ancak ‘iddia’ tonunda haberleştirilir. Fakat Türkiye’de iktidar basınına bu yetmiyor; polisin ve savcıların dilini de aşan abartılmış ifadelerle, adı üstünde ‘şüpheli’lere suçu sabitleşmiş ‘ajan’ ve ‘casus’ muamelesi yapıyorlar; bu kişilerin isimlerinin önüne bu sıfatları serâzâd yerleştirebiliyorlar.

‘Casuslukla suçlanan Brunson’ demiyorlar mesela, ‘casus Brunson’ diyorlar...

Mesela İstanbul Büyükada’daki bir otelde meslek içi sorunları görüşmek üzere toplantı yapan insan hakları savunucularıyla ilgili haberlerini şu türden başlıklarla verebiliyorlar (ki hepsi hâkim karşısına çıktıkları ilk duruşmada tahliye edilmişler ve aralarındaki yabancı uyruklular ülkelerine dönmüşlerdi):

“Casusluğa bu defa af yok...”, “Büyükada’da İngiliz parmağı...”, “Büyükada casuslarına Amerika desteği...”, “Casuslara Alman çipi...” Büyükada’dan FETÖ ve PKK çıktı... 6 casus cezaevinde...”,

Sonraki benzer hikâyelerde durum hiç değişmedi: “Alman ajan gazeteci Deniz Yücel” hadisesinde de öyle oldu, “Gazeteci kılıklı Fransız ajan Loup Bureau” hadisesinde de...

Hikâyelerin devamı şöyle geliyor: Bu ‘casus’ ve ‘ajan’lar mahkemeler tarafından tahliye ediliyorlar ve hepsi de ellerini kollarını sallaya sallaya ülkelerine dönüyorlar.

Zillet aşaması

İşte bu son aşamada iktidar basını tam bir zillet hali sergiliyor: Sanki birilerini kesin bir dille ‘casus’ ya da ‘ajan’ ilan etmemişler gibi ‘bağımsız Türk yargısı’nın kararını saygıyla karşılıyorlar ve tamamına ermemiş bir tatminsizlikle sessizliğe gömülüyorlar.

Bu kadar tecrübeden sonra hiç değilse ‘yabancı’larla uğraşmamayı öğrenseler (çünkü onları koruyanlar var, sonunda hepsi yakayı sıyırıyor ve bizim gazetecilerin tatmini yarım kalıyor)... Onun yerine habasetlerini ‘yerli hain’ler üzerinden tatmin etme yoluna gitseler (çünkü onları koruyanlar olmadığı için daha kesin bir habaset tatmini mümkün).

Ne var ki bunu dahi öğrenmeleri ve uygulamaları mümkün değil... Çünkü iktidarla aralarında hiçbir mesafe kalmamış durumda ve oradan gelecek yeni bir işaretle, sonunun yine hüsran olacağını hissetseler bile yeni bir ajan-casus haberi peydahlamaları işten bile değil.

O gece aHaber ve 24TV

Brunson davasının sona ermesinden birkaç saat sonra...

Rahip Brunson’a yönelik casusluk suçlamasının düşürülmesi sayesinde mümkün olan şey olmuş, Amerikalı rahip yurtdışına gitmek üzere İzmir Adnan Menderes Havalimanı’na doğru ilerliyordu...

O dakikalarda aHaber ve TV24’te davanın yorumlandığı iki tartışma programı vardı... Merak ettim, aylar boyunca ‘Casus Brunson’ haberciliği yapan bu iki kanalda nevzuhur durum acaba nasıl tevil edilecekti?

İzlediklerim her şeyden önce şunu gösteriyordu: Konuşmacılar, sözleriyle kendilerini dinleyenlerin zekâlarına hakaret ettiklerinin ya farkında değillerdi ya da onların bu hakareti hak ettiklerini düşünüyorlardı... O kadar pervasızlardı ki, bırakın kendilerinin aylar boyunca yürüttükleri ‘Casus Brunson’ haberciliğini, sanığın yargıda casuslukla suçlandığını ve bu nedenle 20 yıl hapsinin istendiğini dahi unutmuş görünüyorlardı (talep edilen toplam ceza 35 yıldı).

aHaber’de tanınmış bir avukat, sanığa verilen 3 yıl 1 ay 15 gün cezanın neden makul, normal ve adil olduğunu anlatıyordu: Çünkü sanık “Terör örgütüne üye olmamakla birlikte terör örgütüne yardım” suçlamasıyla cezaya çarptırılmıştı ve işte onun cezası da bu kadardı.

Sunucu, avukatın tespitinin üzerine atlamakta gecikmedi:

-Yani sanığın adı Brunson olmasaydı, Ahmet, Mehmet olsaydı yine aynı cezayı mı alacaktı?

-Evet, aynı cezayı alacaktı.

Sanki mesele o ceza maddesinin karşılığının 3 yıl olup olmadığıydı... Sunucu ve avukat, orada görevlerinin insanların kafalarındaki soruları dağıtmak değil de o sorulara cevap vermek olduğuna inansalardı, cevabını arayacakları soru belliydi: Ülkenin cumhurbaşkanının da katıldığı onca gürültüden sonra casusluk suçlaması üç-beş dakika içinde nasıl buharlaşıvermişti?

Bu temel entrika (yani Brunson sanki casuslukla suçlanmamış gibi yapmak) TV24’teki programın da temel entrikasıydı.

Orada da programın sunucusu, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 3 yıl ceza vereceği bir sanığı iki yıl içerde tutmuş, daha ne?” diyordu.

Programın uzun yıllar Avrupa’da yaşamış bir katılmıcısı, sunucuya bu noktada hak vermekle yetinmeyip ekledi: “Fransa’da, İsviçre’de olsaydı bu baskı karşısında iki yıl asla direnilemezdi...”

Casusluk suçlaması nedeniyle Brunson hakkında istenen 20 yıl cezadan bu kanalda da söz eden olmadı.

Her iki kanalın ortak temalarından biri de şuydu: Ne olacaktı yani, ajanların, casusların turşusunu mu kuracaktık, alsın Trump kursundu Brunson’ın turşusunu.

(Bu arada programın ‘turşu’ söylemine katılan sunucusu kendi kendini ayıplıyor: “Şimdi ben bunları söylüyorum ama, sunucu yorum yapar mıymış diyecekler, o nedenle susuyorum.”)

Tahmin ettiğiniz gibi susmadı, her fırsatta içini döktü. (Programın adı ‘Unutma’ idi, ben bu programı hakikaten hiç unutmayacağım.)

Bana yöneltilen haklı bir eleştiri

Twitter’da gördüm, gazeteci Cihat Arpacık, davadan birkaç gün önce Serbestiyet’te yayımlanan “Brunson davası: İktidar basını yeni zillete hazır mı?” başlıklı yazımla ilgili şu tweet’i paylaştı takipçileriyle:

“Alper Görmüş bir durumun farkında değil. Ya da farkındaysa bile gözardı etmeyi tercih ediyor. Bahsettiği ‘gazeteciler,’ her manevralarından sonra kendilerine yöneltilen tepkilerden hastalıklı bir haz alıyor, keyifleniyorlar. Tepki göstermenin de anlamı kalmıyor.”

Ben bu eleştiriyi haklı ve yerinde görüyorum.

Bundan beş yıl kadar önce, iktidar basınını eleştirmenin tadının kalmadığı tespitini yapmıştım. Oysa mesela vesayet döneminin en etkili gazetesi Hürriyet’i eleştirmek öyle değildi. Gerekçem de şöyleydi:

“Hürriyet, gazetecilik ihlallerini, öbür gazetelerde rastlanmayan bir incelikle, okurların onları kolay kolay fark edemeyecekleri bir dil ve kurguyla yapıyor. İşte o nedenle Hürriyet eleştirisi, başka herhangi bir gazetenin eleştirisinden çok daha zevkli, çok daha tatmin edici. (...) Onları (iktidar basınını) eleştirmenin (ise) hiçbir tadı yok. Çünkü onların tavrında çabayla açığa çıkartılacak, deşifre edilecek bir şey yok! Her şeyi çok açık yapıyorlar!”

(http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/alper-gormus/578067.aspx)

Uzun versiyon için yukarıda linkini verdiğim yazının üzerinden geçen yaklaşık beş yıl içinde iktidar basını kendi rekorlarını kıra kıra sonunda iktidarın organik bir parçası, bir propaganda aleti durumuna geldi.

O zamanlar iktidar medyasını eleştirmenin tadı kalmamıştı. Bugün ise, Cihat Arpacık tamamen haklı, artık bu eleştirinin hakikaten hiçbir anlamı yok ve ben de bundan sonra bu anlamsızlığın bir parçası olmayacağım.

Alper Görmüş

[email protected]

(Serbestiyet)

Bültene kayıt ol