“Meydan Larousse’ta homoseksüel kelimesini bulmuştum. İşte eşcinselliğin hastalık olduğunu söylüyordu. Böyle şey, siyah Meydan Larousse… On dört ciltti. Ben o homoseksüel kelimesini bulduğumda inanılmaz rahatlamıştım kendi adıma. Çünkü beni tarifleyen bir şey vardı. Hani hastalık diyor, şu diyor, bu diyor ama… Böyle bir iki paragraflık bir şey. Ha, ben buyum diyordum.”
Bu cümleler 2019’da yayınladığımız sözlü tarih çalışması “Patikalar: Resmî Tarihe Çentik” kitabından. Umut Güner, 80’lerdeki çocukluğunu anlatıyor. Babasının tutuklanması, işkence ve polis baskısından geçtiği ilk yerin bir ansiklopedi okumak olması ilginç değil mi?
Görüşmeyi yaparken ilginç gelmişti. Ama sonradan düşününce, eşyanın doğası olduğunu fark ettim. Çünkü ufacık bir çocukken içine düştüğünüz yalnızlık kuyusunun bir cezaevinden, aileniz ve tüm çevrenizin polis ve gardiyanlardan pek farkı yok. Farkında olmasanız bile hafıza, neyi, nasıl, hangi sırayla hatırladığınız ele veriyor çıplak gerçeği, LGBTİ+’ların yüzyıllık yalnızlığını.
Yalnızlık deyip geçmemek lazım. Yalnızlık, yanı sıra yabancılığı getiriyor. Tıpkı, hayatı tefrika tefrika gazetelerde basılan Kenan Çinili’nin yabancılığı gibi. Serdar Soydan’ın titiz arşivciliği ile bizlere ulaştırdığı Kenan Çinili’nin “bilinen” hikayesi, 1935 yılında, İstanbul Üçüncü Asliye Mahkemesi’nde görülmeye başlanan bir tehdit davasıyla başlıyor. Ulusal basın hikayeye hemen atlıyor ve Kenan hakkında “Erkek elbiseli kız”, “Erkek kılığında gezen genç kız”, “Erkek-Kız”, “Erkekleşen Kız” ve “Bayan-Bay” diye yazmaya başlıyor büyük bir iştahla.
Kenan, o dönemde hakkında yazılan tek trans erkek değil. Gazetelerin doldurma haberlerinde başka isimlere, başka hikayelere de rastlıyoruz. Hepsinin ortak noktasıysa ne kadar “tuhaf” oldukları. Türkiye Cumhuriyeti’nin LGBTİ+’larla imtihanı tam da bu tuhaflıkla başlıyor.
Bu tuhaflık, ilerleyen yıllarda basının ilgisini çeken hippilik ve onların “homoseksüelliği” ile perçinleniyor. Bu coğrafyada doğan, dönem itibariyle küresel gelişmelerden haberdar olma imkanı bile olmayan insanların; şimdilerde “Netflix’ten özendiler”, “Batıdan görüp böyle oldular” argümanlarına benzer argümanlarla yabancılaştırılması şaşırtıcı değil mi?
Bir yandan da şaşırtıcı değil. Çünkü ayrımcılık, tutarlı bir ideolojiden ziyade girdiği kabın şeklini alan, onu işgal eden, zehirleyen bir olgu. Bu zehir öyle güçlü ki, beş benzemezi bir araya getirebiliyor.
Benzemezlerin bir araya gelmesi deyince ilk haberimi hatırlıyorum. Öğrenciyken haberciliği öğrenmek için gönüllü olarak başladım ben mesleğe. Daha doğrusu, bir LGBTİ+ aktivisti olarak tanık olduklarımı gazetelerde okuyamayınca iş başa düştü dedim. O yıl, İstanbul’un merkeze uzak bir ilçesi olan Avcılar’da yaşayan trans kadınlara büyük bir linç kampanyası örgütlenmeye başlamıştı. Televizyon kanallarında “mahalle sakinleri” konuşuyor, “Mahallemizde travesti istemeyiz” diyorlardı. Eş zamanlı olarak ahlak masasından polisler trans kadınların evlerini basıyordu. Bir gün, “mahalle sakinlerinin” trans kadınların yaşadığı apartmanın girişinde toplandığını, ateş yaktıklarını, kadınların evden dışarı çıkmasına izin verilmediğini duyduk. Apar topar yola koyulduk. Haberci olarak gitmemiştim ama orada gördüğüm manzara, beni ilk haberimi yazmaya itti.
Gerçekten de ateş yakılmıştı ve birileri toplanmıştı. Ama beni şok eden, toplananların kimler olduğuydu. Bir tarafta, dinsel kıyafetler giymiş bir adamın çevresinde bir öbek insan vardı. Dinsel kıyafetli adam, “Bunlar günahkar” dedikçe grup esrik bir hezeyanla kendinden geçiyordu. Onun hemen yanında askeri bir cipin üzerinde, emekli albay olduğunu söyleyen başka bir adam kendi kitlesine sesleniyordu, “Mustafa Kemal’in ülkesinde travestilere yer yok, teröristlerle savaştığımız gibi travestilerle de savaşırız” dedikçe o kitle de hezeyana kapılıyordu. Dönem itibariyle bir araya gelmesi pek mümkün olmayan iki siyasi-sosyal grup, linç ortaklığında buluşmuştu. Az ileride orta yaşlı kadınlar çekirdek çitleyerek yaşananları izliyor, linç grubunun son halkası olan mahalle delikanlıları da poz kesiyordu. Linç için bir araya gelmiş beş benzemez, hilal şeklinde dizilip trans kadınların evlerini çembere aladursun; polis uzak bir mesafeden olayları izlemekle yetiniyordu. Daha fenası olamaz derken birileri baklava getirdi. Hep beraber baklava yediler. Polise de ikram ettiler.
Gazeteciler mi? Onlar henüz olay yerinde yoktu. Birkaç kameraya takıldı sadece gözüm. Çekiyorlardı ve yayınlayacaklardı. Ama hiçbiri trans kadınlara soru sormak, onlarla görüşmek niyetinde değildi. Birer birer linç için oraya toplananlara soru sorup, dediklerini kaydediyorlardı.
İngilizce konuşup, sanki o apartmanda yaşayan birinin turist misafiriymiş gibi yaparak kalabalıktan sıyrılıp kadınların yaşadığı eve girdim. Bir kısmını tanıdığım, bir kısmıyla orada tanıştığım kadınlar, endişe içinde “Kimse bizim ne yaşadığımızı bilmiyor. Kimse bizi çekmiyor” dediklerinde; “Ben yazarım” derken buldum kendimi. Kameram, fotoğraf makinem, akıllı telefonum, ses kayıt cihazım yoktu. Ama o gece yanlarında kalıp, anlattıklarını not alarak ilk haberimi yazdım ve tanıdığım bir haber sitesine yolladım. Böylece de meslek hayatım başlamış oldu.
Bir yandan da hâlâ o geceye dönüp duruyorum zihnimde. Bu birlikteliği sağlayan neydi? Seneler sonra Büyük Aile Buluşması adı altında LGBTİ+ derneklerinin kapatılması için sokağa dökülecek kesimleri anlamak için biraz deşmek gerekiyor burayı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin LGBTİ+ realitesiyle imtihanı uzunca süre görmezden gelmek gibi dursa da; en görmezden geldiği dönemlerde bile ilmek ilmek sansürü örgütlediğini biliyoruz. 1980 darbesinden sonra getirilen sahne yasakları, özellikle trans kadınlara ama aslında icat edilen bir kategori olarak “homoseksüel” torbasına sokabildikleri herkese dönük işkenceler bunun ispatı. Öyle ki, işkence edilen, saçları zorla kesilen bir trans kadının fotoğrafları “Remziye’ydi, Remzi oldu” manşetiyle çarşaf çarşaf yayınlanabiliyor.
Devletin devekuşu siyaseti diyebileceğimiz, “ben görmezsem ve yeteri kadar döversem yok olurlar” tavrı yetmediğinde ise savaş siyaseti başlıyor. Yüz yıllık cumhuriyetin son on yılında bu siyasetin dört hat üzerinden inşa edildiğini görüyoruz.
Bu hatların ilki, LGBTİ+’ların aileyi yıkmak üzere bir araya geldiği gizli bir örgüt ve lobi olduğuna dönük paranoya yaratmak. Türkiye’deki LGBTİ+ hareketinin henüz evlilik eşitliğine dair bir talebi yokken, hatta hareket içerisinde evlilik hakkı ile evlilik kurumunu güçlendirmek yerine Küba’daki gibi bir yasayı tercih edecek azımsanmayacak bir kitle varken; yapay bir gündem oluşturuluyor. İbrahim Kalın’ın çok sevdiği tabirle aslında iktidar bir algı operasyonu ile dezenformasyon yayıyor. Bu dezenformasyon da iki yönlü. İlki az önce bahsettiğim hat, ikincisi ise LGBTİ+’lara hakları verilince ailenin yıkılacağı paranoyası. Evlilik eşitliğinin sağlandığı hiçbir ülkede aile yıkılmayıp aksine (bana kalırsa gereksiz bir şekilde) güçlenmişken; bu siyaset paranoya yaratmak dışında bir meseleye hizmet etmiyor.
İkinci hat ise, küresel sağın LGBTİ+ düşmanı siyasetine eklemlenerek Avrupa Birliği ile ilişkilerde mülteci anlaşması ile güçlendirdiği elini daha da güçlendirmek. AKP’nin Türkiye’yi eklemlediği küresel hatta kimler yok ki? Rusya’nın “gey propaganda yasağı”, Polonya’nın “LGBT’siz bölge” uygulamaları, Macaristan’ın “toplumsal cinsiyet karşıtlığı ve aile değerleri” siyaseti, Azerbaycan’ın toplu gözaltı ve tutuklama uygulamaları, Suudi Arabistan ve Katar’ın imha siyaseti, İran’ın idam cezaları, İtalya’da başa geçen faşist iktidarın aileci politikaları, ABD sağının emperyalist devlet ve aile değerleri üzerinden LGBTİ+ düşmanlığı, Avrupa’da yükselişe geçen Neo-Nazi örgütlenmeler…
Bütün bu aktörler içerisinde son dönemde en öne çıkanı Rusya hattı üzerinden AKP ile ittifak halindeki Avrasyacı cenahın Turancı hayalleri. Azerbaycan’a verilen vekaletle Ermenistan’a karşı yürütülen savaşın ekonomik amacı doğalgaz bağlantısı; politik bağlantısı ise Enver Paşa’dan beri kurulan Turan düşü. Toprakları birbirine bağlayan harç olarak ise belli ki LGBTİ+ düşmanlığını kullanma niyetinde AKP ve onun devlet ortağı Avrasyacılar. Yoksa ne işi olur Vatan Partisi’nin İsmailağacılarla ortak nefret mitinginde, değil mi? Bir yandan gazete sayfalarında ideolojik savaş, diğer yandan seri yasaklarla pratik savaş, yasakların eylemlerden salon etkinliklerine uzanması, gökkuşağı ve LGBTİ+ hareketinin herhangi bir sembolünün ışık hızıyla sansürlenmesi, İslamcı cenah için “bunlar din düşmanı”, ulusalcı-milliyetçi cenah için “Batı emperyalizminin oyunu, bunlar hep foncu”, muhafazakar toplam içinse “ailemiz elden gidiyor” paranoyaları ile örülen bu savaşın son merhalesi devlet destekli nefret mitingleri oldu.
Üçüncü hat ise, LGBTİ+’ları düşmanlaştırarak muhalefeti kendisi kadar olmasa da kendisine yakın bir sağ çizgiye sabitlemek; kendi sahasında savaşmak. Böylece bir seçim daha almanın ötesinde, toplum mühendisliği yoluyla daha sağcı bir halk yaratmak ve devletin halk üzerindeki baskısını sürdürülebilir kılmak. Şu anki resim, ana muhalefetin bu tuzağa düşmeye teşne olduğu ve yenileceğini bile bile sağda savaşmayı tercih ettiği yönünde.
Dördüncü ve en önemli hatta gelirsek; o da darbe girişimi ve OHAL döneminde bile hem kitlesel hem politik hem de ideolojik olarak en güçlü hareketler olan LGBTİ+ hareketi ve feminist hareketi bastırmak. Siyasetçilerin çoğunlukla gözden kaçırdığı hat, tam olarak bu. AKP’nin LGBTİ+ örgütleriyle derdinin olmasının, yer yer AKP yanlısı “kanaat önderlerinin”, “Zeki Müren de eşcinseldi ama LGBT değildi” diyerek; “LGBT” ifadesini sanki bir örgütmüş gibi sunmasının da sebebi bu. Dernekler, Onur Haftası Komiteleri gibi yatay örgütler ve örgütsüz aktivistlerden oluşan LGBTİ+ hareketinin hareket alanını daraltmak için 2015’ten beri çok daha yoğun bir şekilde çaba sarf ediyor AKP. Süresiz yasaklarla dernekleri, yürüyüş yasakları ve polis şiddetiyle onur yürüyüşlerini, LGBTİ+ hareketinin sembollerini suç unsuru gibi göstererek ise aktivistleri hedef alan iktidar; önümüzdeki günlerde dernek kapatmadan tutuklamalara, devlet destekli çete saldırılarından karanlık senaryolara çok fazla yöntemi deneyebilir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılı LGBTİ+ derneklerinin kapatılma riskiyle başladı. CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü çıkışından sonra Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendi deyimiyle “ömrü santraforlukla geçtiği için pası aldı ve golü attı” ve nur topu gibi bir Anayasa gündemimiz daha oldu. Kulislerden anladığımız kadarıyla, Yeniden Refah ve HÜDA-PAR’ı da yanına katan AKP-MHP iktidarı LGBTİ+ derneklerini kapatacak ama nasıl kapatacağı net değil. Anayasa mı değiştirse, Medeni Kanun mu yoksa Dernekler Kanunu’nu mu?
Kırk satır mı kırk katır mı tartışması devam ederken; sorunun sadece derneklerle de ilgili olmadığını gösteren başka bir olay da yaşadık. Bu senenin Mart ayında bir trans kadın, Selin Ciğerci linç edilmek istendi. Hızlıca da unutuldu.
“Bir trans kadın, bu ülkede ne yaparsa insan olmaktan gelen haysiyetine saldırılmadan yaşayabilir? Herhangi bir kadın gibi yaşayabilmesi, herhangi bir kadın gibi muamele görmesi için ne lazım?”
Linç girişiminin hemen ardından böyle sormuştum. Selin Ciğerci’ye yaşatılanları düşündüğümüzde bu soruların cevabının olmadığını görüyoruz. Selin Ciğerci’nin transfobiye maruz kalmadan yaşayabilmesi için zengin olması yetmedi, hayırsever olması yetmedi, evlenmesi yetmedi, boşanması yetmedi, göz önünde olmamaya çalışması yetmedi, ‘abartılı’ bir yaşam tarzını benimsememesi yetmedi, seks işçiliği yapmaması yetmedi, evlat edinmesi yetmedi, ticaretle uğraşması yetmedi… Yetmedi de yetmedi.
Neredeyse nefes alması bile olay olacak Ciğerci, en son Mart ayında babasının memleketi Konya’da dükkan açınca linç girişimine maruz kaldı. Sosyal medyada hedef göstermeyle başlayan olaylar, adeta Madımak’ı andıran sahnelerle devam etti. Oysaki sosyal medyadaki tepkileri gören Ciğerci, sosyal medya hesabından ne kadar üzgün olduğunu anlatan bir video paylaşmıştı. Bir umut karşısındaki “azgın azınlık” kendisini anlar diye düşündü belki de. Olmadı.
Ciğerci’yi Konya’da, babasının memleketinde tekbir sesleriyle karşıladılar. “Defol” dediler. Açtığı güzellik merkezine yürümeye kalktılar. Neden mi? Çünkü Ciğerci trans bir kadındı. Saldıranlar kadınlığını tanımamak için ısrarla eşcinsel deseler de, eski ismini kullansalar da…
Kendisine yaşatılanlar yetmediği için, evli oldukları dönemde kocası Gökhan Çıra’yı da rahat bırakmadılar. Bir futbol takımına alınmamasından tutun, sahada hakaretlere kadar…
Bu son linç girişiminden bir süre önce, başka bir şehirde, İstanbul’da Bayram Sokak yine mühürlendi. Ne alakası var demeyin, çok alakası var. Seks işçisi trans kadınların sokağı Bayram Sokak’ın mühürlenmesi artık rutine dönüştü. Ülkenin her yerinde seks işçisi trans kadınlara saldırılar artıyor. Yoksulluk da cabası.
Yazının başına dönersek; Selin Ciğerci yalnız. Onca zenginliğine, medya ve sanat dünyasından dostlarına rağmen yalnız. Çünkü Selin Ciğerci trans bir kadın. Yalnızlığı bundan.
Velhasıl, yüzyılımız yalnızlıkla, ansiklopedilerde kendimize dair bir şey bulma, polis işkencesinden sonra bile dalga geçilme, görünmezliğe hapsedilme, hakaret, tehdit, cinayet, linçlerle geçti. Yeni asır ne getirir hep beraber göreceğiz. Ama değişmeyecek tek şey 1935’te hikayesi gazetelere konu olan Kenanların, saçı kesilen Remziyelerin, yalnızlıktan kendisini kaybeden Umutların, işiyle gücüyle gündeme gelmek isteyen Selinlerin bu ülkede yaşamaya devam edeceği gerçeği. Zira hayat, akacağı patikaları bulan bir ırmak gibi. Bazen doludizgin, bazen sessiz sedasız. Ama akacak hayat, yasaklarla durmaz…
Yıldız Tar
(Gazete Duvar)