Kuest için hazırlamış olduğumuz İstanbul Onur Yürüyüşü'nün tarihini anlatan videonun Gezi'nin yıl dönümünde tekrar paylaşılmasıyla Gezi Parkı protestolarının LGBTİ+ hareketin kitleselleşmesindeki rolünü hatırladık. 2013 yılı Mayıs ayı sonunda başlayan Gezi Parkı protestoları hareketin tarihinde önemli bir eşik. Lubunyaların onlarca yıllık hayatta kalma ve dayanışma pratikleri Gezi protestolarındaki örgütlenmeye önemli katkılar sundu. Parktaki mutfağı kuran, sloganlar üreten, hızla eyleme geçmeyi bilen lubunyalar Gezi'de belki de başka zamanlarda temas edemeyecekleri birçok kesimle iletişim kurma imkanı buldu ve bu da harekete ciddi bir destek olarak geri döndü. Aynı yıl Haziran sonunda gerçekleşen İstanbul Onur Yürüyüşü yaklaşık 100.000 kişilik bir katılımla gerçekleşti. Hatta 2014'te katılımın daha da arttığı söyleniyor.
2015'te polis yürüyüşe bir anda patır patır plastik mermilerle saldırana kadar böyle umutlu ve güzel bir tablo var.
Buradan biraz geri sarıp hareketin büyümesinde büyük öneme sahip başka bir döneme gideceğim şimdi: 2002 yılı, Türkiye'nin Irak'a asker göndermesi için meclisten çıkacak tezkereye karşı Türkiye tarihinin gördüğü en geniş katılımlı protestolar zinciri örgütleniyor. (Can Pürüzsüz ile birlikte bu protestolara dair hafızamızı tazelediğimiz içeriğe Instagram profilimden ulaşabilirsiniz). Bu savaş karşıtı hareketin koordinasyon süreci hareketin içinde yer alan lubunyalar için bulunmaz temas fırsatları sağlıyor.
Şöyle ki, 2002 yılı sol hareketimizin biraz takoz ve de kabız olduğu dönemlermiş benim anladığım kadarıyla. Kadın hareketine de LGBTİ+ hareketine de oldukça mesafeli bir duruş var. Sol gruplar içerisindeki lubunyalar çoğunlukla kimliklerini gizleyerek veya bastırarak yer alabiliyor. 1 Mart protestolarına giden süreç ise yalnızca sol değil birçok farklı kesimden grupla kurulan iletişimi tazeliyor.
Yıldız Önen'in "Savaşa Hayır Demenin Birleştirici Gücü: “Irak’ta Savaşa Hayır Deneyimi’nin Türkiye’deki Siyasal Kültüre Etkisi" isimli tezi için gerçekleştirdiği röportajda Deniz Deniz o dönemden şöyle bahsediyor:
"Düşünün bir Koordinasyon sekretarya ofisi var ve bir eşcinsel orada çalışıyor. Ben Abdulrahman Dilipak'ı arayıp aidatını getirmesini söylüyorum. Toplantılarda onları karşılayan biri olarak onlarla bir arada olmanın faydasını çok gördüm. Bir defa biz de varız diyebildik, abartmadan doğal olarak bunu gösterdik. Mazlumder, Özgür-Der ve diğer İslamcı yapıların, katı solcu yapıların fikirlerini değiştirdik mi buna ilişkin net bir şey söyleyemem. Ama yan yana gelmeyeceğimiz insanların eşcinsel derneğinin de o Koordinasyon’da olduğunu bilerek aynı harekette devam etmeleri bence bir adımdır. Ve önemli bir adımdır."
Memet Ali Alabora Müslüman gruplarla LGBTİ+'ların bu birlikteliğinin Türkiye’de bir ilk olduğunu söylüyor: "Bu çeşitlilik daha önce görülmemiş bir şeydi, dünyanın da görmediği bir şeydi. Dünya 1999’da gördü. Ne oluyor ya dedi, Seattle’da gördü, bu tür heterojen bir yapı Türkiye’de ilk kez görüldü. Bunun ilk görüldüğü yer de 1 Aralık mitingidir. Eşcinseller ile İslamcıların yan yana yürüyebildikleri ilk örnek yani. Bu anlamda dünyada da bir ilktir."
Savaş karşıtı protestolar sırasında kurulan bağlar
1 Mart tarihinde gerçekleşen protestolar sanıyorum LGBTİ+'ların kendi bayraklarını açtıkları ilk kitlesel eylemlerden biri aynı zamanda. Yine aynı yıl gerçekleşen İstanbul ve Ankara 1 Mayıs'larına lubunyaların bol şamatalı katılımları olmuş, bir ara çevrenizdeki they/them ablalarınızdan bu hikayeleri de dinleyin derim şimdi çok uzatmayayım.
Savaş karşıtı protestolar sırasında kurulan bağlar, sonraki yıl yani 2003'te ilk kez gerçekleşen İstanbul Onur Yürüyüşü'ne de yansıyor:
"O dönemlerde kamuya açık alanda ilk gay pride yapıldı. Daha önce izin alınamamıştı. Basın açıklamasını okuyan kişi olarak dönüp arkaya baktığımda eşcinsellerden çok arkamızda Koordinasyon’da tanıştığımız kişileri gördüm. Şimdi nasıl Gezi sonrası pride çok kalabalık olduysa, onun da başlangıcı bu anlamda Koordinasyon’dur. Antikapitalistler, DSİP’ten arkadaşlar, çok katı solcu yapılardan olan arkadaşlarımız da gelmişti, gizli, gizli, özellikle kadınlar. Parti bizi görürse ne olur diyorlardı ama gene de gelmişlerdi." - Deniz Deniz
Böyle böyle küçük temaslarla 2013'teki yüz bin kişilik kalabalığa giden taşlar döşeniyor.
Her şey gül bahçeleri şeklinde ilerlemiyor tabi. Savaş tezkeresi karşısında böylesine geniş kesimden sesleri kapsayan bir hareket örgütlenmiş olması, 2002 yılında henüz iktidarının ilk aylarındaki AKP için şüphesiz bir güç zaafı. Bunun bir zaaf olduğunu ve bir daha bu zayıflığın gösterilmeyeceğini 2002 yılında bizzat Erdoğan dile getiriyor. Bu zaaftan çıkarılması gereken dersler çıkarılıyor.
Gezi’de
2013 yılına geldiğimizde karşımızda müslümanından milliyetçisine, ulusalcısından apolitiğine, lubunyasına kadar yine herkesin bir arada olduğu yeni bir kitlesel hareket olarak Gezi protestoları çıkıyor ve bu kez karşısındaki tepki son derece sert oluyor.
Bu bir aradalık halini halkın kalanından gizlemek, protestocuları bir grup teröristten ve başının ezilmesi gereken zararlı haşereden ibaret göstermek için bütün medya gücü kullanılıyor. Protestoların daha ilk günlerinden yoğun polis müdahalesi gerçekleşiyor. 15 yaşında, 19 yaşında, 26 yaşında insanlar göz kırpmadan öldürülüyor.
Yalnızca muhalif bir eylemde bulunmuş büyük kitlelerin bu denli kriminalize edilmesi açısından AKP iktidarı süresince sanıyorum 2013 ilkti ve birçok kesim için büyük bir şok etkisi yarattı. Bu noktadan sonra çember her yıl daha da daraldı. Savaş, ayrımcılık veya otoriterlik karşısında örgütlenmeye çalışan herhangi bir irade orantısız cezalarla bastırıldı. Farklı bilgilerle beslenen ve farklı gerçekliklerin içinde yaşayan halk bambaşka kutuplara bölündü.
Muhalefet etmenin, ses çıkarmanın bu kadar maliyetli hale geldiği yerde, Gezi veya 1 Mart gibi önemli karşılaşma alanları kayboldu. Bunları yaratabilecek cesaretimiz de.
Hem Gezi hem 1 Mart protestoları bana devletin nefesini ensemizde hissetmediğimiz zamanlarda, tam anlamıyla özgürlükten bahsedemesek de biraz olsun birbirimizle konuşabildiğimiz koşullarda ne kadar hızlı yol alabileceğimizi, başka türlü bir toplumsallık deneyimleyebileceğimizi hatırlatıyor. Fikirlerin yayılmasında ne kadar büyük rolü olsa da online sosyal mecralar bana bu umudu vermiyor. Mor ve Ötesi konserinde umutlanmanın ne kadar politik olup olmadığı üzerine dahi kolayca bıçak gibi ikiye ayrışan gruplar görüyorum. Bu yapaylık bana tamamen medium'un, mecranın, mekanın doğasından kaynaklanıyor gibi geliyor. Bu mecralarda geçirdiğim onca yıldan sonra bir boomer gibi fiziksel mekanın birleştiriciliğine ve dönüştürücülüğüne daha çok inanır halde buluyorum kendimi.
Önümüzdeki yıllar için umut ışığı görünüyor mu bilmiyorum. Belki anılarımızı tazelemek, bu karşılaşma ve temas alanlarından ne kadar yoksun kaldığımızı ve ne kadar önemli olduklarını hatırlamak bize çizeceğimiz yolları göstermek açısından iyi gelebilir.
Nihayet pandemi koşullarından sıyrılmış şekilde gireceğimiz 30. İstanbul Onur Haftası etkinliklerinde ve mübarek onur ayımızda bol bol temas etmek ve bir arada olmak dileğiyle.
Bahsettiğim içerikleri görmek isteyecekler için buraya bırakıyorum:
Işık Cemre Güngör
(Kaos GL)