Kadınlar konuşuyor, erkekler küskün

06.04.2023 - 12:11
Haberi paylaş

Yılın en iyi iki filmi “Konuşan Kadınlar” (Women Talking) ve “Inisherin’in Ölüm Perileri” (Banshees of Inisherin) üzerine bir inceleme. Tuna Emren yazdı:

Oscar ödüllerinde kerameti kendinden menkul bir gişe filmine yenilmiş gibi görünseler de bu yıl tüm ödülleri hak eden iki film vardı. İlki, Martin McDonagh'ın masalsı filmi “Inisherin’in Ölüm Perileri”. İkincisiyse diskuru ekrana Sidney Lumet seviyesinde (“12 Kızgın Adam”) bir ustalıkla yansıtmayı başaran Sarah Polley’nin “Kadınlar Konuşuyor”uydu. 

Erkeklerin derdi

Martin McDonagh, Brendan Gleeson ve Colin Farrell ikilisini ilk kez, hepimizin gönlünü fetheden “Brüj'da” (In Bruges) filmiyle ekrana taşımıştı. O gün bugündür bu ikiliyi bir kez daha izleyebilmeyi bekliyorduk ki nihayet o da oldu.

İrlanda’da iç savaş yılları yaşanıyor. Kurgusal bir adada yaşayan Colm (Gleeson) ve Pádraic (Farrell) anakaradan yükselen silah seslerini duyuyor, IRA’ya atıfta bulunuyorlar. Anakarada yaşanan çatışma, bu iki dostun birdenbire gerilmeye başlayan ilişkilerinde tekrar ediyor kendisini. Kimi zaman İrlanda anakarasında yaşanmakta olan çatışmanın bir metaforu haline geliyor dostlukları, kimi zaman da bir zen meseli (koan) sunuyorlar adeta. Zen ustaları koanları, “ne yaparsan yap çözemeyeceksin, beyin kaslarını boş yere yorma” mesajı vermek için kullanırdı. Colm da öyle yapıyor eski dostu Pádraic’e, artık onunla arkadaş olmak istemediğini söylediğinde. 

McDonagh, cennet gibi görünen bir toplumun dokusunu yavaş yavaş parçalayabilen bazı toplumsal gerçeklere derinlemesine bakmak istediği filmde, Colm’un, Pádraic'le sohbet etmek dahi istememesini, ilkinin ağzından bir türlü dökülemeyen şu mesajla aktarıyor bizlere; iyi bir insan olabilirsin, elinden gelen her şeyi yapmış da olabilirsin ama hayat böyledir işte; şimdi o nedensel beklentilerinin hepsini katlayıp cebine koyabilirsin. 

Ancak Pádraic nedenlerini sorgulamaya devam ediyor ve Colm’un giderek daha da agresifleşmesine yol açmaktan başka bir şey yapamıyor.

Bu olağanüstü film hakkında yazılabilecek çok şey var elbette, ancak gazetemizin bu bölümünde tüm o muhteşem detaylara değinecek kadar yerimiz yok maalesef. Dolayısıyla filmin diğeriyle, yani “Konuşan Kadınlar” ile ortak noktalarına değinmek, bu ikisini art arda izlemiş olmanın getirdiği o duyguda kalmak istiyorum.

Inisherin, McDonagh'ın daha önceki In Bruges filminde yarattığı rollerin bir ters mühendislik versiyonu gibi işlenmiş, bizleri kimi zaman histerik gülme krizlerine iten ama aynı zamanda yutması zor büyük bir lokma gibi boğazımızda takılı kalan bir film. Daha entelektüel bir yaşam sürmeye ya da belki ‘iyi-kötü’nün ötesine geçmeye kararlı Colm ile onun çok da zeki olmayan ama zeki olmasına gerek de olmayan tatlı ve mutlu dostu Pádraic basit hayatlar süren iki karakter. Ne var ki Padraic ve Colm'un kavgasının altında bir şeyler uğulduyor. 

Colm kararını vermiştir, eski arkadaşına bu kararından dönmeyeceğini göstermek için ne gerekiyorsa yapar. Onun kararlılığı karşısında çaresizliğe sürüklenen Padraic’in ısrarcı tutumu her iki karakterin de aşağı yönlü bir sarmal izlemesine, diğer bir deyişle aşırılıkların bir türlü dizginlenemediği tuhaf bir deliliğe sürüklenmesine sebep oluyor. Tüm bunların sebebi varoluşsal kaygılar mıydı yoksa daha fazlası da var mı? O karar da izleyiciye bırakılmış. 

Diskuru ekrana yansıtma ustalığı: Sıra kadınlarda

Kadınlar Konuşuyor, Sarah Polley'nin, Miriam Toews'un romanından uyarladığı, Bolivya'daki bir Mennonite yerleşiminde gerçekten yaşanmış olan bir zulmün beyazperde yorumu. 2011 yılında bu topluluktan yedi erkek, yaşları 5 ila 65 arasında değişen kadınlara yüzlerce kez tecavüz etmekten suçlu bulundu.

Patriyarkanın bitmeyen zulmü, akla gelebilecek en kötü haliyle konuyor önümüze. Bir dizi cinsel saldırının baskısı altında yaşamaya zorlanmış kadın nüfusunu bir araya gelmeye ve ne yapacakları konusunda bir karar almaya iten tuhaf bir Hıristiyan topluluğu burası. Tuhaf ama aşina olduğumuz bir dünya. İnançlarının gerektirdiği gibi davranıp tecavüzcülerini affederek burada kalacak ve daha iyi bir kültür yaratma mücadelesi mi verecekler yoksa yapılabilecek en iyi şey çekip gitmek midir…

Sarah Polley de tıpkı erkeklerin konuştuğu – ya da konuşamadıkları?– filmde (Inisherin) olduğu gibi bir tiyatro oyunu tasarlamış. Fakat bu kez, erkeklerin sessizlik oyunundan doğan seçme söylemlere değil kesintisiz diyaloglara tanık oluyoruz. Üstelik hiçbir şekilde didaktik olmayan, ekrana taşıdığı diskuru tartışmaların her yönüyle sunabilen bir film bu. Toplumda halihazırda var olan tartışmaların küçük kırık parçalarını kadınların konuşmak için bir araya toplandıkları ahırın zeminine fırlatmış Polley; daha fazla yara bere almamak adına dikkatle yürümek, her adımlarında dönüp birbirlerine bakmak zorundalar. 

Kadınların hikayesi bize ‘konuşmayan erkekler’in aslında kırılgan erkeklik şiddetine başvurduklarını fısıldıyor. Filmin kültürel tercümesi, olan bitenin de teatral doğasına işaret ediyor; bir ahırdalar, yaşamları ve toplulukları adına öne çıkıp her şeyi değiştirebilecek bir karar almak zorundalar. Henüz etkilerini atlatamadıkları, konuşmaya hiç hazır olmadıkları bu şiddeti enine boyuna konuşmak zorunda kalacaklar.

Zaman, mekan ve dilin özgürlükleri de toplumsal cinsiyet eşitsizliğine tabi. Kadınların aslında neyi tartıştıklarını, sözlerinin altında yatan duyguların sebebini bile sonradan anlıyoruz. 

Rooney Mara, Claire Foy, Jessie Buckley, Frances McDormand gibi, bir araya geldiklerinde göz alıcı bir performans sunan fevkalade oyuncuların canlandırdığı karakterler, yüklerini kabullendiklerini gösteren yüz ifadelerinin ardına, kimi anlarda ortaya çıkan alaycı bir bilgelik gizlemiş gibiler. Karşılıklı performanslarını öyle incelikli, öyle güzel ayarlamışlar ki insan gerçekten izlemeye doyamıyor. Fikirler ve öfkeler çarpışıp ayrılmakla kalmak arasındaki tartışma giderek daha da derinleşirken, birden fazla kadının ve birden fazla bakış açısının aynı anda yan yana gelen eşit derecedeki ağırlığı karşısında izleyici de (tıpkı “12 Kızgın Adam” filminde Lumet’nin yaptığı gibi) bir oraya bir buraya savruluyor. Peki, kadınlar gitmeye karar verecek olursa oğullarını da yanlarına alsınlar mı? Kendilerine bunları yapan erkeklerin zalimliğe geçiş için bir yaş sınırı var mıdır? Hangi yaşın altındaki çocukları götürecekler buradan? 

Minimalist besteci Hildur Guðnadóttir de bugüne dek bestelediği en dokunaklı eserlerle eşlik ediyor kadınların dünyasına. Yaylılar ağlıyor, objektife doğru bakan küçük bir çocuğun kısa süreli yakın çekiminde özetleniyor her şey; bu çocuğun geleceği belirsizliğini korurken zamanın akabildiğini söylemek mümkün mü? 

Birbirine küs adamların varoluşsal sancılarının (ya da sebebi her neyse) yol açtığı o deliliği şimdi, erkek şiddeti karşısında mücadele veren kadınların acıları ışığında bir daha düşünelim. Inisherin’de Pádraic’in ablası Siobhan (Kerry Condon) bu anlatının neresinde yer alıyordu? O da erkelerin deliliği karşısında çekip gitmekle kalmak arasında bir seçime itilmemiş miydi? Ya kalıp bu adamları kendilerinden kurtaracak ya da erkeklere odaklı bu dünyada kendisine biçilmiş bu yan rolden fazlasını istediğini göstererek çekip gidecekti. 

Bir yanda konforlu yeşil dünyalarında didişip duran “lanet olası sıkıcı” erkeklerin her koşulda şiddeti doğuran dünyası, diğer tarafta çeşitli travmalara maruz kalmış kadınların cam kırıklarıyla döşeli zeminlerde yürürken vermek zorunda kaldıkları kararlar. Kadınların hikayesi ilk filmi değersizleştirmiyor elbette. Bilakis, her iki film de ilk bakışta görünenden fazlasını vadeden ustalıklı anlatılar. Ve her ikisi de aslında patriyarkanın korkunç yüzünü seriyor gözler önüne.

Bültene kayıt ol