Dune: Herbert, çöl gezegeni Arrakis, Tuaregler ve Villeneuve

02.11.2021 - 12:12
Haberi paylaş

Dönüşüm çölde başlar. “Eskiler, ruhlarını bulmak için çöle gittiler,” der Carl G. Jung. Çöl bir imgedir; insanın kendi benliğinin çölü çiçek açmaya başladığında, orada tuhaf bitkiler filizlenir. 

Tevekkeli değil, çölün en esaslı tasvirleri de yine o çağrıya kulak verip zorlu maceralara atılanlardan geliyor.

‘Dune’, sadece tüm zamanların en iyi bilimkurgu romanlarından biri değil, aynı zamanda, evvelden bir savaş fotoğrafçısı olan yazar Frank Herbert’in kendi çölünde bir münzevi olmak için çıktığı gerçek bir maceranın ekosu. 

Büyük yazar, başkahramanı Paul Atreides’i çöldeki bir dizi sınava tabi tutacağı, çeşit çeşit ruhsal büyüme sancıları çektirip eşik üstüne eşik atlatacağı, dokunduğu her yerden acı çığlıklar yükselen tiranla karşılaştırıp hayatının sınavını verdireceği, yani özetle onu bir Atreides’ten Muaddib’e dönüştürerek, egemenliği tüm gezegene yayılan bir dükün oğlundan bir çöl faresi yaratacağı – Atreides daha sonra ‘çöl faresi’ anlamına gelen Muad’dib ismini seçer – bu romanı kendi çölünde, savaştan geriye kalan yaralarında dövmüştü. Kasvetin ele geçirdiği ruhunu gerçek bir çölde yenileme çağrısıyla yola koyulup Tuaregler ile tuz yolculuğuna çıkan Herbert’in bizlere günümüzden binlerce yıl sonraki bir korku ve nefret evreninde, Arrakis adlı çöl gezegeninde ‘melanj’ peşine düşen tiranların kurduğu güç ve sömürü ilişkisini anlattığı destanı, olan biten her şeyi insan egosunun dönüşümüyle harmanlıyor. 

Herbert bu müthiş romanda evrensel formülü kullandı, derin uykuda olan bilinci gün ışığına kavuşturdu. Tuareglerin yerini Fremenler aldı, yıkım bu kez melanjın merkeze alındığı bir kurguda sunuldu. Melanj, yani “bahar” sadece Arrakis’te mevcut olan bir tür baharat. Fremenler için yaşamın kaynağı, ömrü uzatan bir ilaç ve insanı bilincin uyanışına götüren bir araç; imparatorluk içinse gücü elinde bulundurmanın tek yolu. Uzay Loncası onun kontrolünü ele geçirdiği için uzay yolculuğunu tekelinde tutuyor.

Yönetmen Denis Villeneuve, Dune’u sinemaya uyarlamaya kalktığında, itiraf etmeliyim ki bu girişimin – bir kez daha – fiyaskoya dönüşeceğini düşünmüştüm. Fakat öyle olmadı. Önce David Lynch denemiş, fakat ortaya çıkan filmden kendisi bile hoşlanmamıştı. Ardından Alejandro Jodorowsky’nin büyük projesine dönüşmüş ama o da mimarisini özenle tasarladığı filmi bir türlü hayata geçirememiş, bir proje olarak bırakmayı tercih etmişti. 

Romanın görkemli bir uyarlaması olarak nitelendirebileceğim Villeneuve‘ün Dune’u ise yönetmenin ellerinde, ruhsal iç mekanlardan monokrom tonlardaki kasvetli dış mekanlara dönüşerek yansıyor ekrana. Serinin ilk cildinin ilk yarısı olarak sunulan filmde Herbert’ün eseri, tek kelimeyle mükemmel bir sinematografi ve olağanüstü bir prodüksiyon tasarımıyla “canlanarak”, Hans Zimmer’ın deneysel müziği eşliğinde yükseliyor. Bu ilk filmde henüz Muaddib’e dönüşmemiş olan Atreides’i canlandıran Timothée Chalamet’in oyunculuğu ise filmin her biri birbirinden parlak Rebecca Ferguson, Josh Brolin, Charlotte Rampling, Oscar Isaac, Zendaya ve Stellan Skarsgård gibi yıldızları arasındayken bile hepsini gölgede bırakabilecek kadar güçlü.

Villeneuve’nin filmi göz boyayan bir türev değil, Dune’un ta kendisi. Öyle ki – ve buna çok şaşırdığımı da eklemeliyim – Herbert’in destansı romanının henüz yarısını bile ekrana yansıtmamışken onun neredeyse tüm unsurlarını bu kadar iyi canlandırmış olması da takdire şayan bir başarı. 

Çölde geçtiğine aldanmayın; yıldız kadrosu, retinanızı okşayan görsel anlatımı, incelikli tasarımı ve Zimmer’ın müziği ile taçlandırılan bu “yarım filmde” Villeneuve’ün vizyonu, soğuk ve acımasız bir dünyanın karanlık ve aynı zamanda tuhaf bir haz duyacağınız kasvetli atmosferine dönüştürüyor Arrakis’i.

Tuna Emren

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol