2020’de Uluslararası Film dalında Oscar adaylığı alan ilk Tunus filmi vücudunu gerçek bir sanat eseri haline getirilen Sam Ali’nin hikayesini anlatıyor.
Filmin yönetmeni Kaouther Ben Hania, fimi “gerçek dünya meselelerimizi geniş kapsamda ele alan, eşitsiz bir sistemde kişisel özgürlük hakkında bir alegori” olarak tanımlıyor. Bir yanlış anlaşılma sonucu Suriye’den kaçmak zorunda kalan Sam Ali, sevgilisine kavuşabilmek için vize alıp Avrupa’ya gitmek zorundadır. Başlangıçta imkânsız görünen bu hayal, tartışmalı eserleriyle bilinen Belçikalı bir çağdaş sanatçının Sam’i bir sanat eserine dönüştürmesiyle gerçek olur. Sanatçı, Sam’in sırtına Schengen vizesi dövmesi yapıyor ve bu şekilde bir sanat eseri haline gelen Sam, müzelerde sergilenmek üzere Avrupa’ya seyahat hakkını elde ediyor.
Suriye’den Tunus’a giderken bir araba koltuğunun içinde nefessiz kalarak seyahat eden Sam, edindiği “sanat eseri” statüsü sayesinde artık birinci sınıf uçak yolculuklarıyla Avrupa’yı gezebilmektedir. Fakat Sam’in hayatındaki bu köklü değişim, onun bir mülteci olarak hak ettiği değeri gördüğü anlamına gelmemektedir. Çünkü Sam’in gördüğü tüm bu ilgi, aslında bir insan olarak değil bir proje olarak elde ettiği itibarın bir sonucudur. Gerçekten de sergilendiği müzelerde Sam’in diğer sanat eserlerinden hiçbir farkı kalmıyor. Hatta yer aldığı müzede kendisinden çok daha pahalı eserler olduğu düşünülürse kendisi onların yanında değersiz bile kalıyor. Kıpırdamadan saatlerce beklemesi, sırtında bir sivilce çıktığında “restore edilmesi” gerekiyor.
Sınırlar ve esaret
Film, günümüz dünyasında mültecilere kapalı sınırların anlamsızlığını ironik bir şekilde ele alıyor. Metaların serbestçe dolaşabildiği bir çağda, insanlar, canları pahasına sınırlara hapsediliyor ve insanların elde edemediği bu hakkı metalar elde ediyor. Sanatçı Jeffrey’nin Sam’i bir eser haline getirerek parmak basmak istediği nokta da bu. Projesi, Sam’in esaretini çok açık bir şekilde gözler önüne sererken Jeffrey alaycı olanın kendisi değil; dünya olduğunu söylüyor. Kendisi, sıklıkla modern hayatı hicvetse de modern hayatı gerçekten eleştiriyor mu yoksa onu taklit ederek onun yarattığı eşitsizliklerin bir benzerini sanata mı yansıtıyor, anlamak güç.
Bu “çalışma”, bir yandan Sam’in esaretini gözler önüne sererken diğer yandan onu daha da esir kılıyor. Sonuç olarak Sam, mültecilere kapalı sınırların ve ezilenleri bir özne değil; bir nesne olarak ele alan elitist sanat tarafından esir alınıyor.
Her ne kadar film, bir aşk hikayesi etrafında dönse de sınırların mülteciler için ifade ettiği anlam bundan çok daha fazlası. Sınırlar, sadece sevenleri ayıran ve hikayedeki mutlu bir sonla aşılabilecek bir engelden ibaret değil. Sınırlar, mülteciler için temel insan haklarından mahrum kalmak ve ölüme terk edilmek anlamlarına geliyor.
Sanat ve etik
Film, her ne kadar ilk bakışta inandırıcılıktan uzak bir kurguya dayanıyor gibi görünse de bir sanat eseri haline getirilmiş gerçek bir insandan Tim’den esinleniyor. Şaşırtıcı ve beklenmedik eserleriyle bilinen Belçikalı neo-kavramsal sanatçı Wim Delvoye, tıpkı filmdeki gibi Tim’in sırtına yaptığı dövmeyle onu bir sanat eseri haline getiriyor. Tim, filmdeki gibi başka bir şansı olmayan bir göçmen değil; Zürihli bir dövme salonu sahibiydi. Tim 2008’de 150 bin euroya “satıldı”. Satın alan Rik Reinking adlı Alman koleksiyoncu, yılda birkaç hafta Tim’i “sergileme” ve öldükten sonra sırt derisini yüzerek çerçeveletme hakkını elde etti. Tim Steiner, derisinin artık Reinking’e ait olduğunu, kendisinin sırtında taşıdığı eser için geçici bir çerçeve olduğunu söylüyor.
Delvoye’nin muhtaç durumda olmayan birini tuval olarak kullanması, eserlerinin etik sınırları aştığı ve hisseden varlıkları obje haline getirdiği gerçeğini değiştirmiyor. Delvoye, Tim’den önce canlı ve ölü domuzları dövmeli “eserler” haline getirdi. Filmde gördüğümüz domuzlar, Delvoye’nin işkenceyle “sanat eseri” haline getirdiği domuzlar. Bununla birlikte Delvoye’nin hayvan derilerine saman doldurarak onlara kimi formlar verdiği çalışmaları da mevcut. Delvoye’nin bu çalışmaları, hayvanların maruz kaldığı şiddet ve çağdaş sanatın etik sınırlarına dair bir tartışma başlattı ve hayvan hakları savunucuları bu yöntemleri protesto etti.
Filmdeki çağdaş sanatçı Jeffrey gibi filmin kendisinin de Sam’in esareti karşısında aldığı tavır muğlak. Bir yandan bir insanın bir obje haline getirilmesinin yarattığı sıkıntılar gösterilirken diğer yandan Sam’in esaretini doğuran iki etmenden biri (diğeri sınırlar) olan Jeffrey net bir eleştiriye tabi tutulmuyor. Mutlu son, hem sınırlara hem Jeffrey’ye dokunmadan sağlanıyor. Filmin sonunda Jeffrey’nin Sam’den yana olması akıl karışıklığı yaratsa da filme ilham veren çağdaş sanatçı Wim Delvoye’nin de bizzat filmde yer alması, bunu açıklıyor.
Delvoye, bizzat sanatçıyı oynamayı da düşünmüş, fakat bunun gerçek hayattaki itibarını zedeleyeceğinden korktuğu için bundan vazgeçmiş. Oysa böyle bir hikâyeyi konu alan bir filmin, etik sınırları aşarak insanları ve hayvanları obje haline getiren sanatçıların itibarının zedelemesi ve mültecilerin temel haklarını ellerinden alan sınırların eleştirmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Filmin ezilenleri bir obje olarak ele alan çağdaş sanata karşı keskin ve net bir eleştiri getirmemesi, tıpkı Jeffrey gibi modern hayatın sorunlarını yalnız ironiye başvurarak ortaya koyması, filmden beklenen mesajı zayıflatıyor. Yine de film, Tim’in başına gelenleri Suriyeli bir mültecinin hikayesiyle birleştirerek esareti iki yönüyle birden etkileyici bir şekilde işliyor ve mültecilere biçilen rolü ve sınırların yarattığı ironileri etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor.
Melike Işık
(Sosyalist işçi)