Ludwig van Beethoven 1770 yılında, 16 ya da 17 Aralık’ta doğdu. Kendisi dahil, kimse bu günlerden hangisi olduğuna tam olarak emin olamadı.
Beethoven, klasik müzik bestecileri içinde, müzikal açıdan en devrimcisi olarak kabul edilir. Ve fikrimce, bu öngörülemeyecek bir tarihsel tesadüf olmanın ötesindedir çünkü o, yaşadığı zamanın ruhuna nefes veren öncülerden biriydi.
Avrupa felsefesinin din ve monarşiyi yüceltmekten vazgeçip özgür düşünceye, bilim ve demokrasiye yöneldiği – ayrıca serbest ticaret ve rekabete dayalı yeni bir ekonomik düzenin ilk parıltılarının belirdiği – Aydınlanma olarak bilinen zamana doğdu. Adam Smith’in çığır açan çalışması Ulusların Zenginliği, Beethoven altı yaşındayken yayımlanmıştı. Bu aynı zamanda, oy hakkına dayalı bir cumhuriyet kurmak için arkalarına Fransa’nın mali ve askeri desteğini alıp kendilerini evvelce bağlı oldukları İngiliz monarşisinden koparan İngiliz yerleşimcilerin Amerikan Bağımsızlık Savaşını yeniden canlandırdığı zamanlardı. Kanımca, Beethoven’ın müzikal yolculuğu, hayatı boyunca devam eden bu devrimci dönemin iniş çıkışlarıyla, bilhassa da monarşiyi ve beraberinde feodal hakları sona erdirip herkes için eşitlik, özgürlük, kardeşlik ilan eden Fransız devriminin gelgitleriyle salınıyordu. Ergenlik çağında, Avrupa orta sınıfını temsil eden birçok genç insan gibi o da devrimin sıkı destekçilerinden biri haline gelmişti.
Flaman kökenli bir aileden gelen müzisyen babası Johann van Beethoven, Almanya’da, Kutsal Roma imparatorunu seçen kurulun üyelerinden Bonn Başpiskoposu için çalışıyordu. İlk konserini yedi yaşında gerçekleştiren Ludwig van Beethoven, ardından Viyana’ya taşınıp 1792’de, bu şehrin müzikal geleneğini (bundan bir yıl önce, 35 yaşındayken hayata veda etmiş olan) Mozart ile birlikte şekillendiren Joseph Haydn ile çalıştı.
Beethoven, Hapsburg Hanedanı’nın egemenliğindeki Viyana’ya Napolyon’un özgürlük idealiyle sarmalanmış olarak gitti. Sadık bir cumhuriyetçi olduğu için hem kişisel mektuplarında hem de sohbetlerinde sıkça özgürlüğün önemini vurguluyordu. Hanedanı hiç umursamadı. İlk hamilerinden biri olan Prens Karl Lichnowsky’ye şöyle yazmıştı; “Prensliğin, doğuştan sahip olduğun bir unvan; ben ise her neysem kendim inşa ettim.” Avusturya İmparatoru II. Franz’ın ise “müzikte devrim niteliğinde bir şeyler” sunuyor olması gerekçesiyle, Beethoven’a en ufak bir ilgi bile duymadığı rivayet edilir.
Alman yazar ve şair Büyük Goethe ile süregelen dostluğu da 1812’de, birlikte park yürüyüşüne çıktıkları bir gün İmparatoriçe ile karşılaşmalarıyla ansızın sona ermişti. Goethe, imparatoriçenin önünde müdanayla eğilip abartılı bir reverans yaptığında, dostunu istihkarla izleyen Beethoven o anda arkasını dönüp gitti.
Onun bu devrimci ruhunu eserlerinin birçoğunda fark etmek mümkündür. Müziği, önünde uzanmakta olan bu yeni çağa doğru itti. Alman edebiyat sahnesinin şiirsel gücünü, Fransızların devrim şarkılarıyla buluşturup müziğin nasıl olması gerektiğine dair yeni bir standart belirledi.
Fransız Devrimi’nin muasırı ve sadık bir dostu olan Beethoven, Schiller gibi zayıf karakterli hümanistler Jakoben diktatörlüğünün baskısıyla geri adım atıp kartondan kılıçlarıyla tiyatro sahnesindeki tiranlara saldırmayı yeğlediklerinde bile yolundan ayrılmadı.
İmparatorlara, prenslere ya da nüfuzlu kişilere onurlu bir şekilde sırtını dönen o dahi avam… Yenilmez iyimserliği, o vakur duruşu, ilham verici olduğu kadar dokunaklı da olan mücadelesi ve o çelik gibi iradesiyle kaderi boğazından yakalayıp zapt edişi… Sevdiğimiz Beethoven böyle biriydi işte.
Igor Stravinsky
Beethoven, müziğin bestelenme ve dinlenme şeklini değiştirdi. Onun müziği rahatlatıcı değil sarsıcı ve tahrik edicidir.
Beethoven’ın müzikal çalışmalarını, yaşamının ekonomik ve sosyal iniş çıkışlarıyla eşleşen dört farklı dönemde inceleyebileceğimizi düşünüyorum. Onunki üç büyük burjuva devriminin yaşandığı bir çağ oldu; Britanya’da endüstriyel, Fransa’da siyasi, Almanya’da felsefi devrim.
Çocukluktan çıkıp genç bir yetişkine dönüştüğü yıllara dek, hayatının o ilk döneminde Avrupa devriminin yükselişine denk gelmişti. Fakat ayrıca yeni bir ekonomik gelişme olarak kapitalizm de yükselişe geçmişti ki bu da 1792’de, yani Beethoven henüz 22 yaşındayken, radikal Jakoben yönetiminin nüfuzunu artırmasına yol açıp Fransız Devrimi’nin zirvesine giden yolu döşedi.
1794 ile 1815 arasında yaşanan ikinci dönemde ise Jakobenler devrildi ve devrimci yönetimin savunma birliklerinin kahramanı Napolyon Bonapart kendi diktatörlüğünü ilan etti. Fransız Devrimi büyük bir darbe almıştı. Ama bu aynı zamanda, Fransız Devrimi’ne ait fikirler ve ilkelerin Napolyon’un ordularıyla Avrupa’ya taşındığı, böylece Avusturya, İspanya, İtalya ve Prusya’daki irticai yarı-feodal mutlak monarşilerin devrildiği anlamına geliyordu. Bu zaferleri nedeniyle, Beethoven’ın gözünde bir idole dönüştü.
Artık olgunluk dönemine girmiş olan Beethoven, en büyük eserlerinden bazılarını bu yıllarda besteledi. Örneğin bir başyapıt olan 5. Senfoni, devrimin müziğine göndermelerle doludur. Zaten kendisi de senfonisinin, katledilen Fransız devrimci lider Jean-Paul Marat’a ithafen yazılan satırların müzikal bir yorumu olduğunu belirtiyor; “Elimizde kılıç, hayatlarımızı, cumhuriyet ve insan hakları uğruna feda etmeye hazırız.”
Yegâne operası Fidelio ise siyasi mahkûm olan kocasını İspanyol hapishanesinden tek başına kurtarmaya soyunan bir kadının mücadelesini anlatır. Dekoru, siyasi nedenlerle Fransa dışına taşımıştı ki bu nedenlere İspanya’daki rejime karşı duyduğu nefret de dahildi.
Öyle devrimci bir ruh ki o, Beşincinin her bir bölümünü farklı ölçüler üzerine kurmuş. Bu yapıtın meşhur açılış bölümü, tarih boyunca ortaya konmuş tüm müzik eserleri içindeki en çarpıcı açılış olabilir. Tesadüf bu ya, zafer anlamına gelen mors kodu sinyali “V”nin de müzikal karşılığıdır. Ve bu sinyal, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransızlar tarafından Alman işgal kuvvetlerine karşı yürütülen muharebede, orduların bir araya toplanması için çağrı görevi görüyordu.
Bu müzik değil; politik ajitasyon. Bize, dünyanın kötüye gittiğini söylüyor; Değiştirelim! Hemen şimdi!
Şef Nikolaus Harnancourt
Bir başka ünlü şef ve müzikolog John Elliot Gardener, Beethoven’ın senfonilerindeki tüm ana temaların Fransız devriminin şarkılarına dayandığını keşfetti. Devrimin çağrısı olan “La Marseillaise” marşının [Devrimin sloganlarını içeren bu marş daha sonra Fransa’nın ulusal marşı olarak kabul edildi] bazı bölümlerinin (bilhassa da “Marchons, marchons”) “Eroica” senfonisinin açılışında yankılandığını duymak mümkündür. Beşinci piyano konçertosu (“İmparator”) orduların dinamiğini yansıtır. Fidelio’nun trompet pasajları ise Handel’in “Mesih” oratoryosunda vokal çizgisi altında cereyan edenleri yansıtıyor; “Borular üflenecek… Ve değişeceğiz hepimiz”.
Maalesef bu olağanüstü müzikal enerjiyi salıverdiği dönem, sinsi ve acı verici hastalığıyla giderek daha da gölgelendi. Duyma yetisini yavaş yavaş yitiriyordu. Bu muhtemelen, işitme duyusunu etkileyen bir menenjit türüydü. Henüz 28 yaşındayken, yani tam da şöhretinin zirvesindeyken başlayan hastalığı onu son yıllarına kadar tamamıyla sağırlaştırmamış olsa da gitgide kötüleşen durumu yüzünden öngörülemez, depresif ve hatta intihara meyilli hale geldi.
1805’te, Trafalgar’daki zaferinden sonra İngiliz donanmasının Fransız fetihlerini ablukaya almaya başlamasıyla birlikte Avrupa ekonomisi geriledi, gıda ve tüketici ürünlerinde giderek artan bir kıtlık yaşandı. Bu dönemin siyasi bunalımı, Beethoven’ı da bunalıma sürükledi. [1803’te bestelediği] Senfoni No.3’ü Napolyon’a adamıştı aslında ama 1802’de Napolyon hakkındaki görüşü değişmeye başladı. Aynı yıl bir dostuna yazdığı mektup, ona duyduğu öfkeyi yansıtıyordu: “Napolyon, Papa ile konkordato imzaladığından beri her şey kötüye gitmeye başladı.” Hayranlıkla başlayan süreç, Napolyon’un 1804’te kendisini İmparator ilan etmesiyle kızgınlığa dönüşmüştü. Yeni senfonisini ona adayacaktı ama, art arda gelen gelişmeler sonucunda “Napolyon” isminin üzerini hiddetle çizdi. Günümüzde hâlâ korunmakta olan elyazmasının üzerindeki yırtıklara bakınca sayfaya nasıl bir hışımla saldırdığını görmek mümkün. Elbette artık, diğer bir adı da Eroica olan bu senfoniyi bambaşka birine adayacaktı; devrimin anonim kahramanlarına.
Müzikal yaşamının üçüncü evresi, Avrupa ekonomisinde yaşanan geri tepme ve çöküş dönemine denk geldi. Napolyon’un 1815’teki yenilgiye uğraması ve Avrupa’da monarşilerin yeniden canlanması onu umutsuzluğa sürüklüyordu. Artık eskisi kadar üretken olamadığı bu zamanlarda, neredeyse her yerde ilerici düşüncenin geri çekilmeye başladığı söylenebilir. Muzaffer Britanya’nın büyük romantik şairleri Shelley ve Byron bile sürgüne gönderilmişti. Mary Shelley, Frankenstein’da, bir yandan yozlaşmış fikirler ve ırkçılık, diğer taraftan yükselen kapitalist ekonominin kontrolden çıkmışçasına endüstriyelleşmesi sonucunda yaratılan toplumsal gerginlik karşısında yaşanan ümitsizliği resmediyordu aslında. Bu, devrimin ve romantizmin sonuydu. Artık Beethoven ile neredeyse aynı yaşta olup, 1817’de “Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri” adlı burjuva ekonomisi çalışmasına imza atmış olan David Ricardo gibilerinin dönemi başlıyordu. Ve bundan böyle kapitalizmin şarkısı yükselecekti.
1816-19 yılları Avrupa toplumları için kâbus gibiydi. Bizler de şimdi, 2020’yi bitirip 2021’e girdiğimiz bu günlerde ondan aşağı kalmayacak bir kâbusu yaşıyoruz. Avrupa ekonomisi tam manasıyla kalıcı bir kışa girmişti ve bu durum ekonomi için de geçerliydi. Tarihe ‘Yazsız Yıl’ olarak geçti (bir diğer adı da Sefalet Yılı’dır) çünkü şiddetli iklim anomalileri görüldü ve bunların sonucunda tarihin en soğuk kışı yaşandı. Hasat alınamadı. Bu talihsiz gelişme muazzam ölçekli bir gıda kıtlığına sebep oldu. Krizin doruğa çıktığı yer Almanya idi. Avrupa genelinde gıda fiyatları hızla yükseldi. Açlık zamanları ekseriyetle isyanları da ortaya çıkarır. Fakat 1816 ve 1817 yıllarında yaşanan ayaklanmalar Fransız Devrimi’nden bu yana tanık olunan en büyük patlamaya dönüştü, isyanların şiddeti kentleri ele geçirdi. Çünkü bu, 19. yüzyıl Kara Avrupası’nı alt eden kıtlıktı.
Viyana’nın gerici atmosferinde boğulmaya başlamış, işlerin tekrar düzelebileceğine dair umutlarını çoktan yitirmiş olan Beethoven ise şunları yazıyordu: “Kahverengi biraları ve küçük sosisleri masalarına gelmeye devam ettiği sürece bu Avusturyalıların hiçbir şeye isyan edeceği yok.”
Ne var ki ömrünün son yıllarına tekabül eden 1820’ler, kapitalist üretim tarzının yayılması ve sanayinin Almanya ile Avusturya kırsalında yoğunlaşmaya başlaması sonucunda Avrupa’da görülmeye başlanacak ekonomik canlanmanın yılları oldu. Doğrusu, ilk kapitalist çöküş 1825’de yaşandı. Ardından Fransa’da yeniden güçlenen Bourbon monarşisinin devrilmesine sebep olan ve Britanya’da Reform Yasası ile sonuçlanan proleter mücadelenin ilk kıpırtıları ortaya çıktı. Böylece Britanya’da varlıklı erkeklere oy kullanma hakkı tanınmış oluyordu.
Ve 1827’de hayata veda edecek olan Beethoven, o sıralarda son şaheserini yarattı. 1824’te teslim ettiği eserinde, uzun zamandır üzerinde düşünmekte olduğu koro senfonisi fikrine yoğunlaştı. 1792’den beri tanıdığı Alman şair Schiller’in 1785’te yayınladığı “Ode to Joy” (Neşeye Övgü) metnini kullandı. Aslında Alman cumhuriyetçileri için yazılmış bir meyhane şarkısıydı bu. Schiller bu şarkıyı “Özgürlüğe Övgü” (Freiheit) adıyla sunmayı düşünüyordu ama gerici güçlerin muazzam baskısı karşısında ‘Neşe’ (Freude) sözcüğüne yönelmek zorunda kaldı.
Schiller’in şiiri, günümüzde Avrupa Birliği Marşı olarak kullanılan Senfoni No.9’un en önemli bölümünü oluşturur.
Dokuzuncu senfoni, İnsanlığın La Marseillaise’i olarak adlandırıldı.
Beethoven’ın devrimci iyimserliğinin sesi yeniden canlanıyor. Yenilgiyi kabullenmeyen, ne yaşanırsa yaşansın başını asla eğmeyen büyük bir devrimcinin sesidir bu.
Michael Roberts
Çeviri: Tuna Emren