Türkiye’de balık ve balıkçılık

22.03.2019 - 07:57
Haberi paylaş

Türkiye’de balık ve balıkçılık
Karekin Deveciyan
Aras Yayıncılık, 2013 (beşinci baskı)

Türkiye’de balıkçılık konusunda yazılmış en kapsamlı kitap özelliğini hâlen koruyan çalışmanın, bir diğer özelliği de yayım tarihi. İlk kez 1915 yılında Arap harfleriyle Türkçe olarak piyasaya çıkmış. Bunu 1925 yılında Fransızca tercümesi izlemiş. Ancak, uzun yıllar yeni basımları yapılmadığı için, zor bulunan bir kitap hâline gelmiş…

Nihayet Aras yayıncılık bu meseleyi halletti ve Erol Üyepazarcı’nın özenli çevirisini, 2006 yılında yayımladı. Yeni basımlar sayesinde artık zor bulunan bir kitap olmaktan çıktı.

Söze başlarken, “bir özelliği de yayım tarihi” dedim, çünkü o yılarda herhangi bir konu hakkında bilimsel yöntemlerle hazırlanmış, kapsamlı araştırma sayısı ne yazık ki çok değil. Yazar, kitabının önsözünde şöyle yazıyor: “Memleketin tabii servetlerinden bulunan balıklar ile sair su hayvanları hakkında… şimdiye kadar hiçbir inceleme yapılmamasını ve buna dair eser vücuda getirilmemesi, (bizde balıkçılığın gelişmemesinin başlıca nedenidir.) Gerekli ilerlemeye bir çığır açmak maksadıyla işbu kitabın yazılıp düzeltilmesine teşebbüs ettim… Beş senelik bir sürekli çalışma neticesinde şu eserin bitirilmesine… muvaffak olunmuştur.”

Reşad Ekrem Koçu, Ansiklopedi’sinde yayımlanan makalesinde bu kitap için, “millî kütüphanemizde benzerine ender rastlanan muazzam eserlerdendir, kendi mevzuunda ise tek eserdir” diyor.

Konu, “balıklar”, “kabuklular ve yumuşakçalar” ve “av araçları ve malzemeleri” başlıkları altında üç ana bölümde inceleniyor. Bu ana bölümlerin altında 29 bölüm bulunuyor. Ayrıca, bir de ekler var. Bu eklerden ikisi, Türkiye’nin gölleri, nehirleri, dereleri ve çaylarıyla ilgili bilgiler içeriyor. Son yıllarda kirlilikleriyle adından söz ettiren bu yerler, bir zamanlar karınca kararınca balık da elde edilen havzalarmış. Neredeyse 100 sayfayı bulan eklerden bir tanesinde Erol Üyepazarcı, kitapta yer alan eski coğrafî adların yenilerini veriyor. Diğeri ise, çok dilli bir sözlük.

Malum nedenler sonucu, özellikle son kırk yılda pek çok balık türü ya yok oldu ya da miktarı azaldı. Günümüzde balık mevsimi adı verilen günlerde dahi, çeşidi bol diye bilinen bir balıkçıya gittiğimizde gördüğümüz balık türlerinin sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. Oysa bir yüzyıl önce yazılmış kitapta sadece deniz balığı olarak 50’den çok balık türü hakkında bilgi yer alıyor. Ve bunların önemli bir bölümü İstanbul’un kıyılarında avlanabiliyor. Oysa bu balıklar artık yok. Örneğin, artık Marmara’da ne uskumru ne de kılıç balığı görülüyor. Orkinoslar, denizlerin süsü yunuslar, foklar da öyle.

Balıklarla birlikte, balıkçılık kültürümüz de azalıyor. On çeşit balık adı sayabilen, kolyozla uskumru veya palamutla çingene palamudu arasındaki farkı bilen, balığın taze mi yoksa bayat mı olduğunu anlayan kaç kişi var; balıkların bir kısmının göçmen, bir kısmınınsa yerli (yani göç etmeyen) olduğunun kaç kişi farkında. Balık tüketimimize gelince, o da hiç parlak değil. Bırakalım denize kıyısı olan ülkeleri, kıyısı olmayanlar bile bizden daha çok deniz ürünü tüketiyor. Balık ve balıkçılıkla ilgili ciddi kaç kitap yayımlanıyor?

Farkındayım, yazı hayli karamsar bir hâl aldı, ama durum bu.

Büyüklüğüne göre farklı adlar

Yazar, palamut için, “Temmuz’un sonuna doğru, sardalya kadar boyu olan bazı küçük yavrular görülür. 15 Ağustos’ta boyları iri bir kolyoz kadar olur, bunlara çingene palamudu ismi verilir. 15 Eylül’de bu balıklar normal bir palamutun boyuna erişir ve Boğaziçi’nden düzgün olarak geçmeye başlar. Ekim ayında balık büyür ve yağlanır, tuzlamaya uygun hale gelir. Bir yaşına kadar olan balıklara palamut denir, iki yaşına gelince torik olur, üç yaşındaki iri toriklere sivri denir… Torik ve palamutların üçte biri tuzlanır, üçte ikisi taze balık olarak yenilir,” diyor.

Ancak, günümüzde balık az olduğu ve yeterince gelişmesine imkân tanınmadığı için, ben tuzlama oranının çok daha düşük olduğunu düşünüyorum.

Palamutun İstanbul tarihinde özel bir yeri var; şehrin en önemli doğal gelir kaynaklarından balık ve balıkçılığın sembolü haline gelmiş. Bizans’ın Roma İmparatorluğu döneminde basmış olduğu sikkelerde palamut balığının tasvir edildiğini görüyoruz. Başta antik yazarlardan Strabon olmak üzere, bazı yazarlar şehrin balıkçılık konusundaki önemine değinirken onun adını telaffuz ediyorlar.

Adı çok bilinen göçmen balıklardan bir diğeri, kimilerine göre lezzet bakımından diğer balıklara büyük fark atan lüfer. Büyüklüğüne göre farklı adlar alıyor. Boyu 10 santime kadar olan lüferlere defneyaprağı, 10-18 cm arasında olanlara çinakop, 18-25 cm arasında olanlara sarıkanat, 20-25 cm arasında olanlara lüfer, 35 cm’den fazla olanlara kofana deniyor.

Yazı Karadeniz’de geçiren lüferler Eylül ortalarından itibaren Boğaz’a girmeye başlıyor. Bu göç Aralık sonuna kadar devam ediyor. Büyük bölümü Marmara’da kışlayan lüferler, Mayıs’ta tekrar Karadeniz’e dönüyor.

Yapmasını bilenler için türlü türlü yemeğe malzeme olan hamsi, boyu 10-12 santimi geçmeyen küçük bir balık. Yazarın verdiği bilgiyi okuyalım: “(Kasım sonlarında) Karadeniz’den inmeye başlarlar ve bu iniş Mart ayının sonuna kadar devam eder. Mart ve nisan ayında Marmara’da yumurtlarlar, mayıstan itibaren Karadeniz’e çıkmaya başlarlar… Yılın her mevsiminde Marmara Adası’nın civarında, Paşalimanı’nda ve Erdek Körfezi’nde hamsi bulunur… hamsi özellikle Karadeniz’de Sürmene, Trabzon ve Sinop kıyılarında çok boldur… Taze hamsi genellikle kızartılarak yenir. Ama Karadeniz kıyısında yaşayanların ondan çeşitli yemekler hazırladığı da bilinir, hatta bir çeşit pasta yaptıkları bile söylenir. Hamsi tuzlanarak da saklanır. Trabzon civarında, hamsinin bol ve çok zayıf olduğu ilkbaharda, tütün tarlalarında gübre gibi de yararlanılır.

Yazarın kitapta tanıttığı ilk balık olan kılıç balığı, bir zamanlar İstanbul’un en gözde balıklarından biriymiş… Ancak 1970’li yıllardan sonra Boğaziçi’nde kılıç balığı gören yok. Oysa zamanında yaz ortasına kadar Ege ve Marmara’dan Karadeniz’e çıkar, eylülle kasım arasında da Marmara’ya dönermiş. Bu iri yarı, üstelik kılıcı da olan balık için gerçekle hiç ilgisi olmayan rivayetler bile uydurulmuş. Deveciyan, bunlara da değiniyor: “Kılıç balığının ürkütücü bir şekli ve görünüşü vardır, çok güçlü ve esnektir, balina ve köpekbalığı gibi hayvanlara saldıracak kadar cesurdur. Kılıcıyla kayıkların, hatta yelkenlilerin gövdelerini delebilecek, ağlara ve dalyanlara büyük zararlar verebilecek güçte olduğundan bazıları bu balığı balıkçılar ve diğer denizciler için çok tehlikeli bir hayvan olarak düşünür… Kılıç balığı ne doğanın kendisine verdiği kılıcı ne de gücünü kötüye kullanır. Çok yumuşak başlı bir hayvandır. Bir dalyanın içinde kılıcının ucu ağın bir düğümüne takıldığı andan itibaren kaderine küser ve hareketiz kalır, hatta sudan çıkarıldığı zaman diğer balıkların yaptığı gibi çırpınmaz.

Kaybolan, azalan veya terk-i diyar eden balıklardan biri de uskumru. Yazar, bu balığı şu şekilde anlatıyor: “Şekli, boyutları ve katları itibariyle uskumru, kolyoza benzer. (Bu nedenle uskumrunun ortada kalkmasından sonra birçok balıkçı kolyozu uskumru diye satabiliyor.) İlk bakışta aralarındaki farkı görebilmek (kolay değildir)… Uskumrunun yakalama mevsimi kasımda başlar ve martın sonuna kadar sürer. 14 nisandan 13 hazirana kadar avlanan uskumruların hiç yumurtası yoktur, çok zayıftırlar ve çiroz diye isimlendirilirler. Haziranın ikinci yarısından itibaren yağlanmaya başlarlar, artık kurutulmaya uygun değildirler, bunlara 13 kasıma kadar lipari denir… Uskumrular, kasım başından itibaren Karadeniz’den inmeye başlarlar. Bir bölümü Akdeniz’e kadar gider, diğer bölümü Marmara ve Boğaziçi’nde kalır… Hava elverişli ise nisan ayının başından itibaren Karadeniz’e dönerler… 14 nisan’dan 13 haziran’a kadar yakalanan uskumrular yumurtlamalarından sonra zayıfladıklarından taze olarak yenemezler.” Bu balıklar kurutulup çiroz yapılıyor.

Ancak tüm bu bilgilerin günümüzde pek bir manası yok. Eğer geçtiğimiz yılı saymazsak 30 yıldır, Karadeniz ve Marmara’da uskumru yok. Buraları terk edip Kuzey Ege’ye yerleşmiş. Çiroz severler de iri istavritlerden yapılan çirozla yetinmek zorunda!

On beş ilâ yirmi tayfa

Kitabın üçüncü ana bölümünde av araçları ve malzemeleriyle ilgili bilgiler yer alıyor. Av araçlarından biri, günümüzde artık var olmayan dalyanlar. Oysa bir zamanlar İstanbul kıyılarında 50’den çok dalyan varmış. Kitapta yer alan kötü basılmış bir haritada bunların yerlerini görüyoruz. Özellikle Boğaziçi’nin Kuzey yarısı dalyanı bol bir bölge. Deveciyan, “Türkiye sularında kullanılan sabit ağların en önemlileri, tarihi çok eskilere kadar uzanan dalyanlarıdır” diyor ve devam ediyor, “özellikle göçmen balıkları avlamak için ortaya çıkmışsa da bu, bazı dalyanlarda aynı zamanda yerli balıklarla gezici ve uğrayıcı avlanmasına engel teşkil etmez… Dalyan kurabilmek hiçbir zaman kolay bir iş olmamıştır. Her yer dalyan kurmaya elverişli değildir… Dalyanlar ancak balıkların geçit yeri üzerine kurulur, ayrıca belirli ölçüde akıntılardan ve dalgalardan da korunmuş olmalıdır… İşletilebilmesi için, on beş ilâ yirmi tayfaya gereksinim vardır…”

Ancak zaman içerisinde şartlar değişmiş, dalyanlar gittikçe azalmış ve 1980’li yıllara doğru kaybolmuşlar. Konuyla ilgilenenler, Beykoz önlerindeki dalyanın Boğaziçi’nin en son dalyanı olduğunu söylüyor.

Kitabın yazarının doğum tarihi biraz tartışmalı, bazı araştırmacılar 1856 derken, bazıları 1867 diyor. Ancak doğum yerini kesin olarak biliyoruz: Harput. Buradaki Fransız okulunda başladığı öğrenimini İstanbul’da Katolik Ermenilerin okulu olan Lusavoriç İdadisi’nde tamamlamış ve 1891’de Düyun-u Umumiye İdaresi’ne girmiş. Bursa, Bandırma, Selanik, Sivas ve Beyrut gibi yerlerde çalıştıktan sonra, 1910 yılında İstanbul Balıkhanesi Merkez Müdürlüğü’ne, 1917 yılında da Balık İşleri Başmüfettişliği’ne atanmış.

Çevirisinin başında yer alan tanıtma yazısında Erol Üyepazarcı Deveciyan’ın yazı faaliyetinin elimizdeki kitapla sınırlı olmadığını belirtiyor: “Bazı müstear adlarla “Tesadüf” ve “Gül Fidanı” adıyla iki Fransızca öyküyü dilimize çevirmiştir… Ayrıca, kendi ifadesine göre, “K. Kemal” adıyla, İstanbul’da çıkan bazı gazete ve dergilerde fenni makaleler yazmıştır.” Özellikle elimizdeki kitabın yayımlanmasından sonra balık ve balıkçılıkla ilgilenen uluslararası bilim çevrelerinin ilgisini gören ve kendisine bilimsel konularda başvurulan bir kişi haline gelen yazar, uzun bir ömür sürmüş ve 1964 yılında vefat etmiştir.

Umarım Devciyan’ın bu çalışması yeni araştırmalara vesile olur. Onlardan da balık ve balıkçılığımızın yeni durumunu öğreniriz.

Ahmet Eken

(Bu yazı, AltÜst dergisinin 28. sayısından alıntıdır. AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari)

Bültene kayıt ol