Sadie Robinson, Harvey Weinstein'ın cinsel tacizini ve sorunun sistemin kendisinden kaynaklandığını tartışıyor.
Geçtiğimiz günlerde yapımcı Harvey Weinstein’ın tacizci ve tecavüzcü olduğunun ortaya çıkması toplumun derinlerde yatan cinsiyetçiliğin bir dışavurumuydu
Çok fazla sayıda insan Weinstein’ın ne yaptığını biliyor olmasına rağmen, taciz yıllarca devam etmiş.
Birçok kadın sessiz kalmalarının sebebini Weinstein’ın elinde güç olması ve o güçle kendilerinin hayatlarını mahvedeceğinden korkmaları olarak açıkladı.
Weinstein’ın suçlandığı bu şiddet ve taciz, bütün dünyada kadınların başına geliyor.
Peki, neden?
Hollywood’da yaşananların ortaya çıkmasının ardından milyonlarca kadın kendi tecrübelerini anlatmak için #MeToo etiketiyle sosyal medyada paylaşımda bulundu.
Kampanya her gün cinsiyetçilikle karşı karşıya olan ve hayatta kalan onlarca kadının tecrübelerini paylaştığı Everyday Sexism sitesinde yankılandı.
Bu arda parlamento tarafından yapılan anketler gösteriyor ki, genç kadınların çoğu okulda ve ya üniversitede tacize uğruyor.
Geçtiğimiz hafta The Guardian köşe yazaro Suzanne Moore’un da yazdığı gibi, “Cinsel taciz bir defa olan bir şey değil, aslında çoğu kadının hayatının arka planı.”
Maalesef bu genel olarak bütün erkeklerin problem olduğuna dair bir bakış açısına sebebiyet verebilir. Moore’un da yazısının devamında yakındığı gibi, “Dönen bütün bu dolaplar, erkeklerin üstün konumu, hâlâ dinleyemeyen erkekler…”
Çoğunluk
Eğer problem erkekler değilse ne?
Kadınlara yönelmiş bu tacizin boyutları utandırıcı bir seviyede. Ancak bütün erkeklerin kadınları taciz etmediğini veya tecavüzcü olmadığını unutmamamız gerekir.
Hatta bazı erkekler #MeToo kampanyasına kadınların mağdur olduğu bu tacizlerin kendilerinde nasıl bir tiksinti uyandırdığına dair paylaşımlarda bulundular. Bazıları ise kendi taciz deneyimlerini paylaştılar.
Erkekler gerçekten kadınlara karşı iğrenç davranışlarda bulunabiliyorlar. Bu durumla her an mücadele etmeli ve erkekleri değişmeye zorlamalıyız.
Ancak taciz içinde yaşadığımız çevreden kaynaklanıyor, biyolojimizden değil.
Kadınlar yönelik baskı, Britanya’da da olduğu gibi, kapitalist toplum yapısı tarafından inşa ediliyor.
Kadınlar hâlâ aynı işi yapan ortalama bir erkek işçiyle aynı ücreti alamıyorlar. Görünmez bir engel kadınların daha yüksek pozisyonlara ulaşmasını engelliyor.
Kadınların fakirlik içinde yaşaması erkeklerin aynı şekilde yaşamasından daha olası. Ayrıca kadınlar hâlâ ev işleri ve çocuk bakımı için erkeklerden çok daha fazla sorumluluk alıyorlar.
Aile içi şiddet ve tecavüzden hayatta kalanların çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor ve bu arada taciz zaten çok sıradan bir realite.
Kadınların üzerindeki bu baskı mekanizması, kendini haklı kılmak için cinsiyetçi tutumlara ihtiyaç duyuyor.
Ama aslında kadınların hayatının erkeklerin hayatından daha önemsiz olduğu fikri tepeden inme bir fikir.
Bazı hâkimler tecavüzle suçlanan erkeklere daha “hoşgörülü” cezalar verirler. Çünkü tecavüzün, tecavüze uğrayan kadının suçu olduğunu düşünürler ya da tecavüzcü erkeğin “hayatının olumsuz etkilenmesinden” çekinirler.
Polis neredeyse her zaman kadınlara karşı işlenen suçlar konusunda beceriksizdir. Kadın ya da erkek, doğum kontrolüne erişimi kısıtlamaya çalışan ve ev içi şiddete uğrayan kadınları korumak için atılan adımları durdurmaya çalışan milletvekilleri var.
Zaten acımasız bir toplumda yaşıyoruz ve şiddetin en kötüsü de tepeden geliyor. Hükümetler zenginlerin çıkarlarını korumak için acımasızca kanlı savaşlar çıkarıyorlar.
Düzeni korumak için silahlı kolluk kuvvetlerini kullanıyorlar. Hükümetlerin bu politikaları milyonlarca insanın hayatının sefalet ve acı içinde geçmesine sebep oluyor.
Kadın ve erkek işçiler kadınların üzerindeki bu baskı karşısında ortak çıkarları paylaşıyorlar. Bu mekanizmadan ancak onu yaratan sistemden kurtulursak kurtulabiliriz.
Bunların hepsinin de üstünde kadınlara cinsel birer objeymiş gibi muamele ediliyor. Açıkça görülüyor ki bu bireysel suçlardan çok daha fazlasına işaret ediyor. Her alanda kadınların cinsel obje gibi sergilendiği imajlarla karşılaşıyoruz.
Kadın bedenini sadece ürünlerini satmak için kullanan bütün o reklam filmlerini düşünün. Modanın, güzellik ve estetik ameliyat endüstrilerinin kadınları kendi görünüşlerine takıntılı bir biçimde odaklanmayı nasıl teşvik ettiğini düşünün.
Kadınlar filmlerde, popüler müzikte, basında ve televizyondaki programlarda sürekli olarak objeleştiriliyor ve stereotipleştiriliyor.
Bize bu objeleştirme sürecinin “özgürlük” olduğu söyleniyor. Gerçekte ise kapitalizm, cinselliği yozlaştırdı ve yabancılaştırdı.
Kadınlara alınıp satılacak mallar gibi davranılıyor. Bütün bunlar kadına yönelik şiddetin temelinde yatan şeyler.
Egemenler, kadınların ve erkeklerin belli kalıplar içinde davranmasının “doğamızdan” kaynaklı olduğunu iddia ediyorlar.
Kadınların yaşadığı şiddet olaylarından, sefalete kadar bütün problemler için bireyleri suçluyorlar.
Zaten eğer böyle yapmasalardı toplumun yapısını suçluyor olurduk ve bu da egemenler için büyük bir problem olurdu. Çünkü egemenlerin sınıfsal çıkarları kapitalist toplum yapısını savunmalarını gerektiriyor ve bunun için de yapmaları gereken şey fikirlerini en iyi şekilde pazarlamak.
Cinsiyetçilik insan doğasından kaynaklı değildir. Eğer öyle olsaydı her yerde ve her an olması gerekirdi. Birçok antropoloğun cinsiyetçiliğin hiçbir şekilde bulunmadığı topluluklarla alakalı çalışmaları var.
Mesela Eleanor Leacock cinsiyetçiliğin “c”sinin dahi bulunmadığı birden çok topluluk olduğuna dair kanıtlar buldu.
Bu gibi çalışmalarda mesela, Kanada’da yaşamış olan avcı-toplayıcı Amerikan yerlileri Naskapi topluluğu gibi örneklerden bahsediliyor.
Leacock “karar verme süreçlerinin daha olgun, yaşlı kadınlar ve erkekler arasında geniş bir şekilde dağıldığını” keşfetti. Erkekler kadınlar üzerinde herhangi bir şekilde güce veya otoriteye sahip değiller.
Frederick Engels gibi Leacock da, kadınların üzerindeki baskının aile, sınıflı toplum yapısı ve devletin yükselişiyle geliştiğini anlatıyor.
Cinsellik
Ürün dediğimiz şey üretim fazlası olduğunda ortaya çıktı ve o üretim fazlarını kontrol etmek için egemen sınıf oluştu. Miras olarak bırakılan malın “meşru” olmasını sağlama ihtiyacı kadın cinselliğinin daha fazla kontrol edilmesini gerekli kılıyordu.
Üretimde yaşanan değişiklikler erkek iş gücünü önceledi, çocuk doğurmak ve yetiştirmek kadınların rolü haline geldi.
Kapitalist sistem için aile kurumu çok önemlidir çünkü geleceğin iş gücünü üretir ve mevcut iş gücünü de ücretsiz olarak korur.
Baskı ailede başlar. Bunun içindir ki çoğu siyasetçi bugün hâlâ aileyi bir norm ve arzu nesnesi olarak sunar.
Gerçekte ise kadına ve çocuklara karşı uygulanan şiddet çoğu zaman evin içinde cereyan eder. Bütün bunların zıddına sınıflı toplum yapısı ortaya çıkmadan önce kadınlar toplumda daha aşağı bir konumda değillerdi. Bu toplumlar dayanışma temelliydi, rekabet değil. Yani cinsiyetçilik her zaman mevcut değildi ve devrim anlarında da gerilemişti.
1917’deki Sovyet Devriminden önce kadınlar erkeklerin malı olarak görülüyordu ve köylü erkeklerin karılarını kırbaçlaması yasal haktı.
Kadın işçilerin gösterileri ve grevleri Şubat’ta devrim olmasını sağladı. Devrim yayıldığında kadınların tolumdaki pozisyonları da dönüşmeye başladı. Boşanma ve kürtaj yasallaştırıldı.
Kadınlar, o zamanlar sadece Norveç ve Danimarka’daki kadınların sahip olduğu oy haklarını kazandılar. Devrimci hükümet eşit işe eşit ücret verilmesini, iş yerinde kadın-erkek herkesin eşit haklara sahip olmasını sağladı ve doğum yapan kadınlara da ücretlerinin ödenmeye devam edilmesini sağladı.
Komünal kreşler, restoranlar ve çamaşırhaneler kadınların “sorumluluklarını” toplumsallaştırdı ve dayanışma yoluyla çözdü.
1919 ve 1920 yılları arasında Petrograd’daki nüfusun %90’a yakını komünal sistemi kullanarak beslendi.
En yakın örnek olarak 2011’de Mısır’da yaşanan devrim sürecinde nefret edilen diktatör Hüsnü Mübarek’i devirmek için kadın erkek herkes sokaklara döküldü.
Protestolar
Kadınlar devrimin gelmesini sağlayan grevlerde ve devrim sürecinde öncülerdi. Ordunun saldırmasından sonra kadınları savunmak için birçok büyük protesto düzenlendi.
Devrimci Mahienour El-Massry’nin de söylediği gibi, “Süreç ilerledikçe toplum kadınlara zayıf ve yardıma muhtaç varlıklar olarak değil, insan olarak bakmaya başladı.”
Ancak iki örnekte de iğrenç bir karşı devrim kadınları sürecin içinde kazandıkları bütün haklardan mahrum bıraktı.
Rusya’da diktatör Joseph Stalin evlilik kurumunu teşvik etti ve yasal olan kürtajı tekrar yasakladı.
Yine de bu süreçler içinde kadınların hayatları ile ilgili olarak gözlemlenen bu radikal değişimler baskının insan doğasından, biyolojiden ya da bireysel olarak erkeklerden kaynaklanmadığını gösterdi.
Baskı için erkekleri suçlamak sadece onu yaratan sistemin paçayı kurtarmasına yarıyor. İşçi sınıfının egemenler yerine birbirlerini düşman olarak görmelerine sebep oluyor. Kadınların üzerindeki baskıdan en çok erkeklerin yararlandığına dair olan yanlış algıyı güçlendiriyor.
Kadınlar kürtaj hakkından mahrum kaldığında erkeklerin bundan bir çıkarı yok. Kadınları maaşından kesildiğinde erkekler aynı oranda zam almıyorlar. Belki kadınların ve erkeklerin tecrübeleri farklı, ancak cinsiyetçi ayrımcılıktan ve bölünmeden yararlananlar sadece patronlar.
Erkek işçilerin sistemden en çok yararlanan grup olduğu fikrini yine aynı işçilerin acımasız yaşam koşulları parçalıyor. 20 ila 49 yaş aralığındaki erkeklerin intihar ederek kendilerini öldürmeleri başka herhangi bir sebeple ölmelerinden daha olası.
Kapitalizm kadın erkek demeden sıradan insanları her zaman hayal kırıklığına uğratacak ve kadıların üzerindeki bu cinsiyetçi baskıdan kurtulmak da sistemin kendisinden kurtulmak için anahtar bir role sahip.
Bütün bunlar, emeğini satan herkesin kadın erkek demeden birleşik olarak mücadele etmesinde ortak bir sınıfsal çıkar olduğunu gösterir.
Sınıflı toplum yapısından kaynaklanan bu adaletsizlikler sadece insanlık tarihinin %10’undan daha kısa bir süredir var. Eğer adaletsizliği yaratan sistemden kurtulursak, adaletsizliğin kendisinden de kurtulmuş oluruz.
Sadie Robinson
(Socialist Worker'dan çeviren Rumeysa Özüyağlı)
(Fotoğraf: Naskapi kadınları)