Bir Halk Sağlığı Uzmanının penceresinden koronavirüsü salgını

27.04.2020 - 17:14
Haberi paylaş

Prof. Dr. Ali Osman Karababa (Halk Sağlığı Uzmanı) yazdı.

Halk Sağlığı Bilim Dalı’nda; en sık görülen, en çok öldüren ve en çok sakat bırakan hastalıklar önemli ve öncelikli sağlık sorunu olarak nitelendirilir. Günümüz sağlık istatistiklerine baktığımızda, dünya genelinde ve ülkemizde bu tanıma uyan sağlık sorunlarının başında kalp-damar sistemi hastalıkları, solunum sistemi hastalıkları, kanserler, diyabet, ishalli hastalıklar ve elbette trafik kazaları gelmektedir. Tüm dünyada doğumda beklenen yaşam süresi uzadığı için bu sağlık sorunlarının önemli bölümünü kronik hastalıklar başlığı altında toplamak da olası. Bakışımızı özellikle gelişmekte olan ülkelere yönlendirdiğimizde hala enfeksiyon hastalıklarının öncelikli gruba girebildiğini görmekteyiz.

Salgın hastalıklar bu işin neresinde?

İnsanlık tarihinde kimi zaman milyonlarla, kimi zaman da yüzbinlerle ifade edilebilecek sayıda insanı hasta eden ve öldüren hastalıklarla karşılaşabiliyoruz. Tabii ki bu karşılaşmalar 20. Yüzyılın getirdiği teknolojik yenilikler, antibiyotiklerin bulunması, hastalıklara karşı geliştirilen aşıların yaygın kullanımı, dezenfeksiyon ve sterilizasyonun yöntemlerinin gündelik yaşamda uygulanması ile giderek azaldı ancak yok olmadı. Hatta var olan neoliberal dünya düzenin getirdiği yıkımlar, eşitsizlikler ve yaşam biçimi tercihlerimiz nedeniyle artma olasılığı da hiç göz ardı edilmemeli.

Geçmişe baktığımızda, bilinen salgın tarihçesinin oldukça hareketli olduğu görülmekte. Kayıtlara giren çok sayıda salgın var ancak birisi bence daha önemli, 1347-1357 yılları arasında Avrupa'yı etkileyen veba salgını. Bu salgın Avrupa’da 75-100 milyon olarak tahmin edilen nüfusun yüzde 30-60’ının ölümüne neden olan büyük bir salgındı.

Salgın hastalıklar tarihinde emperyalizmin de önemli bir yeri olduğu görülmektedir. Bunun en tipik örneklerinden birisi 15. Yüzyılda Amerika kıtasının sömürgeleştirilmesi sürecinde ortaya çıkan ve kıtanın 60 milyon civarında olduğu tahmin edilen nüfusunu 5-6 milyona düşüren çiçek, veba, kolera salgınlarıdır. İşgalcilerin taşıdıkları ve kıta yerlilerinin daha önce karşılaşmadıkları bu hastalık etkenleri yerel halkın ölüm fermanı olmuştur.

1817-1824 yılları arasında Asya ve Avrupa’da görülen kolera pandemisinde 100 binden fazla insanın öldüğü, 1918-1920 yılları arasında yaşanan İspanyol gribi pandemisinde ise yaklaşık bir milyon insanın öldüğü tahmin edilmektedir. 2013-2016 yılları arasında görülen Batı Afrika ebola virüsü salgınında da 11 binden fazla insanın öldüğü kayıtlara girmiştir.

Salgın nedir?

Süreci biraz daha iyi değerlendirebilmek için öncelikle salgın kavramına göz atmakta yarar var. “Bulaşıcı hastalığın bir bölgede veya toplumda belirli zaman aralığında beklenenden daha fazla görülmesi hali” salgın olarak nitelenir. Bazı hastalıklar belirli bölgelerde sürekli vardır ve her yıl birbirine yakın sayılarda yeni olgu saptanır. Dalgalı seyir gösteren bir görülme sıklığına sahiptir. Ancak bazen bu sıklığın katlanarak artması söz konusu olabilir ki biz bu artışı salgın olarak niteliyoruz. Bazı hastalıklar ise hiç görülmemişken birden ortaya çıkması ve yayılması hali de salgın olarak değerlendirilir. Salgın bazen bir küçük yerleşim yerini, bazen bir kenti, bölgeyi ve hatta bir ülkeyi etkisi altına alabilir.

Salgın hastalık ülke sınırlarını aşıp çok sayıda ülkede görülür hale geldiğinde ise pandemi durumundan bahsedilir. Bu duruma da kurulduğu zamandan bu yana Dünya Sağlık Örgütü karar vermektedir. Şu an içinde bulunduğumuz durum bu. Dünya sağlık örgütü 11 Mart 2020 tarihinde korona salgınını pandemi olarak dünyaya duyurdu. Bu tarihte 114 ülkede 118 binden fazla vaka vardı ve 4 bin 291 kişi virüsün yarattığı klinik tablo nedeniyle hayatını kaybetmişti.

Ayrıca bir salgında hastalık etkeninin kişiden kişiye bulaşma hızı, bulaştığı kişilerde şiddetli hastalık ortaya çıkma oranı, hastalık ortaya çıkan kişiler arasındaki ölüm oranı da salgının ne düzeyde önemli olduğunu gösterir. Yaşadığımız Yeni Korona Virüsü salgınına baktığımızda Çin’de ilk olgunun görüldüğü 12 Aralık 2019 tarihinden bugüne ki geçen süre 135 gün, tüm dünyaya yayılmış durumda. 25 Nisan 2020 tarihi itibariyle dünyada kanıtlanmış olgu sayısı 2.719.897, ölüm sayısı 187.705’ya ulaşmış durumda. Türkiye’de ise Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan 26 Nisan 2020 tarihli açıklamada olgu sayısı 110.130, ölüm sayısı ise 2.805 olarak bildirilmiştir.

Sayılardan bahsetmişken “buzdağı fenomeni” adını verdiğimiz bir kavramdan burada bahsetmekte yarar var. Yukarıda belirtilen rakamlar buzdağının denizin üzerinde görünen küçük bölümü. Bu bölüm test yapılan ve sonucu pozitif bulunanlar, klinik bulgularla tanı konulanlar, hastanede tedavi edilenler ve ölenlerden oluşmaktadır. Denizin üzerinde görünmeyen büyük bölüm ise bilinmeyen olgular, klinik bulgularının grip ve benzeri diğer enfeksiyonlarına benzerliği nedeni ile covid-19 tanısı almamış olanlar ve taşıyıcılardan oluşmaktadır. Buzdağının altında kalan grubu üstteki bölüme geçirerek gerçek büyüklüğe en yakın resmi görebilmenin tek yolu da güçlü bir birinci basamak, etkin bir sevk sistemi ve son olarak da Dünya Sağlık Örgütü’nün sürekli vurguladığı “test, test, test”, Güney Kore’de uygulandığı gibi.

Her ne kadar açıklanan resmi veriler konusunda, “salgın bilimi-epidemiyoloji” alanında kullanılan matematiksel modellemelerle yapılan hesaplamalarda elde edilen sonuçlar nedeniyle (hesaplanan olgu sayıları bildirilenlerin yaklaşık altı katı, ölüm sayıları ise üç katı daha yüksek) haklı tereddütler olsa da ülkemiz bağlamında düşündüğümüzde salgın sürecinin ortalarına yaklaştığımız anlaşılmaktadır.

Salgının gidişatı, salgını kontrol altına alma çalışmaları her ülkenin kendi yönetim biçimine bağlı olarak değişiyor. Temel beklenti hastalığa duyarlı insanların sayısal olarak salgının devam edemeyeceği boyuta gelmesidir. Bulaşıcı hastalıklarla mücadele sürecinde üç öge önemlidir; kaynak yani hasta kişi (veya hayvan), bulaşma yolu ve sağlam insan (duyarlı kişi). Mücadele yöntemleri bu üçlü üzerine inşa edilir. Covid-19 enfeksiyonunda bulaşma hava yoluyla gerçekleşmektedir. Hasta kişinin solunum sisteminden damlacıklarla havaya yayılan virüslerin sağlam insan tarafından solunan havayla alınması ile bulaşma gerçekleşmektedir. Yapılacak iş aslında basit. Damlacıkların duyarlı insanlar tarafından solunmasını önlemek. Bunu önleyebilmek için önce kişiler arasındaki mesafenin en az bir metre olması gerektiği, sonra bunun iki metre olması gerektiği bilgisi paylaşıldı. Daha sonraki çalışmalar ise damlacıklar ve içindeki virüslerin daha uzun mesafelere gidebildiğini ortaya koydu. Damlacıkların ve doğal olarak taşıdıkları enfeksiyon ajanlarının hastalığı bulaştırmasını önlemek için hastaların ve taşıyıcıların çok hızlı biçimde belirlenerek sağlam insanlardan ayrılması gerekir. Bu bağlamda sokağa çıkma kısıtlaması benimsenebilecek bir başka ek etkin yöntemdir.

Farklı ülkeler salgını önlemek için ne yaptı? 

Çin ilginç bir örnek. Biraz gecikmeli tanı koymaya başlasalar da ülkede çok katı önlemlerle süreci başında kontrol altına almaya çalıştılar. İnsanların sokağa çıkmasını kesinlikle engelleyen ve olguları olabildiğince fazla test yaparak saptamaya çalışan bir yol izlediler. Hastalarla teması olanların neredeyse hepsine ulaşarak pozitif olgu olup olmadıklarını değerlendirdiler. Ülkeye giriş çıkışları engellediler. Salgını kontrol altına aldıklarından emin oluncaya kadar bu süreci götürdüler ve sonrasında önlemleri kademeli olarak kaldırdılar. Ancak salgın sürecini tamamladıklarını düşünmüyorlar ve izleme çalışmaları sürüyor.  

Güney Kore’de sürecin başından itibaren olabildiğince çok test yapılarak hasta ve taşıyıcılar belirlenmeye, toplumdan ayrılarak enfeksiyonu sağlam insanlara bulaştırmaları olabildiğince önlenmeye çalışıldı. Yani buzdağının bütününü görebilmek için etkin bir çalışma yürüterek salgını kontrol altına aldılar hem de en az kayıpla.

İngiltere gibi sürü bağışıklığı uygulaması ile başlayıp sonrasında kısıtlamalara giden ülkeler de var. Başlangıçta en riskli grup olan 65 yaş üstü nüfus dışında kalanları özgür bırakıp duyarlı havuzunu salgını önleyecek sayıya gelene kadar azaltma yolunu seçtiler. Ancak süreç kontrolden çıkınca kısıtlayıcı önlemlerle süreci kontrollü götürme yoluna geri döndüler.

Bir de ABD gibi ne yaptığını anlayamadığım ülke modeli var. Aslında bir modelden bahsetmek de olası değil. Ülkede toplumun bütününü kapsayan kamusal bir sağlık örgütlenme modeli yok. Sağlık güvencesi bulunmayan çok sayıda insanın yaşadığı, aylık ödenen sigorta bedeli uyarınca hizmet veren bir özel sağlık sigorta sisteminin bulunduğu ülkede salgın yönetiminden bahsediyoruz. Ki bu da ABD’de olabildiğince çok kayıpla salgının sonuçlanacağı anlamına gelmektedir.

Ülkemizde pandemi süreci nasıl yönetildi?

Ülkemizde, salgının yönetimi bilimle politika arasına sıkıştı. Sağlık Bakanlığı’nın konuya ilişkin, ağırlıklı olarak akademisyenlerden oluşturduğu bilim kurulu üyelerinin verdiği kararların Cumhurbaşkanı’na sunulduğu ve verilen son karar doğrultusunda sürecin yönetildiğini biliyoruz. Aslında salgın yönetimi bilimsel kurallar uyarınca yapılacak bir iş olup politik kararların sürece müdahalesi söz konusu olmamalıdır.

- Salgın mücadelesi için gerekli önlemlerin uygulanmasına geç başlanıldı. Çin’de başlayan salgının ülkemize de uğramayı ihmal etmeyeceği bilinen bir gerçek olduğu halde.

- Sınırlar geç kapatıldı, birçok ülkeye uçak seferleri kademeli olarak durduruldu ve bu süreçte birçok hasta ve taşıyıcının ülkeye girişi gerçekleşti (umreye gidenler dahil).

- Ülkeye girenlere karantina uygulamasına geç başlandı. 

- Karantina uygulanacak yerlerin sağlanması süreci sosyal ve psikolojik travmalara neden oldu.

- Salgınla mücadele sürecinde görev alacak tüm ekipler için ve en başta sağlık çalışanları için gerekli olacak koruyucu donanımların tedarik işinde geç kalındı.

- Koruyucu donanımların sağlık çalışanlarına ulaştırılması süreci iyi yönetilemedi.

- Hasta ve taşıyıcıların erken evrede belirlenebilmesinin önemi bilindiği halde bu amaç için kullanılacak testlerin sağlanmasında gecikme yaşandı.

- Özellikle test sonucu pozitif olan taşıyıcılar ve hastalığı hafif geçiren olgulara evlerinin dışında, ayrılan mekanlarda uygulanacak etkin izolasyon yerine evde gönüllü izolasyon yöntemi seçildi.

- Sağlık Bakanı’nın tüm televizyon konuşmalarında üzerinde ısrarla durduğu üç uygulamadan özellikle “fiziksel mesafenin korunması” kuralına toplumun yeterince uyumu sağlanamadı. Yönetimin aldığı bazı kararlarla bu uygulamayı kimi zaman ciddi boyutta sekteye uğrattı.

- 13 Mart 2020 itibariyle üniversitelerin tatil edilmesi kararı üzerine otogarlarda yaşanan izdiham, fiziksel mesafenin korunması kuralının nasıl yerle bir olduğunun somut göstergesi oldu. Benzer kararlar alınırken sonrasında ortaya çıkacak tablonun önceden değerlendirilmesi ve beraberinde gerekli düzenlemelerin yapılması gereklidir.

 - Çok merkezde ve yaygın test uygulanması yerine yavaş yaygınlaşan ve zorlayıcı kriterler bağlamında uygulanan test süreci söz konusu oldu.

- Yapılması gereken erken evrede tüm toplum için sokağa çıkma kısıtlaması olduğu halde gecikmeli olarak önce 65 yaş ve üzeri risk grubu için sonrasında 20 yaş ve daha küçük olanlar için sokağa çıkma yasağı getirildi.

- Hastalığın yayılmasında toplumsal hareketliliğin önlenmesi için 30 büyük il ve Zonguldak’ta kente giriş ve çıkışlar izne bağlandı. Ancak uygulamada çok ciddi aksaklıklar yaşandı. Otobüslerin engellendiği ortamda özel araç hareketliliği engellenmedi. Bu sorun daha sonra alınan kararla düzeltildi.

- Salgın yönetiminde toplumun uyum sağlamasında yönetim sürecine güven büyük önem taşır ve bunu sağlayacak en önemli ögelerden birisi de “şeffaflık ilkesi”dir. Bu ilkeye yeterince uyulmamaktadır.

- Salgın sürecine yönelik önlemler sonucu ortaya çıkan sosyoekonomik sorunlarının çözümü için alınan önlemlerin yetersizliği ve çözüme yönelik uygulamalar salgının yayılması açısından riskin artmasına neden oldu.

- Salgın yönetiminde, aynen afet yönetiminde olduğu gibi, konuyla ilgili tüm kurumların bir kriz masası etrafında bir araya gelerek, etkin işbirliği içinde, birbirlerini yok saymadan ve süreci ortak akılla yönetmeleri gerekirken bu gerçekleştirilemedi.

- Hastalığın yayılmasını önlemek için alınan önlemlerin uygulanmasında sermayenin korunmasına yönelik yönetim tercihleri çok dikkat çekici oldu. Bunlardan bazıları:

* Salgın günlerinde maden şirketlerinin topluma kapalı doğal alanlarda çalışmasına göz yumuldu.

* Kanal İstanbul Projesi için ihale yapıldı.

* Salda Gölünde ekolojik yıkım gerçekleştirildi.

* 17.01.2020 tarihli Resmi Gazetede "305 maden sahasının ihalesi” ilanı yapıldı, 16 Mart 2020 tarihli Resmi Gazete'de yayımlandı. “Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Esaslara Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile uygulamaya geçirilen yönetmeliğin 6'ncı maddesiyle doğal koruma alanları ticari faaliyetlere açıldı.

* 26 Mart 2020 günlü 31080 (mükerrer) sayılı Resmi Gazetede yayınlanan torba kanun ile “Özel mülkiyete konu taşınmazların yenilenebilir enerji kaynak alanı olarak belirlenmesi halinde, söz konusu alanlar üzerinde 2942 sayılı Kanunun 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırma yapılabilir” şeklinde düzenleme yapıldı.  

Pandeminin ekolojik boyutu

İnsanlığın dünyadaki yayılma alanları genişleyip yabanıl yaşamla daha yakın temas kurması hatta çoğu zaman iç içe geçmesi, başka bir söylemle insanlığın yabanıl yaşam alanlarını istilası yeni salgınların gelişmesine neden olmaktadır. Çünkü gündelik yaşamda yakın ilişkide bulunmamızın söz konusu olamayacağı canlılarla temas artmaktadır. Artan temas hayvanlarda görülen hastalıkların bir bölümünün insanlara bulaşmasına neden olabilmektedir. Özellikle kısa zamanda ve hızla çoğalma becerisine sahip mikroskobik canlılar, örneğin virüsler, genetik yapılarında ortaya çıkan değişimlerle evrim geçirerek insana bulaşabilme özelliği kazanabilmektedir.

İnsanların dünya yüzeyinde bu denli geniş alanlara yayılmasının bir nedeni de bilindiği gibi sermayenin doğayı bir meta olarak görmesidir. Doğanın metalaştırılmasında önemli bir adım da Dünya Bankası’nın “doğa sermayesi-doğal sermaye” kavramını kullanmaya başlamasıdır. Dünya Bankası, gelişmekte olan ülkelere, toplumsal refahın artırılmasında sahip oldukları doğalarını bir sermaye olarak diğer sermaye türleri yanında kapitalizmin emrine sunmalarını önermektedir. Hatta bu öneride daha da ileri gidip, koruma altındaki alanları da doğal sermaye içine dahil edip kullanıma açın demekte ve bu söylemi çevre yıkımlarını gizlemek için kullandığı meşhur “sürdürülebilir kalkınma” kavramı içine yerleştirmektedir. Toplumsal refahın artırılması ve sürdürülebilir kalkınma kandırmacası ardında doğanın talanının önü açılmakta, paraya dönüştürülebilecek ne varsa kapitalizmin çarkları arasında yok olup girmektedir. Bu yok oluş beraberinde ekosistemlerin çökmesini, yaşam alanlarının giderek daralmasını ve yaşanmaz olmasını getirmektedir.    

Bu süreçte küresel iklim krizinin de etkili olduğunu biliyoruz. İklimin krizinin dünyamızın ortalama sıcaklığını giderek daha çok artırdığı, yağış döngülerini değiştirdiği, deniz seviyesini yükselttiği bilinen gerçekler. Bu değişiklikler mikroorganizmaların (virüs, bakteri, parazit, mantar gibi) ve vektörlerin (insanlara hastalık taşıyan aracı canlılar) yaşam döngülerini de etkilemekte. Bu canlıların biyolojik yapıları, beslenme zincirleri, yaşam ortamları ve üreme şekilleri değişmekte. Bunun anlamı önümüzde bu tür canlılara dair bilinmezliklerin artacağı, bu tür canlılardan kaynaklanan sağlık sorunlarıyla daha sık karşılaşılacağıdır.

Pandemi sorununu tartışırken endüstriyel hayvancılıktan da bahsetmek gerekir. Yakın geçmişte yaşanan kuş gribi ve domuz gribi salgınları henüz unutulmadı. Binlerle ifade edilebilecek sayıda hayvanın kapalı dar alanlarda beslendiği bu ortamlar, hayvanlarda bulunan virüslerin insan virüsleri ile buluşup evrim geçirmeleri için ideal alanlar. Ve bu karşılaşmaların sıklığı nedeniyle insanda hastalık oluşturabilecek yeni bir türün ortaya çıkma olasılığı da oldukça fazla.   

Gelinen noktada, kapitalizmin neden olduğu ekolojik yıkımlar, iklim krizi ve endüstriyel hayvancılık gibi nedenlerin sonucu,  bir hayvan hastalığının artık insan hastalığına dönüşmüş olmasıdır. Artık bulaştığı insanların bağışıklık sistemi, tamamen yabancısı olduğu bir etkenle baş etmek zorundadır. Artık tetik çekilmiştir. Hastalık hızla yayılmaya başlar. Hastalık etkenini tanımıyor olmamız sürece müdahaleyi geciktirir ve olay salgın boyutuna ulaşır. Olgu sayıları katlanarak artar. İnsan hareketliliğinin ve ulaşımın bu denli hızlı olduğu bir dünyada salgın sınırları aşarak çok sayıda ülkeye yayılır, pandemi halini alır. Yeni Korona virüsü (Covid-19) salgınında karşılaştığımız durum tam da budur.

Salgınları ekolojiyle ilişkilendirdiğim bu bölümde Dünya Sağlık Örgütü’nün dikkat çektiği bazı bulaşıcı hastalıkları sıralayarak paylaşmak istedim. Sıralanan hastalıkların hepsinin yeni dünya düzeninin yol açtığı ekolojik yıkımlarla yakından ilişkili olduğu görülmektedir.

Nipah virüsü: Meyve yarasalarından hayvanlara ve insanlara bulaştığı düşünülüyor.

Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (CCHF): Kenelerden insanlara bulaşıyor.

Ebola virüsü: Meyve yarasalarından kaynaklandığı düşünülüyor.

SARS (Şiddetli Akut Solunum Yetmezliği Sendromu): Misk kedisinden insanlara bulaştığı  düşünülüyor.

MERS (Orta Doğu Solunum Sendorumu): SARS ile aynı aileden geliyor. Develerden insanlara bulaşması söz konusu.

Zika virüsü: İnsanlara ağırlıklı olarak bu virüsü taşıyan bir sineğin ısırmasıyla geçiyor. Rhesus maymunlarından bulaştığı tespit edildi.

X Hastalığı: DSÖ özel ilgi gösterilmesi gereken potansiyel salgınlar listesine 'Hastalık X' adında bir hastalık eklemiş. Bilim insanları, dünyanın herhangi bir yerinde yeni bir virüsün ölümcül bir salgınla ortaya çıkma olasılığının her zaman mevcut olduğunu belirtiyor.

Komplo teorilerini severiz

Üzerinde durmamız gereken bir konu da komplo teorileri ve sosyal medyadaki bilgi kirliliğidir. Bunlar hastalığa yönelik dikkati dağıtan, bireylerin gereken önlemleri almasını kimi zaman sekteye uğratan, toplumun paniğe kapılmasına neden olan söylemlerdir. Ne yazık ki insanlarımızın önemli bir bölümü bu yönden gelen iletileri mantık süzgecinden geçirmeden ve güvenilir kaynaklardan doğrulamasını yapmadan hemen paylaşmakta ve sorunun büyümesine katkıda bulunmaktadır.

Aslında  komplo teorilerinin bilinçli olarak çıkarıldığı kanısındayım. Amaç ise salgın ile ekolojik yıkım arasındaki ilişkiyi maskeleyerek yönetimlerin ve neoliberal düzenin sorumluluğunu en azından bu açıdan gözden kaçırmaktır.

Hala yapılabilecekler

- Salgınla mücadelede ön cephede olan ve en büyük riski göze alan sağlık çalışanlarının meslek örgütleri ile acilen işbirliği yapılmalıdır.

- Halkın seçilmiş yönetimleri olan belediyeler sahip oldukları ciddi işgücü ve altyapı olanaklarıyla salgınla mücadelede ve halkın mücadeleye etkin katılımının sağlanmasında önemli aktörler olarak yaptıklarının engellenmesi yerine en kısa zamanda sürece dahil edilmelidirler.

- Salgınla mücadelede toplumun tüm bileşenlerinin sürece etkin katkısını sunabilmeleri için toplumsal mutabakat sağlayacak girişimler acilen başlatılmalıdır.

- Salgınla mücadele sürecine yönelik her kesimden uzman görüşleri hoşgörü ile değerlendirilmelidir. Eleştirilerin ortak noktası sürecin toplumsal çıktısını en iyi noktaya taşımak olduğu göz ardı edilmemelidir.

- Halk Sağlığı uzmanlarının talebi buzdağının bütününü görebilmeye yönelik olup ancak bu koşullarda alınacak önlemlerin gerçek anlamda hedefe ulaşmayı sağlayabileceği unutulmamalıdır. Bu bağlamda salgınla ilgili epidemiyolojik veriler paylaşılarak gerekli bağımsız analizlerin yapılması olanağı sağlanmalıdır.

- Salgın yönetimine dair tüm süreçler, bilim kurulu kararları ve salgın verileri tüm açıklığı ile toplumla paylaşılmalıdır. Bu fısıltı gazetesinin susması için gereklidir (susturulması değil).

Sonuç olarak

Covid-19 hastalığına neden olan etken corona grubundan, yabanıl hayvanların vücutlarında yaşayan bir virüs, bizim için bir zoonoz, yani hayvanlardan insanlara bulaşan bir hastalık aslında. Burada hemen belirtmek gerekir ki değişik hayvanların vücutlarında yaşam alanı bulan çok sayıda korona virüsü türü bulunmaktadır. Bunun anlamı da, zaman içinde insanlara bulaşabilecek biçimde evrim geçirerek insanlarda sağlık sorunu yaratabilecek hatta salgınlara belki de yeni pandemilere, Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımlamasıyla yeni “X Hastalıklarına” neden olabilecek daha pek çok virüsün var olduğudur. Bu noktadan hareketle: 

- Dünya ülkelerinin geçirilmiş tüm eski deneyimlere karşın yeni salgınlara hazır olmadıkları anlaşılmıştır. Bu son ders olmalıdır. Buradan çıkarılacak deneyimlerle geleceğe yönelik hazırlıklar yapılmalıdır.

- Gelinen noktada küresel bir sorunla karşı karşıyayız ve çözümü de küresel ölçekte olmalıdır.

- Yeni dünya düzeninin yarattığı ekolojik yıkımların insanlığa getirdiği yeni salgın riskleri, iklim krizi ve 6. Yok Oluş, düzen değişikliğinin gerekliliğini göstermektedir.

Covid-19 pandemisi eylemlerde dile getirdiğimiz “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz” sloganının doğruluğunu bir kez daha göstermiştir. 

Prof. Dr. Ali Osman Karababa

(Dosya) Sağlık emekçileri anlatıyor

Bültene kayıt ol