Marksist.org, Onur Haftası dosyası kapsamında Aylime Aslı Demir ile bir söyleşi gerçekleştirdi.
Kaos GL ve Kaos Q+ Dergi Genel Yayın Yönetmeni Aylime Aslı Demir, OHAL uygulamalarının LGBTİ hareketine etkilerini, tüm dünyada sağ popülist otoriter akımların yükselişinin getirdiklerini, farklı baskı türlerine karşı mücadelelerin birleşmesinin önemini, queer teoriyi ve din ile eşcinsellik ilişkisini Marksist.org’a anlattı.
Röportajın tamamı şöyleydi:
OHAL dönemi LGBTİ hareketini nasıl etkiledi? Son Pride’a dönük baskılar ışığında da bir değerlendirmeyle başlar mısın?
OHAL’i konuşurken ilk aklımıza gelenler, elbette çok can yakıcı olması nedeniyle, daha görünür mevzular üzerinden oluyor; ihraçlar, kapatılan STK’lar-yayınlar, gözaltılar, daralan kamusal alanlar gibi. Ancak bunları ilk dalga olarak nitelendirmek gerektiğini düşünüyorum, zira bu gerçekleşenler kolay kolay telafi edemeyeceğimiz, çok daha uzun erimli sorunları beraberinde getirmekte. OHAL uygulamalarından günümüze, medyada LGBTİ görünürlüğünün hiç olmadığı kadar azaldığını görüyoruz örneğin, hedef gösteren-nefret içerikli haberler hariç. Seks işçilerinin çalışma alanları olan sokakların artık hiç olmadığı kadar polis ablukasında olmasıyla, zaten güvensiz olan hayatlarına yoksullaşmanın da eklendiğini söyleyebiliriz. KHK’lar ile ihraç edilen hâkim ve savcıların yerine atanan, öncesinde hiçbir cinsel yönelim ya da cinsiyet geçiş davasına bakmamış, geçiş süreci mevzuatından bihaber hâkimler, davaların seyrini kötü anlamda değiştirmekte. Değinmek istediğim bir diğer önemli mevzu da akademide yaşanan tahribat. Toplumsal cinsiyet, LGBTİ ve queer çalışmalarına yönelik hem akademik üretimin büyük oranda sekteye uğradığını hem de akademi ve aktivizm arasında köprü olan akademisyenlerin üniversitelerden ihraç edilmesiyle toplumsal hareketlerin etki alanının daraldığını söyleyebiliriz. Derslerine konuk olduğumuz, birlikte dersler yürüttüğümüz akademisyenler artık üniversitelerde değil. İçlerinde konferanslar, film gösterimleri düzenlediğimiz üniversitelerin artık sadece salonları değil girişleri de kapandı bizlere. Bu alanda çalışmalar yürütecek öğrencilere danışmanlık yapacak hocalar olmadığı gibi üniversitelerde bu konulara dair dersler de kalmamış durumda. Yıllardır sorunsuz bir şekilde örgütlenen eylemler, hemen her şehirde OHAL gerekçesiyle engellenmekte. İşin korkutan yanı, bu engel sadece şehir meydanlarında yapmaya çalıştığımız etkinliklerde çıkmıyor karşımıza, kendini OHAL uygulayıcısı olarak gören (muhtemelen gerçekten öyle görüyorlar) rektörler tarafından İTÜ’de olduğu gibi engellenmekte. Ancak LGBTİ’lerin neşesiyle aşık atabilecek bir aklın olduğunu sanmıyorum, zira İstanbul’da toplanamazsınız diyen akla karşı “peki o zaman kentin her yerine dağılıyoruz” diyerek bütün sokakları eylem alanına çeviren, İzmir’de barikatın ilerisine yürüyemezsiniz diyen akla karşı barikattan geriye koşarak cevap veren, Mersin’de hiçbir sokak ve caddede eylem yapamazsınız denilmesi üzerine vapurla denizi eylem alanına çevirebilen bir hareket bu.
Dünyada otoriteryan sağ popülist hareketler neoliberalizmin girdiği krizle birlikte yükselişte. Dolayısıyla mücadele çetin bir evreye girmiş gibi görünüyor. Trump’lı dünyada LGBTİ hareketinin de düzeyi, radikallik derecesi, kaygıları ve en önemlisi kazanımları değişiyor mu?
Sağ popülizm sizin de dediğiniz gibi elbette neoliberalizmin girdiği krizle, belki daha spesifik olursak 2008 krizinin ve Suriye savaşının tüm dünyayı etkilemesiyle giderek yükselişte. Trump, Erdoğan, Le Pen, Putin; arka arkaya sıralanmasına son dönemde aşina olduğumuz isimler elbette ortak, bizler için çok önemli yanları var. Bütün bu karizmatik liderler, örgütlü yapılara karşı nefret duyuyorlar; ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarına, uluslararası ittifaklara, sendikalara, kendinden olmayan siyasi partilere –ki zaman zaman kendi partilerine de. Bu nefrete sürekli karşı karşıya kaldığımız iç ve dış düşmanlar söyleminin her an hazır ve nazır bir şekilde karşımıza çıkmasıyla tanıklık ediyoruz. Türkiye özelinde LGBTİ hareketinin bu kadar çok şehirde güçlenmesinin en önemli nedenlerinden birini de kurumsallaşması, uluslararası örgütlerden almakta olduğu destekler olarak görürsek, bütün bunların tehlike altında olduğunu söyleyebiliriz. Popülist politikaların ortaklaştığı bir noktanın da keyfilik olduğunu düşünürsek, eşcinsellik bizim ülkemiz gibi ülkelerde hem iç düşman hem de dış düşmanların maşası olarak görülmekle birlikte, Fransa’da Le Pen’in de zaman zaman yaptığı çıkışlara yakın bir yerden İslamofobi ve göçmen karşıtlığını güçlendiren argümanlar hâline gelebiliyor.
Ancak bu kaygıların aynı zamanda başka mücadele alanlarını hem zorunlu kıldığını hem de önceki soruda dile getirdiğim gibi yaratıcı ve ulus-aşırı eylemlilikleri teşvik ettiğini görüyoruz. Trump’ın LGBTİ’lere yönelik yapmış olduğu açıklamalar, şimdiye kadar ancak kapitalizmle olan yakın ilişkileri ile dile gelen ABD’deki Onur yürüyüşü organizasyonlarının Trump politikalarına karşı örgütlenen en büyük eylemlere dönüşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Fransa'dan yapılan ve geçtiğimiz günlerde karara bağlanan başvuru sonucunda trans kimliklerin tanınması için zorunlu kısırlaştırma şartı uygulamasının bir insan hakları ihlali olduğuna karar vererek Türkiye dâhil tüm devletleri gerekli yasal düzenlemeyi yapmakla yükümlü kıldığını da görüyoruz.
Kimlik ve yönelim özgürlüğü mücadelesi aynı zamanda ırkçılığa, kapitalizme, türcülüğe karşı politikaları kapsıyor ya da türetiyor gibi görünüyor. Bu bağlantıların kurulmasını mümkün kılan şey nedir sence? Bu kadar heterojen bir grup, hem kapsayıcı hem de bu kadar radikal ve net olmayı nasıl başarabiliyor?
Kaos GL’nin yayın hayatına başladığı (1994) ilk günden bu yana bahsetmiş olduğun başlıkların hep bir arada ele alındığını görüyor olsak da aslında bu ilişki özellikle Türkiye’de son 1-2 yıldır (elbette benim takip edebildiğim kadarıyla) kesişimsellik (intersectionality) kavramının da etkisiyle daha görünür olmaya başladı. Ancak bu kavram özellikle Batılı çözümlemelerde sınıf bileşenini genellikle dışarıda bıraktığı için eleştirilse de oldukça önemli bir şeyin, tam da senin sorunun altını iyi bir şekilde çiziyor; maruz bırakıldığımız ayrımcılıklar bizim hiç de farkında olmadığımız kadar aynılaşabiliyor. Irkçılık ile türcülük arasındaki bağı görmeden, kimliklerimizin farklılaşan boyutlarını ele almadan yürütülen mücadelenin hep eksik kalacağını düşünüyorum. İnsan merkezli bir düşünme biçiminin merkeze aldığı şeyin beyaz, hetero, erkek, genç, sağlıklı bir insanı tariflediğini biliyoruz. Dolayısıyla bu bakış kadın olduğunuzda, eşcinsel olduğunuzda, hayvan söz konusu olduğunda ne diyeceğini az çok tahmin edebiliyoruz. Ama her grubun kendi içindeki farklılıklarını okurken yetersiz kaldığımız durumlarda bu konulardaki düzenleyici ve disipline edici söylemlerin birbirine ne kadar yakın olduğunu hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Muhtemelen İnsan’a dair kavrayışı şimdiye kadar hiç olmadığı kadar genişleten LGBTİ hareketinin bütün bu ayrımcılıklara dair kavrayışının böylesi gelişkin olmasının nedeninin de yola “ne idiğü belirsiz” bir yerden çıkmış olmasına bağlıyorum.
ADA kapsamında verilen Queer Teori dersinin yürütücülerinden birisisin. Queer teorinin LGBTİ aktivistleri açısından ve genel siyaset açısından sunduğu olanaklar sence nelerdir? Queer teori sadece LGBTİ hareketi için değil herkes için bir siyaset olanağı sunuyorsa, bunu kendinden önceki teorilerin hangi eksiklik ve hatalarına referansla yapıyor, bu anlamdaki iddiası nereden geliyor?
Queer’i tartışırken genelde kastedilen şeyin zaman zaman farklılaştığını görüyorum, o yüzden öncelikle potansiyelleri olduğunu düşündüğüm kavramın ne olmadığını dile getirmek istiyorum. Kastettiğim eşcinsel özgürleşme hareketleriyle beraber mücadeleyi tarifleyen lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks kelimelerinin LGBTİ kısaltmasına eklenen bir harf ya da bütün bu kısaltmaların daha moda, şemsiye terimi değil. Bunu ilk elden kimliklerin ve öznelliklerin radikal biçimde sorgulanması olarak ele alabiliriz. Buradan baktığımız zaman teorinin özellikle 80’lerden sonra kurulu öznelliklere atıfta bulunarak normların istikrarsızlaştırılmasını, bu normlar aracılığıyla ‘normalleşen’ öznelerin ve bunun dayattığı yaşam anlayışlarının eleştirisi olarak görebiliriz. Ancak çok daha etkileyici olan potansiyeli, onun tam da şimdiye kadarki teori anlayışlarının kendi normalleştirici yanlarını açık etmesinde görmek gerekir diye düşünüyorum.
Kaos GL derginin 151. sayısında “Din ve Eşcinsellik” dosyası hazırladınız. Pride ın son üç yılı ve AKP iktidarının geneli böylesi bir tartışmayı Türkiye’de hep güncel kıldı. Bu tartışmada gelenekçi, tepkisel ve bütüncül diye sınıflandırdığın 3 damardan bahsetmişsin. Siyaseten doğru okumanın sence hangisi olduğunu ve buna dair hareket içindeki tartışmaları açar mısın?
Öncelikle bu tasniflemeyi benim yapmadığımı dile getireyim, daha ziyade feminist Müslümanların (kendilerini bütüncül yaklaşım içerisinde gören grupların) kendilerinden önce yapılan Kuran tefsirlerini eleştirirken kullandıkları tasnifler olarak görebiliriz. Açıkçası Türkiye’de karşımıza çıkan kavrayışın, gelenekçi LGBTİ hareketi içerisinde tartışılma dinamiğinin ise tepkisel olduğunu düşünüyorum. Burada gelenekçilik olarak kastedilen şey, bütün Kuran tefsirlerinin sadece erkekler tarafından yazıldığı, dolayısıyla erkeklere ve onların deneyimine yer verildiğini ve erkekler dışındaki her mevzunun, kimliğin de onların arzu ve ihtiyaçlarını anlatan bir şekilde kurulduğunu dile getiriyor. Türkiye’de de kendisini İslam’la ilişkilendiren Osmanlı İslamcılığı (daha ziyade Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi düşünürler ile gelen) ve onun gelenekçi kimliğine eklemlenen sağcılık, ulusalcılık ve devletçilik ile yeniden şekillenen Türkiye İslamcılığı’nı bu tasnif içinde değerlendirebiliriz.
Türkiye’de LGBTİ hareketine yönelik saldırıların hemen ardından, bunlar dini referanslarla (elbette bunlar gelenekçi grubu referans almakta) meşrulaştırılmaya çalışılmakta. Kimi zaman yapılan bu saldırıları haklı kızgınlıklarla eleştirirken, Kuran’ın tek referansının bu gelenekçi çizgi olduğunu olumlayarak, İslam ve eşcinselliğin, İslam ve özgürleştirici bir kadın kimliğinin yan yana gelemeyeceği, eşcinsel ve Müslümansa yaptığının düpedüz aptallık olduğu dile getirilmekte. Bu eleştiriler cinsiyet ve cinsel eşitlikçi bir idealden konuşuyor elbette. Bunun için de pek çok delil sıralayabiliriz. Müslüman coğrafyalarda LGBTİ’lerin, kadınların konumları örnek olarak sıralanabilir. Ancak burada referans noktası olarak alınan gelenekçi İslam, Sünni Ortodoks İslam kastedilmekte ve tam da Ortodoks İslam’ın kendini tek İslam olarak gören ve heterodoksileri din dışı gören bakışını pekiştirmekten başka neye yarayabileceği konusunda emin değilim.
Burada kastettiğim, Kuran ile Müslüman arasına mesafe koyalım ve Kuran’ı değil de Kuran’ı yanlış anlayan Müslümanları eleştirelim değil; Kuran’ı önüne koyup onun yazıldığı şartlar ve çevreye odaklanan, metnin gramatik kompozisyonunun takibini yapan ve onun en temel ilkeleri ışığında (adalet gibi) metnin dünya görüşü üzerine tartışma yürüten çalışmaların oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.
Queer feminizmle veganizm ilişkisi oldukça yakın görünüyor. Bu konuda bir kavram atölyesi yürütmüştün. Türcülük karşıtlığının cinsel özgürlük mücadelesiyle kavramsal olarak iç içe geçişi olumsal mı (contingent) yoksa zorunlu mu?
Açıkçası kadın olmakla feminist olmak arasında nasıl bir zorunluluk ilişkisi kuramıyorsak, türcülük karşıtları ile cinsel özgürlük mücadelesi özleri arasında da zorunlu bir bağ olduğunu düşünmüyorum. Ancak nasıl ki heteronormativite bütün hayatı tek, “doğal” yönelim olarak görülen bir cinselliğe göre düzenliyorsa ve kişilerden bu yönelimin “gerekliliklerini” yerine getirmesi bekleniyor ya da buna zorlanıyorsa, etoburluk da tek, “doğal” beslenme biçimi olarak dayatılmakta. Dolayısıyla “zorunlu heteroseksüellik” ile “zorunlu etoburluk” arasındaki yakınlık, cinsel kimlik için düzenleyici ve disipline edici söylemler ile beslenme kimliğini kuran düzenleyici ve disipline edici söylemlerin tahliliyle ne kadar da benzeştiğini gözler önüne serebilir.
Röportaj: Canan Şahin & Merve Diltemiz