Ermeni soykırımının üzerinden 101 yıl geçti. 1915 senesinde işlenen bu büyük insanlık suçu, bir asırdan fazladır unutturulmaya çalışılıyor.
Ancak Türkiye Devleti’nin hem suçunu reddeden hem de toplumu hafızasızlaştıran inkârcı yaklaşımı son yıllarda sorgulanmaya başlandı ve epey yol kat edildi. Soykırımın tanınması için son yıllarda verilen mücadele, hesaplaşılmamış bu suçun sadece bir asır önceki tarihi bir olaydan ibaret olmadığını, etkisinin kesintisiz biçimde günümüzde dek devam ettiğini ortaya koydu.
Sosyalist İşçi gazetesi, aktivist ve akademisyenlere 100. yılın ardından mücadelenin geldiği noktayı sordu.
Arus Yumul – Profesör:
“Bu topraklarda gerçek mücadeleyi başlatan ve ne kadar kitleselleştiyse kitleselleştiren Hrant Dink’tir. Onun tek başına verdiği mücadele, öldürülmesinden sonra kitlesel bir hal aldı. Çünkü Hrant Dink insanların vicdanlarına, ruhlarına seslendi. Soruları sormadan bilinen cevaplar vardı bu ülkede de, yani cevaplar hazırdı, herkes onları ezberlemişti. Bizlere kalan devletin söylediğini ‘tekrarlamaktı’. Bu sarsılmaz, değişmez sanılan yaklaşımı Hrant Dink’in bozduğuna inanıyorum. Şunu söyleyeyim, ondan önce de sonra da konuşanlar, paradigmayı sorgulayanlar oldu. Ama Hrant Dink’in farklı bir üslubu, tonu vardı. Çünkü o, kalplere seslenmeyi biliyordu. Sanırım bugün onu tanımayan pek çok insan, Hrant olarak ondan bahsediyor, Hrant Dink demiyor. Bunun nedeni onu kendilerine yakın hissetmeleridir. Hrant’ın ölümü burada bir son değil bir başlangıçtı.”
Ufuk Uras –Yeşil Sol Parti:
“Ermeni soykırımının tanınması mücadelesi uzun soluklu bir şey, bir maraton. 100. yıla endekslemek zaten yanlış. Süreç içerisinde özellikle 101. yıl itibariyle, 100. yılın getirdiği basıncın kalkması bizim açımızdan daha da rahatlatıcı. Hem ilişkilerin normalleşmesi hem de HDP’nin meclis grubu tarafından bu meselelerin gündeme getirilmesi itibariyle bir kamuoyu oluşturuldu. Ben özellikle AKP’ye oy veren mütedeyyin kesimlerin kulaklarının 2008 yılındaki ‘Özür Diliyoruz’ kampanyasından beri açık olduğunu düşünüyorum. Ama eksik olan bizim yeterince ses çıkartmamız. Kendi steril dünyasında yaşayan gruplara zaten söyleyecek bir şeyim yok. Ama bu meselenin toplumsallaşması bizim hedefimiz olmalı.”
DurDe ve Antikapitalist’ler tarafından düzenlenen ‘Ermeni Soykırımını Anma Forumu’nda konuşan Ufuk Uras konuşmasında ‘Ergenekon davaları 2006’da başlasaydı Hrant’ı kaybetmezdik’ demişti. Uras’ın hükümetin Ergenekon’la uzlaştığı günümüz siyasi ortamına dair yorumları ise şöyle;
“Ergenekon davalarının başlamasıyla beraber, Cumartesi Anneleri’nin ara verdiği eylemlerine yeniden başlaması tesadüf değil. Bizim açımızdan Ergenekon kontrgerillayla, Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarını öldüren ekiple, onların bugünkü karşılığıyla mücadele demek. Dolayısıyla bu mücadeleyi hafifletmek, küçümesemek, ertelemek otoriter devletin tahakkümünden başka bir şey değil. Bu devlet içindeki yarılmanın kendisinden yola çıkarak , yani cemaat ve AKP yarılmasından yola çıkarak bu çetelerin normalleştirilmesi, masumlaştırılması kabul edilebilir değil. Bizim mücadelemiz onların kendi içindeki ‘it dalaşına’ tabi değil. Bu konularda kenarda köşelerde duran eğilimlerin daha büyük hassasiyet göstermesini sağlamak gibi öncelikli bir görevimiz var.”
Norayr Olgar –Nor Zartonk
“Devletin ısrarla sürdürdüğü bu inkar politikasının temel motivasyonu kuruluşundan geliyor. Soykırımla birlikte yurtlarından sürülen ve sürgün yollarında katledilen Ermeniler geride yüzyıllardır yaşadıkları evlerini, ekip biçtikleri tarlalarını, kiliselerini, tiyatrolarını bırakıp gidiyorlar. İttihat ve Terakki zihniyetinin devamı olan Kemalizm ve Türkiye Cumhuriyeti yeni ulusal burjuvazi için Ermenilerden kalan tüm terkedilmiş mülkleri hazır bir sermaye birikimi olarak gasp ediyor ve Türk bujuvazisi günümüze dek bu sermaye üzerinden yükseliyor. Soykırım üzerine kurulmuş ve devamında da Varlık Vergisi, 6-7 Eylül pogromu ve Vakıflar kanunu gibi ‘icraatlarla’ katlettiği, dünyanın bir ucuna sürdüğü, süremediğini de bu dönemlik haraçlar ve sindirme politikalarıyla yok etmeye çalışan bu devlet aslında tarihte ilmek ilmek örülmüş bu halının altından çekilmesinden korkuyor. Bu korkuyu Soykırımın hemen ardından Cumhuriyet’in kurucu meclisinin aldığı ve Ermenilerin topraklarına geri dönmesini engelleyen kanunlarla da görüyoruz. Biz Ermeniler en başta bu inkâr politikasına son verilmesini ve devlet tarafından özür dilenmesini istiyoruz. İnkâr sürdükçe soykırım da sürüyor. Hrant Dink'in, Sevag Balıkçı'nın ve Maritsa Küçük’ün öldürülmesi bunların bir kanıtıdır. Türkiye burjuvazisinin 1915 sonrası sermaye birikiminin hesabını vermesini ve soykırım mağdurlarına verilen zararın tazminini istiyoruz, kökleri bu topraklara bağlı olan diaspora Ermenilerine özgürce yurtlarına dönebilmeleri için koşulsuz vatandaşlık isitiyoruz, Ermeni halkına ait tüm kamusal alanların ve mülklerin iadesini ve restorasyonunu istiyoruz, soykırımı inkâr propagandası için kurulmuş organizasyonların lağvedilmesi ve devletin inkâr için harcadığı bütçenin toplumsal bir yüzleşmenin sağlanmasına ayrılmasını istiyoruz,Türkiye tarafından tek taraflı kapatılan Türkiye-Ermenistan sınırının koşulsuz açılmasını istiyoruz, soykırım faillerinin basında ve ders kitaplarında ifşa edilmesi ile inkârcılığı sürdürenlerin ifşası ve onlarla her türlü işbirliğinden kaçınılmasını istiyoruz. Bu ülkede esir olarak değil özgürce bir arada yaşamak istiyoruz. Her zaman dediğimiz gibi biz merhamet değil adalet istiyoruz.”
Pakrat Estukyan – Agos
“Türkiyeli sosyalistler, devrimciler en başından beri 1915’in hesaplaşmasının Türkiye’de olmasını önemsediler. Bu mevzunun Türkiye’de tartışılmasını ve konuşulmasını önemsediler. Ben çok mutluyum ki bu mesele son 5-6 yıldır artık sokaklarda konuşulabilir boyuta geldi. Her yıl 24 Nisan’ı bir şekilde kitlesel olarak anma ortamı oluştu. Bunu önemli bir kazanım olarak görüyorum. Ama son derece de yetersiz, çünkü bu hareket hâlen bir kamuoyu etkisi yaratamamaktadır. Aydınlarla, devrimcilerle ve akademik bir çevreyle sınırlı kalmaktadır. Esas mesele bunun halk nezdinde daha fazla karşılık bulmasıdır, bunun için çalışmalıyız.”
Atilla Dirim – DSİP
“Geçen sene 100. yıl olması sebebiyle bir simgeydi ve ayrı bir önemi vardı. Bu bir açıdan olumlu, bir açıdan olumsuzdu. Olumsuz noktası, ‘bu iş çözülecek’ gibi beklentilerin yükselmiş olmasıydı. Ama bu bir süreç meselesi. Ben bulunduğumuz yeri olumlu görüyorum. 10-20 yıl öncesini düşününce bu konuda toplantılar yapmak bile çok zordu. Bu konuda önemli bir farkındalık yaratıldı. Çok çeşitli gruplar, farklı etkinlikler yapıyorlar. Bu konudaki çabalar hızla artıyor. İyi bir yerdeyiz ama yeterli mi, elbette asla değil. Mutlaka mücadeleyi arttırmalıyız. Bir tünel olduğunu düşünürsek, tünelin ucundaki ışığı ben görüyorum.”