Seküler milliyetçilikten 'alternatif sağa': Irkçılık ve milliyetçiliğe karşı mücadele

18.01.2024 - 12:14
Haberi paylaş

Son günlerde adına kimi zaman “seküler milliyetçilik” kimi zaman “Türkçülük” denilen yeni bir sağ dalganın ortaya çıktığına şahit oluyoruz. Sokak röportajlarında ırkçılar rahatça “10 milyon tane affedersiniz insan olmayan yaratık var; Araplar, Afganlar, Pakistanlılar… Bunlara insan diyemeyiz, bunlar kesinlikle insan değil.” diyebiliyor, İstanbul’daki üç lisede öğrenciler Nazi selamı veriyor, Suudi Arabistan’da oynanması planlanan ama iptal edilen Fenerbahçe-Galatasaray maçının ardından Arap düşmanı binlerce yazı ve görsel yaygın bir şekilde paylaşılabiliyor. Irkçılığın böylesine normalleştirilmeye çalışıldığı bir ortamda, bu zehirli dille ve bu dilin kışkırttığı ırkçı eylemlerle mücadele etmek için önce bu dalganın nasıl ortaya çıktığını anlamalıyız.

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından bir ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Müslüman bir Türk milletini temel alıyordu. Bu yüzden gayrimüslimler başta olmak üzere farklı dinden ve farklı etnik kökenden vatandaşlar kitlesel kıyımlarla, ülke dışında sürülerek veya asimilasyona uğratılarak nüfus homojen hale getirilmeye çalışıldı. Resmî ideolojinin söylemleri bu yıllarda ırkçılıkla iç içe girdi; her ne kadar “Ne mutlu Türküm diyene” denilse de gayrimüslimlerin gerçekte Türk olmadıkları ama kanunen Türk sayıldıkları vurgulandı. Kafatası ölçümleriyle Türklerin “sarı ırkla bağlantılı olmadığı” ispatlanmaya çalışıldı. 

Ancak Türkiye sağında bu düzeyde bir ırkçılığı dahi yeterli bulmayan bir akım her zaman varlığını sürdürdü. Rıza Nur’dan Nihal Atsız’a uzanan Türkçü figürler için hem Türklük bir “ırk ve kan meselesi” idi, hem de Orta Asya’daki Türklerin Sovyetler Birliği’nden kurtarılması için Nazi Almanya’sı ittifak yapılabilecek bir güç olarak öne çıkıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nda etkisini giderek arttıran ırkçılar, Nazi Almanya’sının askeri olarak yenilmeye başlanması üzerine tasfiye edildiler. İsmet İnönü 19 Mayıs 1944’te yaptığı konuşmada “Türk milliyetçisiyiz, fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız. Memleketimizde politika garezleri için uydurulan ırkçılık önderlerinin çok acıklı faciaları hatıralarımızda canlıdır.” diyecekti. Soğuk Savaş koşullarında ABD etkisiyle canlandırılan antikomünizme, ırkçı düşüncelerin iade-i itibarı eşlik edecek, MHP’de somutlaşan faşist hareket hem Türklüğe hem İslam’a vurgu yapacaktı. Ancak Nihal Atsız’ın temsil ettiği, İslamcılığı ümmetçi niteliği nedeniyle olumsuz gören Türkçülük MHP’nin dışında kaldı.

Türkiye’de ırkçılığın erken dönem tarihi böyleyken, dünyada bugün yükselişe geçen aşırı sağ daha farklı dinamiklerden beslendi. Hem Avrupa’da hem de dünyanın pek çok yerinde aşırı sağ partilerin oylarını arttırdığını, bir kısmının iktidara geldiğini geliyoruz. Fransa’da eski adı Ulusal Cephe olan Ulusal Birlik partisi son iki AB parlamentosu seçiminden birinci parti olarak çıkarken İtalya’da neo-faşist örgütlerde yetişen Giorgia Meloni başbakanlık koltuğunda oturuyor. Arjantin’de Javier Milei seçimlerden zaferle çıkarken, Hollanda’da Geert Wilders’ın başında olduğu Özgürlük Partisi 22 Kasım 2023 seçimlerinden oyların yüzde 23,5’unu alarak birinci parti oluyor. Bu partilerin yükselişinin ardında 2008’den beri etkisini farklı oranlarda hissettiren ekonomik kriz, merkez sağ ve sol partilerin neoliberal politikalarda ortaklaşıp giderek birbirine benzemesinden kaynaklanan temsil krizi, Avrupa’ya yönelen göç dalgasının bir tehdit olarak gösterilmesi ve İslam düşmanlığının yoğunlaştırılması var. Aşırı sağ partilerin politikaları özellikle son on yıl içerisinde merkez sağ tarafından normalleştirildi ve merkez sağ partiler giderek daha çok bu politikaları benimsediler. Ancak bu benimseme merkez sağın değil aşırı sağın güç kazanmasıyla sonuçlandı. Aşırı sağ partiler tarihsel olarak savundukları Yahudi düşmanlığı ve biyolojik ırkçılık yerine son dönemde daha popüler olabilecekleri kültürel farklılık argümanını öne çıkardılar. Doğu toplumlarının kültürlerinin Batı toplumlardan farklı -ve daha aşağı- olduğunu ve onların Batı toplumlarına entegre olmasının imkânsız olduğunu anlattılar. Küresel iklim değişiminin büyük bir göç dalgası yaratacağını söyleyerek politikalarını korkunun – öteki korkusunun– üzerine kurdular.

Bu partilerin yükselişine daha genel bir “alternatif sağ” kültürün yükselişi de eşlik etti. İnternette doğan ve yayılan bu kültür, başlangıçta uluslararası forum sitelerinde karşılarındakini kızdırmak için ırkçı argümanlara başvuran troller tarafından yaratılırken, bu troller giderek o argümanlara ikna oldular ve onları siyasal bir hat olarak savunmaya başladılar. İstikrarsız ve tehlikeli bir dünyada, anlamlandıramadıkları bir değişim sürecindeki binlerce insan bu fikirlere yöneldi; beyazların diğer “ırklardan” üstünlüğü, Yahudi düşmanlığı, envai çeşit komplo teorisi, erkeklerin kadınlar tarafından ikinci sınıf hale getirildiği gibi düşünceler giderek yayılmaya başladı. 

Bu düşünceleri yayanlar ABD’de Trump yönetiminde en üst makamlara geldiler; Trump’ın baş stratejistliği görevini yürüyen Steve Bannon’ın Breitbart sitesi tam da böyle fikirleri savunuyordu. Bu fikirler İkinci Dünya Savaşı öncesinin Yahudi Düşmanlığı ile yeni olguları birbirine bağladı; örneğin alternatif sağcıların bazılarına göre Yahudiler göçle Avrupa nüfusunu “melezleştirmeye” ve beyaz ırkı yok etmeye çalışıyordu. Beyazların nüfusunun azalıp yerini başta “ırkların” alacağı korkusuyla doğrudan eyleme geçenler de olmadı değil. Sonuç; Yeni Zelanda’daki Christchurch cami saldırıları, 51 ölü, 49 yaralı. Bu akımların belirleyici özelliklerin biri de her zaman sola ve sosyalizme olan düşmanlıkları oldu. ABD’de Trump yönetimi sırasında yükselen bu akım, Ağustos 2017’de yapılan “Sağı Birleştirin” konferansında Nazilerin simgesi gamalı haç bayrakları taşıyanların da olduğu binlerce ırkçının sokağa çıkmasından ve onlara karşı yürüyen eylemcilerden Heather Heyer’ın ırkçılar tarafından arabayla ezilerek öldürülmesinden sonra ABD’de zayıfladı. Bir kısmı Dönüm Noktası (Turning Point) adlı sosyalizm düşmanlığı temel alan örgüte bir kısmı da şiddet kullanmayı vaaz eden küçük terörist örgütlere katıldılar.

Türkiye’de Batı’daki alternatif sağa denk düşen düşüncelerin gelişimi, buradaki ırkçı düşüncenin gelişimine uygun şekillendi. 2000’li yılların başı MHP’nin dışındaki Türkçü/Irkçı odakların hem internette hem de dernekler üzerinden sokakta örgütlenmeye çalıştığı bir dönem oldu. 1996’da kurulan Türkçü Toplumcu Budun Derneği, 2005 yılında İzmir’de “Kürt nüfus artışı durdurulsun” imza kampanyası düzenlemiş, Türk Solu dergisi “Kürt sorunu yok, Kürt istilası var” manşetiyle yayınlanmıştı. Turancı, Türkçü vb adlarını kullanan çeşitli dernekler Türkiye’deki azınlıklara yönelik nefret söylemi ve tehditlerini sürdürdüler. Ancak bu marjinal grupların söyleminin toplumda yayılması, barış sürecinin bitmesinin ardından gelen, çatışmaların yükseldiği dönem ile 15 Temmuz darbe girişimini izleyen olağanüstü hâl ve otoriterleşme dalgasıyla oldu. Daha önce sadece ırkçıların kullandığı Göktürk alfabesiyle yazılan Türk kelimesi, bizzat Kemal Kılıçdaroğlu tarafından yapılan kurt işareti gibi semboller yaygınlaşıp meşrulaşırken, Osmanlı’nın kuruluşunu konu alan hamaset yüklü televizyon dizileri de bu ortama katkıda bulundu. 2013 Gezi direnişi tüm eksiklerine rağmen AKP’ye otoriter olmayan bir muhalefetin nasıl yapılacağını göstermiş ve bir alternatif yaratmıştı. Onun temsil ettiği alternatif maalesef bu 2015-2016 sürecinde susturuldu. 

2016 sonrasında giderek gelişen ve yaygınlaşan sağcı iklim kendisini internette de gösterdi. Erdal Eren ve Yılmaz Güney gibi figürleri hedef alan çeşitli internet fenomenleri, bilgisayar oyunu oynarken ünlenip daha sonra siyasal yorumlarıyla öne çıkan kişiler yüzbinlerce takipçili hesaplarından bu türden fikirlerin yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundular. Ayrıca 2000’lerin ortalarından internette öne çıkan Türkçü figürler, kurdukları haber siteleriyle bu türden düşünceleri öne çıkardılar. Burada homojen bir hareketten değil, sağcılığın ve ırkçılığın farklı tonlarının yan yana ve birbirleriyle sürekli etkileşim halinde var olduğu bir ortamdan bahsediyoruz. Ancak yine de bazı temaların öne çıktığını söylemek mümkün. 

Bu temalar arasında çözüm süreci karşıtlığı, AKP karşıtlığının İslamcılık karşıtlığı üzerinden temellenip bunun giderek İslam, Arap ve mülteci düşmanlığına götürülmesi, CHP’nin Kemalizm’den uzaklaştığı ve “birileri” tarafından ele geçirilip Kürt hareketine “yaklaştırıldığı” söylemi, bu akımın en temel özelliği olan mülteci düşmanlığı, bir yandan Avrupa ülkelerine göç etmek isteyip diğer yandan AB ülkelerinin Türkiye’de fonlar aracılığıyla siyaseti şekillendirdiği düşüncesi, MHP’yi AKP destekçisi olduğu için ve “eskisi gibi Türkçü olmadığı için” eleştirmek sayılabilir. Ayrıca bu yeni sağın özelliklerinden biri de son derece yüzeysel bir siyasal tarih bilgisiyle birbiriyle ilgisiz -ve hatta çelişkili- figürlerin yan yana idol olarak kullanılabilmesidir. Dolayısıyla hem Mustafa Kemal Atatürk’ün hem Nihal Atsız’ın hem İttihatçı liderlerin hem Kenan Evren’in sahiplendiği görülebiliyor. Bu yüzeysel bilgiye dayanan sahiplenme Esat Oktay Yıldıran gibi 1980 darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi’nde komutanken yaptıkları iyi bilinen figürlere kadar uzanabiliyor.

Türkiye’deki yeni veya alternatif sağ ortam, bir yandan Türkiye’nin özgün koşullarından diğer yandan dünyadaki sağ yükselişten etkilendi. AKP’nin otoriter politikaları ve şiddeti toplumun her alanında meşrulaştıran söylemi, ona karşı olan muhalefeti de şekillendirdi. Aynı otoriterlik ve şiddeti AKP ile ilişkilendirdiği her şeye uygulamaya ve Erdoğan’a olan nefretini mültecilerden ve Araplardan çıkarmaya teşne bir insan grubunun bu sağ fikirlere yöneldiğini görüyoruz. Dünyadaki istikrarsızlık ve belirsizlik hali Türkiye’deki sağı da büyütüyor. Erdoğan’ın sağcı muhalifleri de onun kullandığı “beka sorunu” argümanına ikna olmuş durumda, savaşların, ekonomik krizlerin ve iklim krizinin öne çıktığı bir ortamda asıl olarak güvenlik arıyor ve güvende olacağı sürece bu güvenliği sağlayanların başkasına ne yaptığı ile ilgilenmiyor. Bu yüzden insan haklarının hiçe sayılması da sınırlara duvarlar çekilmesi de militarizm de bu sağ için son derece doğal ve gerekli önlemler. Bu istikrarsız dünyayı açıklayamamak ve anlamamak giderek insanların en temel kimliklerine sarılmalarına ve dünyayı önce uluslar sonra da ırklar üzerinden anlamlandırmasına yol açıyor. Bunun da gittiği yer ırkların sürekli birbiriyle savaştığı bir kıyamet dünyası tahayyülü.

Bu ülkedeki yeni sağ ortam, batıdaki “alternatif sağ” ideolojinin Türkiye’ye uyarlanmasından da besleniyor. Örneğin beyazların yerini, “nüfus artış oranı daha yüksek olan” siyahlar veya Asyalıların alacağı argümanı Türkiye’de “sessiz istila” veya Türkiye’nin Araplaşması argümanlarına dönüştürülüyor. Batıda aşırı sağın feminizmden, sosyalizme, anti-militarizmden iklim mücadelesine kadar her türlü ilerici hareketi içine doldurup itibarsızlaştırmak için bir çuval olarak kullandığı “sosyal adalet savaşçısı” veya “woke” terimleri Türkiye’de yaygınlaştırılıyor. Türkiye’de de İslamcı Refah Partisi’nden Vatan Partisi’ne pek çok siyasal odak erkekliğin yok edilmek istendiğini, LGBT kimliğinin teşvik edildiğini anlatıyor. İlk olarak AKP tarafından ABD siyasetinden alınıp Türkiye siyasetine sokulan “Küreselciler” terimi sağcılar tarafından da komplo teorinde kullanılıyor. 

Türkiye’deki yeni sağ ortamın kristalize olduğu yapı Ümit Özdağ’ın başkanlığını yaptığı Zafer Partisi. 2021 yılında kurulan parti, tek bir konuya -göçe- yoğunlaştı ve ülkedeki tüm sorunların nedenini Suriye iç savaşının ardından ülkeye gelen sığınmacılara bağladı. Zafer Partisi sığınmacıları “gerekirse zorla” göndereceği söylemi üzerinden örgütlendi. Parti sığınmacıların gelişini “sessiz istila” olarak tanımlayarak her bir Suriyeliyi düşmanlaştırdı ve hedef haline getirdi. Hem parti üyeleri hem de partiye yakın internet siteleri sürekli Suriyelileri hedef gösterirken, parti bu hedef göstermelerin de etkisiyle gerçekleşen saldırıların -Altındağ pogromu veya İzmir’de 3 Suriyelinin yakılarak öldürülmesi- sorumluluğunu hiçbir zaman almadı. Zafer Partisi, her konuyu genel ekonomik bağlamından çıkarıp mültecilerle bağlantılandırdı ve böylece geniş kitleleri manipüle etti; kiraların artması konut sahiplerinin spekülasyonlarından, devletin kentsel dönüşüm siyasetinden bağımsızdı, Suriyeliler suçluydu. Eğitime sağlığa bütçe ayrılmamasının sonuçlarını yaşayan halka yine Suriyeliler bir günah keçisi olarak işaret edildi. Dolayısıyla hem AKP hem de içinde yaşadığımız ekonomik düzen temize çekilmiş, toplumun en güvencesiz kesimi, linç meraklılarının önüne fırlatılmış oldu.

Zafer Partisi 2023 yılında 25.535 olan üye sayısı, 2024’ün ilk ayında 43.515’e çıkardı. Partinin oy oranı ise 2023 genel seçimlerinde yüzde 2,23 olsa da Zafer Partisi’nin ana bileşenini oluşturduğu ATA ittifakının adayı Sinan Oğan Cumhurbaşkanı seçimlerinde yüzde 5,17 oy almıştı. Dolayısıyla Zafer Partisi’nin tüm bu bahsettiğimiz sağ eğilimin yöneldiği, oy verdiği veya üyesi olduğu ve himayesini beklediği bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Parti Avrupa aşırı sağının söylemlerini de kullanıyor, Avusturya Özgürlük Partisi’nin AB sınırlarının güçlendirilmesi ve göç politikalarının sıkılaştırılmasını talep ederken “Avrupa Kalesi” terimini kullanırken, Zafer Partisi de Esad rejimiyle görüşüp sığınmacıların iade edileceği bir “Anadolu Kalesi” projesinden söz ediyor. Benzer şekilde parti Avrupa sağının kullandığı “tacizci göçmenlere karşı mücadele” söylemini sahiplenerek tüm Suriyelileri tacizci ve tecavüzcü olarak damgalıyor ve kendisine Türk kadının namusunu koruma görevini biçiyor. Ayrıca iklim krizini de kendi politikaları için kullanıp, kendi otoriter ve ırkçı politikalarının iklim kaynaklı göçleri durdurabileceğini öne sürüyor.

Kendisini yalanlar ve manipülasyonlar üzerinden örgütleyen, katliamlar, tehcirler ve pogromlar üretmeye eğilimli bütün bu siyasal hattı durdurmak ırkçılığa ve faşizme karşı olan tüm insanların sorumluluğu. Bu sağcı siyasetle mücadele etmek, onların yalanlarını ifşa ederken bu fikirleri üreten bataklığı kurutmak mümkün. Bunun yolu öncelikle dünyanın nasıl işlediği, insanların karşısına çıkan somut sorunların nedenleri ve çözümleri konusunda net fikirler sunabilmekten geçiyor. Dünyayı Yahudilerin veya masonların yönetmediğini anlatacaksak, emperyalizmi anlatmamız gerekiyor. Tacize veya tecavüze uğramaktan korktuğu için ırkçı fikirlere açık hale gelenlere cinsiyetçiliğin dünyanın her yanında nasıl işlediğini ve onunla gerçekten nasıl mücadele edilebileceğini anlatmamız gerekiyor. Suriyeliler yüzünden işsiz kalacağını, maaşının düşeceğini, kirasının artacağını düşünenlere kapitalizmi anlatmamız gerekiyor. Çünkü ırkçılığa karşı liberal değerler üzerinden, yalnızca “ırkçılık kötüdür” diyerek mücadele edilemeyeceğini geçtiğimiz on yıl net bir biçimde gösteriyor. Irkçılık, sınıflı toplumun bir ürünü; siyahların aşağı görülmesinin köklerinin Atlantik’teki köle ticaretine dayanmasından, günümüzdeki ırkçılığın işçi sınıfının bölünmesinde kritik bir rol oynamasına kadar bu gerçek son derece açık. Dolayısıyla ırkçılık yalnızca kapitalizmi de teşhir ederek ve hem insanların somut sorunlarına hem de toplumun genel işleyişine bir alternatif önerilerek yenilebilir. 

Bir alternatif önermek, ırkçılığı teşhir etmek, bilgilendirmek ve anlatmak yetmez ama. Faşistler ikili bir strateji kullanırlar, bir yandan saygıdeğer bir görünüm çizmeye çalışır, ulusal sembolleri sahiplenir ve kurumsal yapıya uygun olduklarını göstermeye çalışırken diğer yandan sokakta paramiliter bir güç inşa ederek kendi gibi olmayanlara saldırırlar. LGBT bireyler, Kürtler, Araplar, Aleviler, ateistler, sosyalistler kısaca toplumdaki tüm azınlıklar Türkiye’de faşist ve aşırı sağ hareketin hedefi olmuştur. Bugün sosyalistlerin de ikili bir strateji izlemesi gerek; bir yandan ırkçılığı teşhir etmeleri, internetten üniversitelere, basından gündelik sohbetlere her alanda ırkçı fikirlere meydan okumaları gerek. Ancak en az bunun kadar önemli olan faşistlerin sokakta karşısına dikilmek, onların rahatça ırkçı fikirleri yaymasına ve örgütlenmesine geçit vermemek. Tarih bu konuda başarısız örneklerden kaynaklanan trajediler kadar başarılı örnekleri de içeriyor. 1970’lerde İngiltere’de, 2010’larda Yunanistan’daki mücadelenin deneyimleri bize faşizm ve ırkçılık karşıtı birleşik cephelerin başarılı olabileceğini gösteriyor. Bugün de Türkiye’de ırkçı tehdit siyasetin ana halkalarından biri; bu yüzden sosyalistler bu konuyu hiçbir zaman gözden kaçırmamalı. 

D. Konar

(Sosyalist İşçi)

 

Bültene kayıt ol