Holokost: Bir Daha Asla

27.01.2023 - 18:26
Haberi paylaş

Yahudi Soykırımı kurbanları İstanbul'da anıldı. Işıl Demirel ve Ozan Tekin'in anma toplantısında yaptığı konuşmalar...

Bundan 78 yıl önce, 27 Ocak 1945'te müttefik kuvvetleri Nazi Almanya’sının en büyük toplama kampı Auschwitz-Birkenau’ya girdi. Ve soykırım ilk defa dünya basının gündeminde bütün korkunçluğu ve çıplaklığı ile yer aldı.

Yaklaşık 6,5 milyonu Yahudi, toplam 13 milyon insanın sistemli bir şekilde öldürüldüğü soykırım için simge niteliği taşıyan Auschwitz toplama kampında 1,1 milyon kişi öldürüldü.

27 Ocak tarihi; 1996 yılında Almanya'da Nazi Kurbanlarını Anma Günü olarak ilan edildi. 2005'te Birleşmiş Milletler (BM), 27 Ocak’ı Uluslararası Holokost'u Anma Günü olarak ilan etti.

Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, soykırım kurbanlarını anmak için 26 Ocak’ta Şişli’de “Holokost: Bir Daha Asla” başlığı ile söyleşi düzenledi.

Toplantıda yapılan konuşmalar şöyle:

Işıl Demirel’in konuşması:

27 Ocak, Uluslararası Holokost Kurbanlarını anma günü. Her yıl bu tarihte dünyanın dört bir yanından sivil toplum örgütleri, müzeler, okullar, siviller, We Remember yani Hatırlıyoruz diyerek toplantılar düzenleyecek ve sosyal medya paylaşımları yapacak. Bugünün global olarak anılmasının, idrak edilmesinin sebebi ne dünyanın dört bir yanında Yahudiler yaşadığı için, ne de itham edildiği üzere Yahudiler dünyayı yönettiği için. Tam tersine bu anmanın, çok temel ve yegâne sebebi Holokost’un yani II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan katliamın, yok etmenin yazık ki biricik, özgün bir metodu, yöntemi ve mantığı olması, Holokost’u çok önemli soykırımlardan biri yapıyor. 

Pek çokları Holokost’un İbranice bir sözcük olduğunu düşünür. Oysa bu doğru değildir. Holokost, sözcüğü Yunanca bütün anlamına gelen holos ve yanık anlamına gelen kaustos kelimelerinden oluşan bütünüyle yanmış, yok edilmiş anlamına gelen bir kelimedir. Tam da bu tanımı sebebiyle Holokost anmaları yalnızca öldürülen Yahudileri değil tüm Holokost kurbanlarını anmak anlamına da gelir. 1933 yılında Adolf Hitler önderliğinde Almanya’da iktidarı ele geçiren Nasyonal Sosyalistlerin hem tüm Almanya’da hem de ele geçirdiği Avrupa ülkelerinde 6,5 milyonu Yahudi olmak üzere toplamda 13 milyondan fazla insanı sistemli bir şekilde öldürmesine verilen isimdir Holokost. 

Ancak hemen bu noktada şunu hatırlatmak gerekir. Bu rakamlar her geçen gün yükselmektedir. Zira Nazilerin, yani faşizmin 1933 yılında iktidara gelmeleri ile 1945 yılında savaşın sona ermesi arasında geçen 12 yıllık süreçte toplamda kaç insanın yaşamına son verdikleri hala net olarak bilinememekte, her geçen gün açılan arşivler, yeni kayıtlar, yeni defterler ile bu rakamlar yükselmektedir. Zira savaşı kaybettiğini anlayan Naziler, toplama kamplarını, ofislerini, evraklarını imha ederek işledikleri suçların izlerini, kanıtlarını yok etmeye çalışmışlardır. Ancak bugün dünyada artık son derece önemli bir bilgi birikimi yaratmış olan Holokost çalışmaları sayesinde bizler hem bu suçlara dair bilgi edinebiliyor hem de gerçeklere ulaşabiliyoruz. Dahası Holokost çalışmaları yalnızca bize kaç kişinin öldürüldüğünü anlatmakla kalmıyor aynı zamanda Hitlerin ve Nazilerin milyonlarca insanın yaşamını sistematik bir şekilde adım adım nasıl yok etmeyi planladıklarını ve planlarını nasıl uyguladıklarını gözler önüne seren açıklayıcı bir metodoloji de sunuyor. Bu metodoloji sayesinde artık biliyoruz ki Naziler hiçbir şeye aslında bir gecede karar vermiyorlar. Dahası yaşanan katliam ve zulüm savaşla da yani 1939 yılında da başlamıyor.  Naziler 1933 yılından itibaren Nihai Çözüm adını verdikleri katliamı aslında adım adım uygulamaya koyuyorlar. Tam da bu sebeple bugün burada bu 12 yıllık sürecin üzerinden hızlıca geçmeye çalışalım istiyorum. 

1933 yılında Nasyonal Sosyalistler, yani Naziler, Hitler önderliğinde iktidara gelir gelmez hemen işe koyulur, Yahudilere yönelik ayrımcı politikalar uygulamaya başlarlar. Zira iktidara gelişlerin de aslında yıllar boyu yaptıkları Yahudi karşıtı propagandanın rolü büyüktür. Bildiğiniz gibi Almanya I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış, büyük bir savaş tazminatı ile karşı karşıya kalmış, bu tazminat devlet bütçesini ve ekonomiyi büyük oranda sarmıştır. 1920’li yıllarda aşırı enflasyon yüzünden Alman parası değer kaybeder. 1 dolar 1921 yılında 75 Mark iken, 1922 yılının başında 190’a Marka, aynı yılın ortasında 400 marka ve 1923 yılının başında ise muazzam bir yükseliş ile 9000 Marka eşit hale gelir. Yani anlayacağınız ekonomi adeta dibe vurur, işsizlik, açlık ve elbette suç artar. Ve Nasyonal Sosyalistler yani Naziler; Yahudileri Almanya’nın 1918’deki yenilgisinin ve bunun sonucu ortaya çıkan yoksulluğun sorumlusu olarak “iç düşman” ilan ederler. Almanya’nın Yahudilerden kurtulduğu zaman yeniden yükseleceği, eski günlerine geri döneceğinin propagandasını yaparlar. Oysa tüm bu propagandanın ardında Nazilerin 3 temel ideolojik amacı vardır: 

Saf ırktan oluşan bir halk/ulus yaratmak

Yahudileri ve Almanların düşman saydığı tüm diğer unsurları saf dışı bırakmak yani termine etmek, öldürmek. 

Almanya’nın topraklarını genişleterek, Avrupa’nın en büyük gücü haline gelmek

Bu amaçlarla iktidara gelen Naziler, Yahudilerin Alman ırkına karşı bir tehdit olduğu fikriyle çalışmaya başlarlar. Daha iktidara gelmelerinden bir ay sonra, Şubat ayında, halka Yahudi dükkânlarını boykot etmeleri için çağrı yapar, ülke çapında bir günlüğüne tüm Yahudi işyerlerinin boykot edilmesini sağlarlar. Bu boykot 1939 yılına dek devam edecek pek çok boykotun ilki olacaktır. 

İktidara gelmelerinin 3. Ayında yani Mart’ta ise ilk Alman toplama kampı Dachau’yu açarlar. 1945 yılına kadar, aralarında 23 Türkiye vatandaşının da bulunduğu 45 bin kişi burada öldürülür. Yani aslında Naziler daha başa geldikleri ilk andan itibaren bir baskı, hapis mekanizması kurmak üzere harekete geçmiş sürecin ilerleyen zamanlarında filmlerden, kitaplardan, belgesellerden bildiğimiz toplama kamplarına dair ilk tohumlarını daha yolun başında atmışlardır. 

Nisan ayında çıkarttıkları yasa ile Yahudileri devlet hizmetinden men ederler. 

Mayıs ayında Alman Olmayanlara Karşı Eylem deklare eden Nazi üniversite öğrencileri, 10 Mayıs gecesi 25.000 ciltten fazla “Alman olmayan” kitabı yakarlar. Bu eylem, devlet sansürü ve kültür kontrolü döneminin habercisidir. 34 şehirde eş zamanlı düzenlenen eylemde öğrenciler “istenmeyen” kitapları büyük bir törenle, bando eşliğinde ve sözde “yakma yeminiyle” ateşe atarlar. 

Kitapları yakılan yazarlar arasında Bertolt Brecht, Karl Marx, Ernest Hemingway, Thomas Mann, Jack London, Max Brod, Stefan Zweig, ve 19. Yüzyılın en önemli Alman şairlerinden Heinrich Heine da bulunur. 

Temmuz ayında başka bir tabiiyete sahip olup sonradan Almanya vatandaşı olmuş Yahudilerin vatandaşlıkları iptal edilirken, bir yandan da yıl boyu Yahudilere ait işyerleri kapatılmaya, Almanlara devredilmeye başlanır. Aynı yıl Yahudilerin Ulusal Sağlık Hizmetinden yararlanmaları yasaklanır. Artık Hastalıkları durumunda hastanelere başvurmaları, tedavi görmeleri yasaktır. Bundan sonra yalnızca Yahudi hekimler ya da kendi hastanelerinde tedavi görebilirler. 

1933 yılı aynı zamanda faşizm karşıtları için de karanlıktır. Yeni rejim ilk karşıtlarını daha bu erken zamanda hapsetmeye, kendine engel olacak kitleyi zapturapt altına almaya başlayacaktır. 

1934 yılında, Nisan ayında, yılın ve tüm sürecin belki de en önemli, en vurucu olayı gerçekleşir. Adolf Hitler Führer ünvanı alır. Führer, Adolf Hitler'in, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin ve Üçüncü Alman İmparatorluğu'nun yöneticisi olduğu dönemde kullandığı ve “lider” anlamına gelen ünvandır. Führer, “tek halk, tek imparatorluk, tek lider” (Ein Volk, ein Reich, ein Führer) ilkesinin gerektirdiği şekilde, tüm yurttaşların temsilcisi olmakla beraber halkın, partinin ve devletin önderi konumuna gelir. İçişleri ve dışişlerinde son sözü söyleme hakkı tek başına ve yalnızca Hitler’e aittir. Bu tarihten itibaren tüm kanunları Führer yapar ve denetler. Yani Hitler artık devletin tek yetkilisidir. Hitler bu ünvanı ölümüne kadar kullanır. Bu Hitler’in diktatörlük sürecinin kuşkusuz en önemli adımıdır. 

1935 yılında Nürnberg yasaları ilan edilir. Nürnberg yasaları, Yahudileri üç ya da dört kuşak boyunca Yahudi büyükannesi ya da büyükbabası olan kişiler olarak tanımlayan bir ırk yasasıdır. Bu yasalar ile Yahudilikten ayrılarak Katolik ya da Protestan inancına geçmiş pek çok kişiyi de Yahudi olarak etiketleme imkânı bulurlar. Dahası Yahudi olarak belirledikleri insanların bu tarihten sonra Alman kanı taşıyanlarla evlenmeleri ve hatta cinsel ilişki kurmaları dahi yasaklanır. “Alman kanı ve onurunu korumak” üzere kabul edilen “Nürnberg Yasaları”, bizzat Hitler tarafından imzalanır. Bu kanunun hedefinde aynı zamanda saf alman ırkına uygun bulunmayan herkes vardır. Romanlar ve Sintilerin yanı sıra Alman ırkından olsalar da akıl hastaları ve engelliler de etiketlenecektir. 

Aynı yıl Nazilerin hedefinde bir de eşcinseller olacaktır. Bu tarihten itibaren eşcinsellik, Alman ırkına ihanet olarak ele alınırken, eşcinsellik bir suç haline getirilir. Pembe pasaport verilen eşcinseller hapse atılır, gözaltına alınır, toplama kamplarına gönderilir. Gönderildikleri kamplarda eşcinseller göğüslerinde pembe bir üçgen taşımak zorunda kalacaktır. 

1936 yılında Yahudilerin seçimlere katılmaları yasaklanır. Seçme ve seçilme hakları ellerinden alınır. Aynı yıl olası direniş ve karşıt hareketlere önlem olarak Gestapo yani Gizli Devlet Polisi teşkilatı güçlendirilir, yetkileri genişletilir. Gestapo, kanunların üzerinde güç ve yetkiye sahip olur. Herhangi bir suç beyan etmeden, istediği kişileri tutuklamak, hâkim karşısına çıkarmadan ve yargılamadan hapsetmek ve hatta öldürmek yetkisi vardır. Gestapo güçleri doğrudan Hitler’e bağlıdır. 

Polisi ve şiddeti güçlendiren Naziler aynı yıl 1936 Berlin Olimpiyatlarını gerçekleştirecek, dünyaya reklam yapma fırsatı elde edecektir. Naziler, olimpiyatı birçok yabancı izleyici ve gazetecinin gözünde barışçı ve toleranslı bir Almanya imajı yaratmak için kullanır. Olimpiyatlara katılarak hali hazırda türlü faşizm sergilemiş Almanya’nın bu “olumlu” reklamına yazık ki dünya ülkeleri de fırsat verecektir. Ancak şunu da not edelim ki olimpiyatlar sırasında dünyadan pek çok onurlu sporcu Hitler’e selam vermeyi reddederek tarihe geçmeyi de başarır. 

Ancak gelin görün ki olimpiyatların hemen ardından Adolf Hitler tarafından tamamıyla modern diyerek tanımlanan, Zaksınhausın (Sachsenhausen) Toplama Kampı açılır. Üstelik bu kamp, Berlin’in merkezine oldukça yakındır. Kampın açılmasının ardından eşcinseller, sendika üyeleri, komünistler ve tutsak Sovyet asker ve sivilleri bu kampın esirleri olurlar. Kamp 1945 yılına kadar çok sayıda insanın tutsak bulunduğu bir işkence hane olarak faaliyet gösterir.

1937 yılında ise en büyük toplama kamplarından biri olan Buhınvayld (Buchenwald) toplama kampı açılır. 1945 yılına dek işletilen bu kampta Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden yaklaşık 250.000 insan öldürülür. Yehova Şahitlerinin, Romanların, Sintilerin (Çingeneler), Alman ordusundan ayrılanların, rejim tarafından “asosyal” olarak damgalananların tutulduğu bu kamp sonraları farklı uluslardan savaş esirlerini ve yabancı uyruklu olup zorla çalışan kişileri de barındırır. 

1938 yılının Mart ayında Alman birlikleri Avusturya’ya girerler. Yoğun Nazi propagandasından sonra nüfusun büyük bir bölümünün hararetli desteğini alan Naziler, Avusturya’yı işgal eder, yönetim altına alırlar.  Avusturya artık bir Nazi toprağıdır. İşgal edilen Avusturya’ya ilk toplama kampı Mauthausen inşa edilir. Başlangıçta tek bir kamp olan Mauthausen, zaman içinde genişler ve 1940 yılının yaz aylarına kadar Almanya kontrolündeki Avrupa'nın en büyük çalışma kampı tesislerinden biri olur. Savaşın sonuna kadar 300.000 kadar insan burada öldürülür.

Bahar aylarının sonunda ülkenin her yerinde “Yahudiler Giremez” levhaları yayılmaya başlar. Dahası haberleşmelerine, örgütlenmelerine engel olmak amacıyla tüm Yahudi gazeteleri ve dergilerine yayın yasağı getirilir. 

Kasım ayında ise o güne dek yaşanan en vahim an yaşanır. 9 Kasım’ı 10 Kasım’a bağlayan gece Naziler tarafından Kristal Gece ya da bizim andığımız ismi ile Kasım Pogromu gerçekleştirilir. 9 Kasım 1938 gecesi tüm Almanya’da Yahudilere karşı bir şiddet hareketi olarak başlayan bilinen adıyla “Kristal Gece”, Alman Propaganda bakanı Joseph Goebbels önderliğinde özenle organize edilmiş, meşru zemini yine bizzat Goebbels tarafından hazırlanmış bir katliam planıdır. Olaylardan önce yaptığı gizli toplantıda Nazi yetkilileri Fırtına Birlikleri’ne ve diğer parti örgütlerine Yahudilere saldırma, evlerini, işyerlerini ve ibadet yerlerini yakma emri veren Goebbels, parti olarak Yahudilere karşı saldırı gerçekleşmesi halinde müdahale etmeyeceklerini de açıklar. 

Goebbels’in “dâhiyane” planı sonucunda 1938 yılının 9 Kasım gecesi Almanya’da organize kanlı saldırılar başlar ve 10 Kasım günü ülkenin her yerine yayılır. Tüm Almanya’da iki gün içinde 267 sinagog yakılır, bunlardan 177’si bütünüyle yıkılır; 7500 civarında Yahudi işletmesine, tüm Yahudi mezarlıklarına, Yahudilere ait hastane ve okullara ve en vahimi evlere saldırı, yağma gerçekleşir. 9 Kasım gecesi başlayan Pogrom sırasında 91 Yahudi öldürülmüş, 5000’den fazla Yahudi ağır yaralanmış, en az 30 bin kişi ise Yahudi olmak suçu ile yakalanarak toplama kamplarına hapsedilmiştir. 

Pogromun sona ermesinin ardından Nazi iktidarı Almanya’daki Yahudi cemaatine olayların bedeli olarak bir milyar Reichsmark yani 400 milyon Amerikan doları ceza keser ve Yahudilerin ortalığı temizlemesi ve onarmasını emreder. Oluşan hasarlar ile ilgili Yahudilerin sigortadan para almaları engellenirken bunun yerine sigorta şirketlerinin Yahudi mülk sahiplerine yapacağı ödemelere devlet el koyar. Elbette tüm bunlar başlayacak savaşın ve sonrası için kullanılacak mali ekosistemin parçası olur. 

Kasım Pogromundan sonra Yahudilerin Almanya ve elbette Nazi istilası altındaki tüm ülkelerde yaşamları git gide zorlaşır ve hepimizin filmlerden, romanlardan, belgesel ve tarih kitaplarından bildiğimiz vahşi süreç, Nazilerin Yahudilerin kitlesel olarak öldürülmesini amaçladıkları “Nihai Çözüm” adını verdikleri plan başlamış olur. Tam da bu sebeple 9 Kasım 1938 gecesi başlayan pogrom, bazı tarihçiler tarafından Holokost’un başlangıcı olarak kabul edilir. Zira Naziler, savaşta ihtiyaç duyacakları askeri hazırlıkları temin edebilmek için büyük miktarda paraya ulaştıkları gibi halkı kışkırtmayı, türlü kötülüğü yaptırabilmeyi ve tüm bunların cezasız olacağını Almanlara da göstermiş olurlar.

Buradan sonra artık o güne kadar süren ayrımcılık ve zulmün yapısı değişir. Ekonomik, siyasi ve toplumsal kısıtlamalar yerlerini fiziki saldırılara, tutuklanmalara ve cinayetlere bırakır. 

Yine 1938 yılında Yahudilerin fişlenmesine başlanır. Tüm Yahudilerin kimlik ve pasaportlarına Yahudi olduklarını belirten “J” harfi işlenir. Dahası tüm Yahudilerin kimlik kartlarına isimlerine ek olarak kadınlar için Sarah, erkekler için ise Israel isimlerinin eklenmesi zorunlu tutulur. Yahudilere alışveriş kısıtlaması getirilir, bisiklet dahil tüm ulaşım araçlarına devlet tarafından el koyulur. Arkası çorap söküğü gibi gelecektir, toplu taşıma araçlarına binmeleri, belli kamusal mekanlara girişleri, özel arabayla seyahat etmeleri, radyo kullanmaları, gazete okumaları, dernek faaliyeti yürütmeleri yasaklanacaktır. 

1939’da savaşın başlaması ile beraber işler daha da tatsızlaşır. 1939’da Almanlar önce Çekoslovakya’yı ardından da Polonya’yı işgal eder. Bu işgallerle sonrası, İngiltere ve Fransa’nın Almanya’ya karşı savaş ilan etmesi ile beraber II. Dünya Savaşı başlar. İşgal edilen Polonya’da Naziler tüm Yahudileri bir gecede evlerinden toplar, tren yollarına ve istasyonlara yakın bölgelerde hazırlanan gettolara hapseder. Gettolar toplama kampları öncesi tutsaklar için son duraktır. 

Nazilerin yönetimi altındaki tüm topraklarda yani Almanya’da, Avusturya’da ve Polonya’da 10 yaşından büyük tüm Yahudilerin yakalarına Yahudi olduklarını belli eden sarı bir Davut yıldızı takma zorunluluğu getirilir. Görünür şekilde üzerlerinde taşımak zorunda oldukları bu yıldızla, Yahudilerin toplumun geri kalanından ayrılması sağlanır. 

1940 yılında Danimarka, Norveç, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg Naziler tarafından işgal edilir. İşgal topraklarında yaşayan tüm Yahudiler toplanarak, gettolara, toplama kamplarına gönderilir. Almanya tarafından işgal edilen ülkeler listesine katılmak istemeyen, Macaristan, Romanya ve Slovakya ise Nazi Almanyası’nın müttefiki olur, anlaşma imzalarlar. Yine aynı yıl filmlerden, kitaplardan yaygınca bilinen en ünlü toplama kampı Auschwitz açılır. Daha ilk gününde 30.000 kadar Yahudi buraya gönderilir. Auschwitz, Nazilerin en büyük ölüm makinelerinden biridir. 

1941 yılı, Nazi katliamlarının sistematik hale geldiği yıldır. İlk ölüm kampı Chelmno açılır. Gaz odaları ile toplu ölümlerin ilk uygulandığı bu kampta toplamda 145.000 kişi gaz ile zehirlenerek öldürülmüştür. Chelmno kampında karbon monoksit gazı ile başlayan öldürme planı Auschwitz’te güçlenir. Zyklon-b adı verilen bir gaz ile insanların hem daha hızlı hem de daha büyük oranlarda öldürülebileceğini keşfeden Naziler hızlanırlar. Üstelik tüm ölümler, kampların içinde, diğer tutsakların, gözleri önünde gerçekleşir.

Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya Nazi işgali altına girer. Buralarda yaşayan Yahudiler, Romanlar ve elbette tüm rejim karşıtları kamplara ve gettolara sevk edilirler. 

1942 yılında artık ölüm makinesi iyice hızlanır. Naziler kamplarda bir haftada 60 binden fazla insanı öldürmeye başlarlar. 

1943 yılı ise Romanlar için berbat bir haberin yılı olur. O güne kadar rastgele toplanan Romanlar için çıkarılan kanunla Romanların ve Sintilerin kitlesel olarak toplanmalarına ve ölüm kamplarına gönderilmesine karar verilir. Aynı yıl Dr. Mengele karşımıza çıkar. Auschwitz kampına getirilen Dr. Mengele, burada acı veren, ölümcül ve insanlık dışı deneylerine başlar. Mengele savaşın sona erdiği 1945 yılına dek toplamda 2 milyon kişinin ölümünden sorumlu tutulan bir isimdir. 

1944 yılında ise ölümler tam gaz devam ederken artık sona yaklaşılmaya başlanır. Naziler kaybetmeye başlar, kampları boşaltmaya, kamplardan çıkarılan mahkûmlar ölüm yürüyüşü adı verilen yürüyüşler ile ıssız insansız alanlara sürülmeye başlanır. İnsanların burada açlıktan, soğuktan, yorgunluktan ölmeleri amaçlanır. Farklı kamplardan düzenlenen ölüm yürüyüşlerinde yüzbinlerce insan yaşamını yitirir. Ancak bu sondur. 27 Ocak 1945 günü Nazilerin en büyük kampı, en büyük katliam alanı AUSCHWITZ özgürleştirilir. Ancak milyonlarca insanın gelip geçtiği, milyonların öldürüldüğü AUSCHWITZ’ten yalnızca 7.600 mahkûm sağ kurtarılabilir. 

Adolf Hitler, Sovyetlerin Berlin’e girmesinden 7 gün sonra 30 Nisan 1945 günü saklandığı yer altı sığınağında intihar eder. 

Böylece kampların imha edilmeye, evrakların yok edilmeye, ispatların karartılmaya çalışıldığı günler başlar. 

Ve her şey çorap söküğü gibi gelir. İngiliz, Amerikan ve Sovyet askerleri tüm toplama kamplarını özgürleştirir ve savaş sona erdirilir.

12 yıl içinde bebeği, çocuğu, kadını, erkeği, yaşlısı ile milyonlarca insanı öldürürler. Üstelik öldürülen yalnızca Yahudiler, çingeneler, Sinti ve Romanlar değildir. Komünistler, sosyalistler, anti-faşistler, eşcinseller, rejim karşıtları, Yehova Şahitleri, bedensel ve zihinsel engelliler, Sovyet askerler ve siviller. Kısacası Nazilerin kendilerine uygun bulmadıkları, ari olmaya layık görmedikleri ve daha da önemlisi aşağı gördükleri, insan dahi görmedikleri herkes bu karanlıktan payını alır. İşgal edilen ülkeler direnmeden, gettolara ve kamplara gönderileceklerini bile bile Yahudileri teslim eder. Pek çokları Nazilerle işbirliği yapmayı tercih eder. Yine pek çokları yaşanan her şeyi, sürgünleri, ölümleri öylece seyreder, sessiz kalır.  

Ama bunlara rağmen, birçok da direniş hareketi vardır. Dahası kurban olarak andığımız insanlar da direnmiştir, aslında öylece teslim olmazlar. Ne Yahudiler ne de diğerleri sadece kurban değiller. Başlarına gelen felaketi elbette itirazsız kabul etmemiş, pek çok direniş örgütlemişlerdir. 

Ozan Tekin’in konuşması:

22 Ocak, Avlaremoz’un 7. doğum günüydü. Ayrımcılığa karşı konuşalım diyerek 2016’da yola çıkan arkadaşlarımız, Yahudi toplumunun seslerinden biri olan, hem de muhalif bir ses olan bir web sitesini çok büyük emeklerle var ettiler. 

27 Ocak ise Holokost Anma günü. Milyonlarca Yahudi’nin Naziler tarafından katledildiği bu insanlık tarihinin en iğrenç olayında hayatını kaybedenleri bir kez daha anıyoruz ve bu toplantının başlığında belirtildiği gibi “bir daha asla” diyoruz.

Ben üç konudan özellikle bahsetmek istiyorum. 

Avrupa Yahudi nüfusunun üçte ikisini 4 yılda yok eden bu soykırım bir “anomali” değil

Örneğin kapitalist toplumda sık sık savaşların artık “olağandışı” hâle geldiği iddia edilir. Ama savaşlar hiçbir dönem bitmemektedir. Son 20 yıla bakarsanız, Ortadoğu’da Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yemen diye giden savaşlar var. Avrupa’nın göbeğinde Ukrayna’nın işgal edilmesi ve Uzak Asya’da Çin-Tayvan gerilimi söz konusu. Kapitalizmi yönetenlerin iç çelişkileri ve rekabetleri, savaşların bitmesine izin vermemektedir. 

Dolayısıyla Holokost ve Nazilerin iktidara gelmesi de dünya tarihinin geri kalanından kopuk ve yalıtık olarak gerçekleşmiş bir olay değil, bizzat o dönemin Almanya’sının kriz koşullarında egemen sınıfların işçi sınıfını, solu ve tüm ezilenleri baskılamak için girdikleri yönelimlerden biriydi.

Nazilerin “fakirleşmiş orta sınıf tabanı” ile sermaye sınıfına verdiği destek arasındaki çelişkiyi birleştiren ideolojik unsur antisemitizmdi. Naziler tüm kapitalistlere değil “ulusa hizmet etmeyen yabancı kapitalistlere”,  yani Yahudilere kızıyorlardı. Alman egemen sınıfı, kitlesel işçi hareketlerini ve 1918 devriminin izlerini silmek için Hitler’i iktidara getirdi.

1933’te Hitler başbakan olarak atandıktan sonra büyük sanayicileri toplayıp kendisinin seçim kampanyasına para aktarmalarını istedi. Bu sanayiciler hiç tereddüt etmedi. Bunlar sonradan malikânelerini Yahudilerin evlerinden çalınan tablolarla dekore edecek tiplerdi. Birçoğu Nazi partisinin ve hatta SS birliklerinin fanatik destekçisi oldu. Toplama kamplarından esirler onların fabrikalarında çalıştı.

Hitler iktidara getirilirken sermaye sahiplerinin zenginliğine dokunmayacağının, orduyu büyüteceğinin, silahlanmaya yatırım yapıp Alman İmparatorluğu’nu genişleteceğinin sözünü verdi. Askerler, sermaye sahipleri ve Nazi siyasetçiler bu şekilde bir birlik oluşturdular.

Yahudilerin öldürülmesi, Nazilerin 1941’de savaşı kazandıklarını düşünmesiyle hızlandı. Hitler etnik temizliğin hızlandırılması talimatını verdi, kitlesel kıyımların boyutu arttı. Kamplar inşa edildi. 

Naziler savaşı kaybetmeye başladıklarında da aynı şekilde devam ettiler. Bu kez de kaybetseler bile etrafta Yahudi kalmasın istiyorlardı.

Holokost’un seyri sırasındaki kısmi etkenlerin yol açtığı sonuçlar ne olursa olsun, genel çerçevede bu barbarlığı Nazilerin ideolojisi yarattı. Bu partiyi bir arada tutan asıl olarak ırkçılıktı, antisemitizmdi.

Belki kapitalizmin doğrudan Holokost gibi maliyetli ve leke yaratacak bir olguya ihtiyacı yoktu. Ama kapitalistlerin Naziler’e ihtiyacı vardı. Ve Nazilerin de Holokost’u yaratacak ideolojiye. Toplama kamplarının yapılması ve işlemesi için bütün sanayi şirketleri çalıştı. Bizzat dönemin egemen sınıf aktörlerinin doğrudan içinde yer aldığı bir vahşet ortaya çıktı.

İnsanlık tarihi yalnızca baskının, acının, zalimliğin değil aynı zamanda direnişlerin, daha iyi bir dünya yaratma çabalarının da tarihi

Howard Zinn diyor ki bu karmaşık tarih içinde nereye vurgu yaptığımız hayatımınız gidişatını belirler. Zor zamanlarda umutlu olmak aptalca bir optimizme işaret etmez.

Holokost’ta yaşanan büyük insanlık dramıyla ilgili popüler kültüre kadar girmiş pek çok film var. Hayat Güzeldir, Sophie’nin Seçimi gibi filmlerin bir kısmını eminim çoğunuz izlemişsinizdir. Diğer yandan Holokost sırasındaki direniş ve dayanışma örneklerini anlatan filmler var. Schidler’in Listesi, Piyanist, Soysuzlar Çetesi gibi çok meşhur olmuş örnekler. Bunların içeriklerinin politik olarak doğru olduğuna dair bir iddiam yok, ama Nazizmin insanlık tarihinde ne kadar büyük bir direnişle karşılaştığına dair fena olmayan örnekleri gündeme getiriyorlar.

Fransa’dan İtalya’ya, Japonya’dan Polonya’ya, Yunanistan’dan Slovakya’ya insanlık her yerde nazizme ve faşizme karşı örgütlendi, mücadele etti. Bu uğurda mücadele eden ve canını ortaya koyan sayısız isimli ve isimsiz kahraman var, hepsinin anısının önünde saygıyla eğiliyoruz. 

Sınıf mücadeleleri tarihinin gördüğü bu en korkunç katliamı, bugün bir felaket olarak lanetliyorsak, onların mücadelesi bunda kritik rol oynuyor hiç şüphesiz ki. Ayrıca örneğin Uluslararası Sosyalist Akım, bu mücadele sebebiyle 2. Dünya Savaşı’nı 1. Dünya Savaşı’ndan bir miktar ayrı değerlendirir. 

Ben burada bu mücadele tarihindeki önemli bir uğrağa değinmek istiyorum. Örgütlü bir direniş olarak Varşova Gettosu’na.

80 yıl önce, 19 Nisan - 16 Mayıs 1943 tarihleri arasında Polonya’da Varşova Gettosundaki Yahudiler Nazi iktidarına karşı ayaklandılar. 1 Ağustos – 2 Ekim 1944 tarihleri arasında Varşova’da bir ayaklanma daha yaşandı.

Bugün Nazizmin yenilişinde bize baş aktör olarak gösterilen Müttefik Güçlerin ihaneti sonucu, sıradan insanların yarattığı bu kahramanca ayaklanmalar yenildi. Hem Stalinist rejim hem de Batı emperyalizminin kuvvetlerinden bahsediyoruz.

1939’da Naziler Varşova’yı işgal ettiğinde şehrin 1 milyonluk nüfusunun 400 bini Yahudilerden oluşuyordu. Naziler Yahudi toplumunu bir gettoya hapsettiler. Varşoda’daki getto, Nazilerin işgal ettiği bölgelerde kurduğu 400 gettonun en büyüğüydü. İşgali izleyen yıllarda, korkunç bir antisemit ayrımcı şiddet dalgası baş gösterdi. Getto ayaklanmasından önce, buraya hapsedilenlerin üçte ikisi ölüm kamplarına gönderilmişlerdi. Geride kalanlar, kendilerinin başına da aynısının geleceğini biliyorlardı.

Ayaklanmaya Yahudi Muharebe Örgütü liderlik etti. Bu, sosyalist ve komünist olan üç örgütün birleşmesinden oluşan bir cepheydi. İlk bombayı 17 yaşındaki direnişçi Emily Landau çatıdan fırlatmıştı. Pencerelerden, balkonlardan molotof kokteylleri, el bombaları ve mermiler yağıyordu. 2 saatlik çatışmada düzinelerce Nazi askeri öldürüldü. Naziler tekrar tekrar saldırdıkça getto direnişçileri onları püskürttü. Kadın direnişçiler Niuta Tajtelbaum, Rachel Zilberberg, Tosia Altman, Mira Fuchrer ve daha niceleri ön saflardaydı.

Ayaklanma iki günde o kadar büyük bir infial yarattı ki, o kadar kıran kırana çatışmalar oldu ki, bir ara Nazi bölge komutanları ölüleri toplamak için 15 dakikalık ateşkesler talep ettiler ve direnişin liderleriyle müzakere etmeye çalıştılar. Bütün şehir ayaklanmayı destekliyordu. Ayaklanmacıların deyimiyle “her ev teslim olmayacak bir kale”ye dönüşmüştü. Mesele sadece bazı yerlerde el bombaları ve tüfeklerle Nazilere sabotaj düzenlemeye çalışan militanlardan ibaret değildi. Gettodaki herkes tek kurtuluş ihtimallerinin bu ayaklanmanın başarısı olacağını biliyordu. 

Naziler Yahudileri toplumun geri kalanından izole etmişlerdi ama Polonya’da işgale karşı genel yurtsever bir muhalefet oluşturabilecek her şeyi de yok edememişlerdi. Bu süreçte Polonya’daki daha genel anti-Nazi direnişten, komünistlerden, gettoda direnen Yahudilere dayanışma ile destekler ve yardımlar gönderildi. Bunun yetersiz olduğuna dair bazı eleştiriler var ama getto ayaklanmasının komutanlarının çoğu bunu reddediyor. Bunlardan biri olan Marek Edelman’ın Varşova Gettosu Savaşıyor kitabı Türkçe olarak Z Yayınları tarafından basıldı. 

Naziler ayaklanmayı birkaç günde halledebileceklerini düşünüyorlardı ama bir ay kadar sürdü ve sonunda Nazilerin tüm gettoyu ateşe vermesiyle bastırılabildi. Bunu “askeri onurlarını kurtarmak için” yapmışlardı. Direnişin bir aşamasında uçak kullanma fikri gündeme geldi, işgalciler bunu “rezil” bir durum olarak gördükleri için yapmadılar. Nazilerin komutanlarından Heinrich Himmler paniklemişti, “Tüm gettoyu yok etmezsek Varşova’yı asla pasifize edemeyiz, burası çok tehlikeli bir merkez olmaya başladı” diyordu.

Direniş aynı zamanda politik bir karardı. Militanlar muhtemelen öleceklerini biliyorlardı, ama dünyaya Nazilere direnişin nasıl yapılabileceğine dair muazzam bir örnek bıraktılar. 56 bin kişi yakalandı, 7 bini direkt öldürüldü, diğerleri de kamplara yollandı. Gettodan çok az sayıda kişi canlı çıkabilmişti. Ama bize asla teslim olmama, pes etmeme yönünde muazzam bir destan bıraktılar.

Bu destanı izleyenler oldu. Bir yıl sonra Varşova’da yine ayaklanma yaşandı. 1 Ağustos 1944’te saat akşamüstü 5’te, 50 bin üyesi olan “Halk Ordusu” harekete geçti. işgalci Nazi ordusunu şehirden atmak istiyordu. İki buçuk ay boyunca şehir kahramanca savaştı. Varşova Gettosunun sonunu bile bile bu mücadeleye atıldılar. Sonuçta Naziler yine 200 bin kişiyi katletti.

Dolayısıyla Holokost’a karşı Yahudilerin ve nazizme karşı birçok farklı ülkede sıradan insanların gösterdiği muazzam direnişler, bize bugün de aşırı sağın ve faşizmin yükseldiği bir dünyada mücadele azmi veriyor.

Bugün dünyada aşırı sağ ve faşizm hâlâ güncel bir problem.

Eskiden “Yahudi Bolşevizmi” komploları vardı, on yıllar boyunca aşırı sağın en büyük temasıydı, hâlâ zaman zaman kullanıyorlar. Biz bundan gurur duyuyoruz! Bund’dan gurur duyuyoruz. Bolşeviklerin Rusya’da Yahudi mahallelerinin etrafında Karayüzler gibi faşist güçlere karşı silahlı nöbetler tutmasından gurur duyuyoruz. Troçki ve başka birçok sosyalist önderin Yahudi kökenli olmasından gurur duyuyoruz.

Diğer yandan faşizme karşı mücadeleyle ilgili tartışmaları son derece önemsiyoruz.

Çünkü bugün Le Pen’in partisi Fransa’da 13 milyon oy alıyor. İsveç’te aşırı sağcılar en büyük ikinci parti hâline geldi. İtalya’yı bir faşist yönetiyor. Trump, Bolsonaro, Boris Johnson gitti ama geri gelmeye çalışıyorlar, Aşırı sağcı Modi gibi birisi 1,5 milyar nüfuslu Hindistan’ı yönetiyor.

Biz faşizme karşı mücadelede Troçki’nin birleşik cephe teorisinin bugüne uyarlanması gerektiğini savunuyoruz. O dönem adı birleşik işçi cephesiydi. Bugün yeni tipte birleşik cepheler olması gerek. Ama yine işçi sınıfının kuvvetlerinden oluşan güçler. Eski sistemin artıklarıyla ittifak değil, birleşik cephelerle aşırı sağı ve faşistleri geriletebiliriz. Türkiye’de de bunu yapmalıyız. 19 Ocak’ta Hrant anmasında biraraya gelenler böylesi bir cephenin en önemli kurucu unsurları olabilir. Irkçılığa, Kürt düşmanlığına, Ermeni düşmanlığına, antisemitizme ve göçmen düşmanlığına karşı birleşik bir güç oluşturmalıyız.

Bültene kayıt ol