Türkiye'de kantarın topuzu kaçarken... (İrvin Cemil Schick)

14.05.2015 - 10:25
Haberi paylaş

Tarihinin büyük çoğunluğu boyunca Türkiye Cumhuriyeti neredeyse din düşmanlığına varan saldırgan bir lâiklik politikası izlemiştir. Ancak lâiklik kavramına yaklaşımı, örneğin Amerika Birleşik Devletleri’ninkinden temel bir biçimde farklı olmuştur.

Amerika’da kısaca separation of church and state (kilise-devlet ayrımı) diye bilinen ilke (secularism) A.B.D. anayasasının birinci ek maddesine dayanmakta, türlü ictihadlarla günümüze kadar gelerek ister devlet katında olsun, ister eyalet, resmî kurumların herhangi bir dinî faaliyette bulunmasını men etmektedir. Örneğin bir belediye, Noel yahut Paskalya bayramlarında resmî kaynaklarını kullanarak bir şenlik yahut gösteri düzenleyemez, vergiden muaflık gibi hususlarda bütün dinlere ve ibadethanelerine eşit davranmak zorundadır.

Buna mukabil Türkiye’nin örnek aldığı Fransa’da geçerli olan lâiklik kavramı (laïcité), dini doğrudan doğruya devletin denetimi altına koymuştur. Nitekim Başbakanlığa bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığı, 1924’ten beri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının akide ve ibadet işlerini —güya siyaset dışı bir biçimde— idare etmektedir. İmamlar ve müezzinler devlet memurudur, hutbeler Ankara’da hazırlanıp yurda dağıtılır, v.s.

Cumhuriyet rejiminin Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir devlet dairesi kurması, hiç şüphesiz merkezî idare ile rekabet etmesi muhtemel bütün iktidar odaklarını bertaraf etme politikasının bir boyutu idi. Tekke ve zaviyelerin kapatılması olsun, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gibi yasalar olsun, Kemalist rejim bunu gerçekleştirmek için elinden geleni yapmış, din ve devlet işlerini ayırmak şöyle dursun, dini devlete tâbi kılmıştır.

Yalnız Diyanet İşleri Başkanlığı adı yanıltıcıdır, zira bu daire sadece çoğunlukta olan Sünnî Müslüman vatandaşların dinî işleriyle meşgul olmaktadır. Gayr-i Müslimler ile gayr-i Sünnî Müslümanların ise Diyanet İşleri Başkanlığı ile herhangi bir ilişkisi bulunmamaktadır. Hatta Diyanet Alevîlerin cem evlerini ibadethane bile saymamakta, bu nedenle Sunnî camilerinin yararlandığı haklar onlara tanınmamaktadır. Dolayısıyla Sünnî İslâm bugün lâik bir ülkede en olmayacak şeydir: fiilen resmî devlet dini.

Örneğin belediyeler Ramazan’da, kandillerde, bayramlarda dinî faaliyetler örgütlemekten geri kalmamakta, bunu halkın ihtiyaçlarını karşılamak kisvesi altında yapmakla birlikte aslında vatandaşların bir bölümünü (inançlı Sünnî Müslümanları) kayırmakta, bu arada da din propagandası yapmaktadır. Geçenlerde, Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle Üsküdar Belediyesi Bağlarbaşı’nda bir “Asr-ı Saadet Köyü” kurup bir de uyduruk Kâbe maketi inşa ettiğinde birçok kişi dinî açıdan itirazlar dile getirdi, birkaç kişi de ilgililerin zevksizliğinden, Kitsch düşkünlüğünden söz etti, ama kimse lâik bir ülkede bir Belediye’nin kamu parasıyla belirli bir dinin propagandasını yapmasını eleştirmedi. Yani bu olay neredeyse normal karşılandı. Devlet idaresinin dini özümsemiş olduğu bir düzende de bu belki normaldir gerçekten.

Birkaç yıl önce, o zamanlar Meclis Başkanı olan Bülent Arınç lâiklik kavramının “tartışmaya açılması” gerektiğini söyleyince kendi payıma onu desteklemiş, hattâ vakti çoktan gelmiş olan bu önemli sorunu gündeme getirme cesaretini gösterdiği için kendisini kutlamıştım. Muhalefet ise insiyaki bir şekilde yaygarayı basmış, konu rafa kaldırılmıştı. Ancak son zamanlarda görünen odur ki lâiklik tartışmaya bile açılmadan, adaletin suiistimali yoluyla yıpratılmakta ve adım adım ortadan kaldırılmaktadır.

Kantarın topuzunun artık kaçtığının açık bir belirtisi, Cumhuriyet gazetesi çalışanlarından Ceyda Karan ve Hikmet Çetinkaya’ya, Charlie Hebdo’nun Hz. Muhammed karikatürlerinden birini yayınladıkları için geçenlerde açılan davadır. Bu karikatürlerin yayınlanmasını tasvip etmediğimi başka vesilelerle ifade ettim (http://t24.com.tr/k24/yazi/charlie-hebdo-islamofobi-nefret-soylemleri,129). Ama onu tasvip etmemem, bu davanın bir rezalet olduğunu görmeme engel olmuyor.

İddianameye göre davanın gerekçesi, Türkiye Ceza Kanunu’nun 216. maddesinin 3. fıkrasındaki şu ifadedir: “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Gazete haberlerine göre 1280 kişi Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuş, bunun üzerine savcının hazırladığı iddianameyi de İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi kabul edip dava açmış. Savcı iki gazeteci için dort buçuğar yıl hapis cezası talep etmiş.

Yine gazetelerden öğrendiğime göre savcı “Yaklaşık 1400 yıllık geçmişi olan İslam dininde bir Müslüman kişi, kurum veya kuruluş tarafından Hz. Muhammed’in tasvirinin yapılmadığı hatta bir çok dini filmde de seslendirmesinin dahi kullanılmadığı” iddiasından hareketle “... 1400 yıllık geleneğe dönüşerek İslam Peygamberi’nin herhangi şekilde tasvir veya seslendirmesinin hakaret olarak algılanmasında herhangi bir İslam ulemasının beyanına gerek olmadığı gibi TCK’nın 216. maddesinde belirtilen ‘dini değerler’ kriterlerine dahil olduğu açıktır” sonucuna varmış.

Burada dikkate değer birkaç husus var. Birincisi, söz konusu fiil bir karikatür yayınlamak iken, bunun nasıl “kamu barışını bozmaya elverişli” olduğu hiç açık değil. Elbette eğer birtakım insanlar kışkırtılarak 4 Aralık 1945 Tan gazetesi baskını gibi bir saldırı tezgâhlanırsa kamu barışı bozulur. Ama o zaman da kamu barışını bozanlar saldırganlarla onları kışkırtanlar olur, suçlanan gazeteciler değil. Nitekim mütedeyyin Müslümanların hiç okumadığı Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir karikatür hakkında suç duyurusu yapacak 1280 kişinin nasıl toplandığı, onları bu şekilde örgütlenmenin kamu barışına nasıl hizmet ettiği gibi sorular akla gelmiyor değil.

İkinci mesele, İslâm’ın 1400 yılı aşkın (savcı galiba tam sayıyı bilmiyormuş, kendisine yardımcı olalım: 1436 yıl) tarihi boyunca hiçbir Müslüman kişi, kurum veya kuruluşun Hz. Muhammed’in resmini yapmadığı bütünüyle yalan. K24 sitesinde çıkan, tanınmış İslâm sanatı tarihçisi Christiane Gruber’ın yazısıyla orada verdiği örnekler, bu iddianın saçmalığını açıkca ortaya koyuyor. (http://t24.com.tr/k24/yazi/islamveresim,187) On altıncı yüzyıldan itibaren Hz. Muhammed’in Sünnî âleminde daha soyut bir biçimde temsil edilmeye başlandığı doğru olmakla birlikte, daha önceki devirlerde gerek Sünnî, gerekse Şiî minyatürlerinde gayet gerçekçi Peygamber resimleri olduğuna şüphe yoktur. Bu durumda iddianamenin temel varsayımının yanlış olduğu görülüyor. Dolayısıyla iddianamenin tümü hükümsüz sayılmalıdır.

Üçüncü husus, böyle bir “1400 yıllık gelenek” olsaydı dahi, buradaki suçun ne olduğu belli olmadığı gibi, bunun “hakaret olarak algılanmasında herhangi bir İslam ulemasının beyanına gerek olmadığı” sözleri anlaşılır gibi değil. Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri ne zamandan beri İslâm ulemâsına danışıyor acaba? İslâm ulemâsı Şer’î mahkemelerde fikir beyan edebilir elbette, ama Anayasa’ya göre hâlâ lâik bir ülke olan Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik mahkemeleri için böyle bir şey elbette söz konusu değildir. Hattâ denilebilir ki bunu yazan savcı büyük ihtimalle Anayasa’nin lâiklik ilkesini ihlâl etmiş durumdadır.

Dördüncü husus, bütün bunlar doğru olsaydı bile, Hz. Muhammed’i tasvir etmekle nasıl “hakaret” edilmiş olduğu hiçbir şekilde açık değil. Diyelim ki Peygamber’i tasvir etmek İslâm dinine göre bir suç. Herkes İslâm dinine uymak zorunda mıdır? Müslümanları aşağılamak bir şeydir, İslâm dininin buyruklarına uymamak başka bir şey. Hayatını İslâm dinine göre sürdürmeyen bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, Müslümanlara hakaret mi etmiş oluyor? İslâm’ı “âlenen aşağılamış” mı oluyor? Açıkcası bugünleri göreceğimi, bu sözleri yazacağımı kırk yıl düşünsem tahmin edemezdim, ama burada yapılan, arka kapıdan Şeri’at yasalarını yürürlüğe koymaktan başka bir şey değildir. Bu ise açık seçik suçtur. Türkiye Cumhuriyeti’nde iki hukuk sistemi değil, tek bir hukuk sistemi vardır. Ve o hukuk sistemine göre Hz. Muhammed’in tasvirini yayınlamak suç değildir, el çabukluğuyla suç haline getirilemez.

Bu iddianame yoluyla açılan kapı gerçekten dehşet vericidir aslında. Ramazan’da oruç tutmayan, içki içen, namaz kılmayan herhangi birine, “1400 yıllık gelenek” ihlâlinden dava açılabilecektir bu gidişle.

Bu bağlamda şunu belirtmek isterim. Lâik olmakla lâikçi olmak arasında önemli farklar vardır. Şahsen Türkiye Cumhuriyeti devletinin lâikçi olmasını doğru bulmam, zira lâikçi bir devlet dindar vatandaşları üzerinde baskı kurar, onların dinleri gereği yapmak istediklerini yasaklamağa çalışır. Örneğin koca bir nesli perişan eden başörtüsü yasağı, pusulasını şaşırmış bir lâikçi devletin marifetiydi. Öte yandan lâik bir devlet, vatandaşlarının dinlerine göre farklı muameleye tâbi tutulmadığı, insanların cinsiyetleri yahut cinsel yönelimleri nedeniyle ayrımcılığa uğratılmadığı, özgürlüğün merkeze alındığı bir devlettir ki Türkiye Cumhuriyeti böyle olmalıdır. Birtakım gafillerin “doksan yıllık reklâm arası” sanrılarıyla bu memleketi bir teokrasiye çevirmesine izin verilemez.

İrvin Cemil Schick

Bültene kayıt ol