(Dosya) Kapitalizm: Pandeminin arkasına gizlenen baskı makinesi

27.04.2021 - 14:33
Haberi paylaş

2020 yılının Mart ayında Türkiye’de resmen ilk defa görülen Covid-19 salgını, aradan bir yıl geçtikten sonra bulaş bakımından daha da hızlandı ve dünya genelinde yayıldığı bölgelerde artış başladı.

Pandemiye yönelik tam veya kısmi tecrit önlemleri, halen dünyada işgücünün yüzde 81’ini temsil eden yaklaşık 2,7 milyar çalışana çözüm sunabilmiş değil. Halihazırda birçok ekonomik sektördeki işletmeler, özellikle de nispeten küçük işletmeler, faaliyetlerini ve ödeme güçlerini tehdit eden yıkıcı kayıplarla karşı karşıya; ayrıca milyonlarca çalışan gelir kaybına uğradı, işten çıkarılma tehdidi ile karşı karşıya geldi. Özellikle güvencesi olmayan işçiler ve kırılgan kesimler, pandemiden olumsuz etkilenenlerin başında geliyor.

Dünya genelinde, sosyal devlet olarak bilinen gelişmiş kapitalist ülkeler dahi pandemi karşısında çaresiz kaldı. Geleceği bir sır olmayan, bilim insanları tarafından uzun süredir uyarıldığımız pandemiye karşı en küçük bir tedbirin alınmadığı, aksine sağlık sektöründe yapılan özelleştirmelerle salgından ölümlere âdeta kapı açıldığı anlaşıldı. 

Pandeminin yayılma hızını azaltmak için alınması gereken önlemlerin başında gelen tam kapanma hiçbir ülkede gerçekleştirilmedi; üretimin devam etmesi gerektiği söylenerek işçi sınıfı salgınla baş başa bırakıldı. Büyük sermayeye verilen destekler işçi sınıfından esirgendi; aşı çalışmaları yine dev şirketlerin kontrolüne verildi ve milyarlarca insan sağlık sektöründeki holdinglerin insafına terk edildi.

Türkiye’de de salgının başlamasıyla işçiler, kadınlar, LGBTİ+’lar, dezavantajlı gruplar ve ayrıca düşünce ve ifade özgürlüğü üzerinde büyük bir baskı ortamı oluşturuldu. Sermayenin pandemiyi en az zararla atlatmasına yönelik bazı tedbirler alınırken, işçiler ve ezilenlere yönelik saldırıyı dile getirmeye çalışanlar çeşitli yaptırımlarla karşı karşıya bırakıldı.

İşçiler ve çalışanlar

Pandeminin birinci yılı geride kalırken, üretimin durmaması adına sermayenin taleplerini yerine getiren hükümet, işçileri ve emekçileri salgın ile baş başa bıraktı. Ekonomik kriz giderek derinleşirken, milyonlarca işçi açlığın, sefaletin ve ölümün kucağına atıldı. Salgının hemen başında grev yasağı ilan eden hükümet, patronların işçileri ücretsiz izne çıkarmasına izin verdi. Bu süreçte sanayi işçilerinin neredeyse onda biri ücretsiz izne çıkarıldı. Dört işçiden biri, gelirinin dörtte birini kaybetti. 

İktidar, virüsün yayılma hızının tavan yaptığı dönemlerde dahi “ne olursa olsun üretim sürmeli” anlayışını sürdürdü. Yaşamak için çalışmaktan başka çaresi olmayan insanlara alay edercesine “Evde kal!” çağrıları yapıldı, evde kalamayanlara neredeyse suçlu muamelesi yapıldı. İşçiler çalışmaya devam ederken özellikle çok sayıda işçinin bulunduğu büyük işletmelerde aşılanma söz konusu dahi değildi ve işçiler böylece sürü bağışıklığına terk edilmiş oldu, “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” mantığı işletildi.

Özellikle küçük işletmelerde çalışan on binlerce işçi açlığa ve sefalete terk edilirken, kısa çalışma ödeneği adı altında, işsizlik sigortası fonu da patronların yağmasına açıldı. “İşten atmalar yasaklanıyor” söylemleri eşliğinde gündeme getirilen torba yasayla, ücretsiz izin ve tazminatsız işten çıkarmaların önü açıldı. 

Kod 29 ile işçi ve emekçilerin haklarını aramaları engellenmeye çalışıldı, sendikalaşmaya çalışan işçiler işten atıldı. 

En büyük darbeyi de sağlık emekçileri yedi. Gereken önlemlerin yeterli bir şekilde alınmamasından ötürü hasta sayısının korkunç boyutlara ulaşması, sağlık kuruluşlarında çalışan çok sayıda emekçinin hastalanmasına, ölmesine neden oldu. 

Okullar da anlamsız bir şekilde bir açılıp bir kapatıldı, çok sayıda öğretmen salgına feda edildi. Ve halen öğretmenlerin hepsi aşılanabilmiş değil.

Pandemi boyunca adı konmamış bir içki yasağı uygulandı, binlerce içkili lokanta ve barın çalışması keyfi olarak kısıtlanarak, buralarda çalışan müzisyenler, garsonlar ve diğer işçiler kelimenin tam anlamıyla açlığa mahkûm edildi.

Salgınla birlikte “uzaktan çalışma” birçok sektörde yaygınlaşmaya başladı. Mesai saatlerinin esnekleşmesi, ulaşılamama hakkı, iş ile ilgili harcamaların kim tarafından karşılanacağı ve özel hayatın gizliliği uzaktan çalışma biçimlerinde öne çıkan sorun ve talepler haline geldi.

Kadınlar

Pandemiden en fazla etkilenen kesimlerden biri de kadınlar oldu. Uygulanan kapanma tedbirleri, toplumsal cinsiyet rollerine bağlı olarak ev içi emeğin büyük kısmını üstlenmiş olan kadınların durumunu daha da ağırlaştırdı. Ev içi ve dışı erkek şiddetiyle birlikte kadın cinayetleri de artarak devam etti. 2020 yılında, 327 günde - en az - 253 kadın öldürüldü, 715 kadın şiddete maruz kaldı. Öldürülen kadınların yüzde 65’i eş, eski eş, sevgili tarafından; yüzde 48’i kendi evlerinde katledildi.

Bu korkunç tabloya rağmen, kadına yönelik şiddetin engellenmesini amaçlayan İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması için düzenlenen kampanya pandemi döneminde de ve üstelik daha da kararlı biçimde devam etti. İstanbul Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılmış, 2014’te yürürlüğe giren sözleşmeyi ilk imzalayan ülke Türkiye olmuştu. 6284 sayılı “Ailenin korunması kadına karşı şiddetin önlenmesine dair” kanun da yine bu sözleşmeye dayanılarak (2012) çıkarılmıştı.

Ancak aradan birkaç yıl geçtikten sonra, İstanbul Sözleşmesi karşıtı sesler daha gür duyulmaya başlandı. 1 Haziran 2019 tarihinde, basına kapalı gerçekleşen Milli İrade Platformu iftarında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “İstanbul Sözleşmesi nas değildir. Bizim için ölçü değildir” dediği biliniyor.

Pandemide bir de İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması gündeme geldi.  2 Temmuz 2020’de AK Parti Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş, katıldığı televizyon programında, İstanbul Sözleşmesi’nde parti olarak kalamayacaklarını belirtirken, “Nasıl sözleşmenin usulü yerine getirilerek imzalandıysa, aynı şekilde usulünü yerine getirerek bu sözleşmeden çıkılır” ifadelerini kullandı.

Kamuoyundaki tartışmalar sürerken, Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM), 1 Ağustos 2020’de resmi Twitter hesabından yaptığı açıklamada, İstanbul Sözleşmesi’ne destek verdiğini belirtirken, “Bu sözleşmenin eşcinsel yönelimleri meşrulaştırmasına sebep olduğunu iddia etmek ise en hafif tabirle kötü niyetliliktir” ifadelerini kullanıyordu.

Bundan sonra da İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili tartışmalar olanca hızıyla sürdürüldü. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde İstanbul’da yapılan ve binlerce kadın ile LGBTİ+’nın katıldığı gösteride İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmaması gerektiği vurgulandı. Ancak 20 Mart tarihinde “aile düzenini bozduğu, eşcinselliği meşrulaştırdığı” gibi gerekçelerle, bir cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldığı ilan edildi. Bu karar başta İstanbul olmak üzere, Türkiye’nin 50’den fazla ilinde yapılan gösterilerle protesto edildi. Dünyanın her yerinden kadın örgütleri karara tepki gösterdi. O günden bu yana, İstanbul’un çeşitli yerlerine dev pankartların asılması da dahil, sözleşmenin kaldırılmaması için kadın ve LGBTİ+’lar tarafından büyük bir mücadele yürütülüyor.

LGBTİ+’lar

Pandemiyle birlikte LGBTİ+’lara yönelik büyük bir saldırı kampanyası başlatıldı. Salgının başladığı sıralarda, 20 Nisan 2020’de Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, bir hutbe konuşmasında “İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lutiliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti? Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir” diyerek hem pandeminin sorumluluğunu LGBTİ+’ların üzerine yıkmaya kalktı hem de onları nefret suçlarına açık hale getirdi. Nitekim Erbaş’ın sözlerinden sonra LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemlerinde ve suçlarında yüzde 50’lere varan artış yaşandı.

29 Haziran 2020’de Kızılay Genel Başkanı Kerem Kınık, yasaklanan Onur Haftası’yla ilgili açıklamasında “İnsanlık onurunu çiğnetmeyeceğiz. Fıtratı ve çocuklarımızın ruh sağlığını koruyacağız. Sağlıklı yaradılışı bozan ve iletişim gücü ile anormali normal gibi gösterip pedofilik hayalleri çağdaşlık diye gencecik zihinlere zerk eden her kim olursa olsun mücadele edeceğiz. Yok öyle!” içerikli bir nefret söyleminde bulunarak, bir kez daha LGBTİ+’ları hedef haline getirdi.

9 Aralık 2020’de Ticaret Bakanlığı bünyesindeki Reklam Kurulu, güya tüketici şikâyetlerini dikkate aldığı bahanesiyle e-ticaret sitelerinde LGBTİ+ ve gökkuşağı temalı ürünlerin +18 ibaresiyle satışa sunulması gerektiğine karar verdi. Böylece LGBTİ+ simgeleri kriminalize edildi, LGBTİ+ varlığı tekrar hedef haline getirildi.

LGBTİ+’lara yönelik en kapsamlı saldırı ise Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyım olarak atanan Melih Bulu’ya yönelik protestolarda yaşandı. Kampüsteki bir sergide yer alan görsellerden biri bahane edilerek, LGBTİ+’lara yönelik olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın da katıldığı bir nefret kampanyası başlatıldı, Boğaziçi Üniversitesi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü kapatıldı. 

Daha sonra Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu da lağvedildi. LGBTİ+ öğrencilere yönelik cadı avı başlatıldı, çok sayıda öğrenci gözaltına alındı, tutuklandı ve haklarında dava açıldı. Bu öğrencilere destek olmak için eylemlere katılanlar da gözaltına alındı, hatta eylemlere katılıp gözaltına alınanlara destek olmak için eylemlere katılanlar da aynı akıbete uğradı.

20 Mart 2021’de, üstelik bir gece yarısı, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı Resmi Gazete’de yayınlandı. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının gerekçesini metnin “Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmesi” olarak açıkladı.

Basın ve ifade özgürlüğü

Salgın sürecinde basın ve ifade özgürlüğüne yönelik bir saldırı dalgası da başlatıldı. İlk koronavirüs vakasının açıklandığı 11 Mart ile 21 Mayıs tarihleri arasında, İçişleri Bakanlığı Siber Suçlarla Mücadele Birimi, 1.105 sosyal medya kullanıcısının ‘koronavirüsle ilgili provokatif paylaşımlarda bulunduğunu’ açıkladı. Aralarından 510 kişi, ifadesi alınmak üzere gözaltına alındı. Bu, ‘yalan haberler,’ ‘tahrik’ veya ‘korku ve panik yaratma’ suçları ile mücadele bahanesiyle, pandemiye dair fikirlerin sosyal medyada dile getirilmesini engelleme anlamına geliyordu.

TIR Şoförü Malik Yılmaz, 28 Mart’ta yaptığı bir video paylaşımında, ‘evde kal’ mesajının kendisi için bir anlamı olmadığını şu sözlerle ifade ediyordu: “Diyorsunuz ya ‘evde kal Türkiye’, nasıl kalalım? Emekli değilim, memur değilim, zengin değilim. İşçiyim ben, tır şoförüyüm. Çalışmazsam ekmek yok. Elektriğimi, suyu, kirayı ödeyemem. Bunları ödememek zaten ölmekten daha beter. Ama beni bu virüs öldürmez, beni senin bu düzenin öldürür.” Yılmaz, bu paylaşımın ardından gözaltına alındı.

Gazeteciler de aynı saldırı dalgasından payını aldı. Yalnızca 2020 yılının Mart ayında bile 17 gazeteci pandemi ile ilgili haberleri nedeniyle gözaltına alındı. Geçtiğimiz günlerde Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF) tarafından açıklanan 2021 Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre, Türkiye 180 ülke arasında 153. sırada yer alıyor.  

2021’in başından bu yana, dokuz gazeteci ve medya çalışanı fiili saldırıya uğradı. En son Bursa Orhangazi’den radyo programcısı Hazım Özsu, “kullandığı ifadeleri beğenmediğini” söyleyen bir kişi tarafından öldürüldü.

HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’na, attığı bir tweet nedeniyle “terör örgütü propagandası” yapmaktan 2 yıl 6 ay ceza verildi. Ardından milletvekilliği düşürülen Gergerlioğlu cezaevine konuldu. Hükümet, sosyal medya paylaşımlarına bir Demokles kılıcı muamelesi yaparak, ne kadar muhalif ses varsa kısmak istediğini, bu vahim örnekte bir kez daha ortaya koymuş oldu. 

---

Çözüm birlikte mücadele

Salgında işçi sınıfı ve ezilenler üzerindeki baskıların artması, temel hak ve özgürlüklere yapılan saldırılar, basın ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması, tüm bunlar direnişleri de harekete geçirdi.

Yasaklar ve engellemelere rağmen ülke genelinde çok sayıda işçi grevi ve eylemi gerçekleştirildi, bunların birçoğu kazanımla sonuçlandı. İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına, cinsiyet temelli toplum sisteminden kaynaklanan eşitsizliklere, kadın cinayetlerine karşı binlerce kişinin katıldığı eylemler yapıldı. Hak ve özgürlük ihlallerine karşı irili ufaklı sayısız basın açıklaması yapıldı, eylem gerçekleştirildi.

Sosyoekonomik krizin giderek derinleştiği, işçilerin ve emekçilerin açlığa ve sefalete mahkûm edildiği, paranın değerinin her gün düştüğü, milyonların gelecek kaygısıyla her yeni güne korkuyla uyandığı, bütün bunlara ilave olarak bir de yönetim krizinin yaşandığı, pandeminin her gün çok sayıda can aldığı bu günlerde işçilerin ve ezilenlerin üretimden ve hayatın içinden aldıkları güçle direnişe geçmeleri elzem hale gelmiştir.

Yaklaşan 1 Mayıs bunun için iyi bir fırsattır. İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’ta yapılacak kitlesel bir direniş, hayatını çalışarak kazanan insanların öfkesini demokratik kazanımlar için harekete geçmeye kanalize edebilir. 

Milyonların mücadelesi, dünyayı değiştirebilir.

Atilla Dirim

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol