Anadilini koruyamamaktır
Dünya üzerinde yaklaşık 6000 dil olduğu bilinmektedir. Resmi olarak tek dil kullanılmasına karşın Türkiye’de de Türkçe dışında onlarca dil mevcuttur. Ancak bu dillerin bir kısmı tamamen kaybolmuş, bir kısmı unutulmuş veya sadece bu dilleri bilen bireylerin evlerine hapsolmuştur.
Yaşamakta olduğumuz coğrafyada Ermenilerin varlığına ait ilk buluntular, farklı uygarlıkların kaynaklarında M.Ö.2500’lere kadar uzanmaktadır. Ermeni dili ve kültürünü bu coğrafi ve tarihsel perspektif olmadan yorumlamak şüphesiz eksik bir yorum olacaktır. Ancak günümüze geldiğimizde ülkemizde bu dili konuşanların sayısının bu durumla büyük bir tezat oluşturduğu görülmektedir. Yani, Ermenice doğduğu topraklarda ölmektedir. Bu duruma gelinmesindeki en büyük sebeplerden biri şüphesiz ki devletin farklı dil ve kültürler karşısında yürütmüş olduğu politikadır. Devletin düstur edindiği tek dil-tek millet ideolojisi ve “vatandaş Türkçe konuş” minvalindeki kampanyalar, farklı dillerin yaşama alanlarının giderek daralmasına ve bir yok oluş sürecine girmesine sebep olmuştur. Ermenice de bu durumdan nasibini fazlasıyla almıştır. Öyle ki, yapılan birtakım araştırmalarda ortaya çıkmıştır ki, Ermenice bildiği halde kendisini Türkçe ile daha iyi ifade edebildiklerini belirten nesiller yetişmektedir. Bu durum toplumumuzun girmiş olduğu sanatsal, kültürel, bilimsel kısırlığın en önemli sebeplerinden bir tanesidir de aynı zamanda. Türkiye’de Ermeni olmak, kendi anadili yerine Türkçe konuşmaya zorlanmak, anadilini koruyamamaktır.
İstanbul Ermenisi veya Anadolu Ermenisi olmaktır
Bir rivayete göre Türkiye’de sadece İstanbul’da Ermeniler bulunmaktadır. Oysa işin aslı böyle değildir. Anadolu’da soykırımdan bir şekilde kurtulup da hayatta kalmış sayısız “kripto Ermeni” bulunmaktadır. Yaşadıkları coğrafyalarda “gavur” ya da “Ermeni dölü” olarak adlandırılan bu insanlar İstanbul’a geldiklerinde, etnik aidiyetlerinin farkında olup olmamasına bakılmaksızın Kürt oldukları gerekçesi ile “gerçek” Ermeniler tarafından kabul edilmemekte yahut da çok ciddi entegrasyon sorunlarıyla karşılaşmaktadırlar. Kaldı ki, İstanbul Ermenileri de Ermenistan’a gittiklerinde Türk oldukları gerekçesi ile benzer tutumlara maruz kalmaktadırlar.
Azınlık olmak, yurttaş olamamaktır
Türkiye’de resmi tarih öğretilerinin çarpıklığı, eksikliği, üzerine kurulu olduğu “milliyetçilik” ideolojisi ve bu öğreti üzerinde yükselen eğitim sisteminin bir sonucu olarak “Türk toplumsal bilinçaltında” Ermeniler sanki bu ülkeye iltica etmişler, farklı coğrafyalardan gelmişler gibi bir algı söz konusudur. Ermeniler’in “peki siz nereden gelmişsiniz?” gibi sorularla muhatap olmalarının sebebi bu zihinsel arka plandır. Ermeniler, çeşitli uygarlıkların kaynaklarında adları geçen ve Anadolu coğrafyasında tarihi M.Ö. 2500 yıllarına kadar uzanan kadim bir halk iken, kırılmak, sürülmek, öldürülmek suretiyle bir cemaate indirgenmiş, matematiksel bir hesapla azınlık olarak sayılmıştır. Her halkın en kutsal hakkı olan dilini, kültürünü, kimliğini yaşatma hakkını ancak çok kısıtlı olarak elde edebilmiştir. Türkiye’de Ermeni olmak, her vatandaşın hakkı olan üst düzey bürokrat, asker, yönetici vs. kısacası eşit vatandaş olma hakkını elde edememiş olmaktır.
Bölücü hain olmaktır
Bu ülkede öyle bir sistem kurula gelmiştir ki, mağdur olmayan her hangi bir kesim bulunmamaktadır. Hangi etnik, dini veya ideolojik gruba dokunulsa bin ah işitilir. Her kesim çeşitli baskılara, zulümlere, tehditlere ve şedit uygulamalara maruz kalmıştır. Böylece toplumun farklılık barındıran kesimleri gittikçe sinmiş, kabuğuna çekilmiş, gözden kaybolmuş, tek tip bir toplum yapısı ve sosyal, kültürel, sanatsal ve hatta bilimsel bir yozlaşma baş göstermiştir. Türk Dili ve Türk kimliği dışında bütün diller, kültürler ve kimlikler yok sayılmış ve ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.
İşte bütün bu baskılar, sindirme ve yok sayma politikaları karşısında Kürt siyasal hareketi doğal bir refleksle direnmiş, var olduğunu kanıtlamak ve bir halk olmanın getirdiği doğal haklarını elde edebilmek için içerisinde silahlı mücadelenin de olduğu bir direniş ortaya koymuştur. Egemen güçler bu direniş hareketlerini şiddetle bastırma faaliyetlerinin yanı sıra psikolojik bir savaşa da girişmişlerdir. Bu psikolojik savaşın en başında, bu direnişi halk nezdinde itibarsızlaştırmak ve toplumsal bir taban bulmasını önlemeye çalışmak gelmiştir. Bu noktada, hareketi, “toplumsal bilinçaltında” zaten bir “hain” millet olan Ermenilerle bağdaştırmak, küçümsenemeyecek derecede toplumsal bir karşılık bulmuştur. Ağırlıklı olarak direniş hareketini desteklemeyen Kürt kesimler ve zaten milliyetçilik gazıyla zehirlenmiş olan psiko-militarist Türk milliyetçileri arasında bu inanış ciddi bir argüman olarak kullanılagelmiştir. Şüphesiz ki, bu hareket içerisinde Ermeni bireyler de yer almışlardır. Ancak, şu nokta unutulmamalıdır; eğer bir Ermeni iseniz, taleplerinizin bir önemi yoktur. Türkiye’de Ermeni olmak, dış mihrak, bölücü, hain olmak demektir.
Kimliğini inkâr etmektir
19. yüzyıldan başlayarak çeşitli aşamalarla katliamlara maruz kalan Ermenilere yönelik pogromlar, 1915’te en üst aşamaya ulaşmış ve top yekûn bir yok etme girişimi ortaya çıkmıştır. Başta ekonomi olmak üzere kültürel ve sosyal hayatın başat bir aktörü olarak rol oynayan Ermeniler, bu tarihten sonra son derece trajik bir yaşam mücadelesine girişmişlerdir. Bütün varlıklarına el konulmasının yanı sıra kendi dinleri, dilleri ve kültürleriyle yaşama şansları ellerinden alınmış ve soykırımdan sonra bir şekilde hayatta kalanlar ise kültürel, dilsel, kimliksel bir asimilasyon sürecine maruz kalmışlardır. Böyle travmatik bir yaşam algısının genetik kodlara işlenerek, yeni nesle aktarılması kaçınılmaz olmuştur. Dışlanma ve ölüm korkusu ile yaşamak zorunda kalan insanlar, içgüdüsel olarak çocuklarını kendilerinin maruz kaldıkları yaşantılardan korumak maksadıyla, etnik kökenlerini, geçmişte mensubu oldukları dinlerini gizleme gereği duymuş ve bunu belirli bir yaşa gelene kadar çocuklarından saklamışlardır. Ancak bu insanların gözden kaçırdıkları ya da bilseler de bir şey yapamayacakları bir husus vardı. İçinde yaşadıkları toplumda zaten herkes birbirini tanıyor, geçmişini biliyordu. Yani bir Ermeni iseniz, bu sizin etiketinizdi. Kırk tas suyla yıkansanız, hacı hoca hatta imam dahi olsanız siz “gâvur”sunuzdur. Belki Ermenilerin evlerinde bu konu çocuklardan bir süre gizlenmiştir ancak diğer evlerde bu durumlar çocukların oyunlarına sirayet edecek derecede konuşulmuştur. Öyle ki, birçok Ermeni, Ermeni olduğunu sokakta, okulda, sağda solda öğrenmiştir. Düşünün çocukluğunuzu, oynadığınız oyunları, ettiğiniz kavgaları, küfürleri. Türkiye’de Ermeni olmak, arkadaşınız size “siz Ermeni’siniz” dediğinde bunun ne demek olduğu hakkında bir fikriniz dahi olmadan, bir küfür gibi algılayarak “hayır biz ermeni değiliz, siz Ermeni’siniz” diyerek karşılık vermektir.
İki isimli olmaktır
Halk olmak, kendine özgü bir dil, kültür, yaşayış biçimine sahip olmak demektir. Bir halkın bireyleri dünyayı, hayatı görece benzer şekilde algılar ve yorumlar. Bu benzerlik doğal olarak insan, doğa, şehir isimlerinde de ortaya çıkar. İsimler daha çok o halkın inançlarından, kültürel birikimlerinden kaynaklanır. Anadolu’nun en eski halklarından biri olan Ermeniler açısından da bu durum pek tabi böyledir. Ancak, kendi inanışlarına, kendi kültürlerine ait isimleri kullanan Ermeniler açısından her alanda olduğu gibi bu alanda da 1915 bir kırılma noktasıdır. 1915’ e kadar Sarkis, Giregos, Minas, Artin olan isimler, soykırım sonrası ve özellikle soyadı kanunu ile beraber Mustafa, Ahmet, Mehmet olmuştur. Son dönemde tersine bir süreç yaşanmaya başlanmadı değil. Marta olan Meltem, Ohannes olan Ramazan, Aret olan Ziya bu durumun birer örnekleridirler. Doğrudan Ermenice isimler alarak bu isimleri benimseyen yeni nesiller dışarıda tutulmak suretiyle, kendilerine sonradan Ermenice olmayan isimler verilenler ve Ermenice olmayan isimlerle yetişip sonradan Ermenice isim alanlar, sonradan aldıkları Ermenice isimleri içselleştirmekte çok da başarılı olamadılar, olamıyorlar. Türkiye’ de Ermeni olmak, bir yandan alışıla gelinmiş zoraki isimler, diğer yandan kendi öz benliklerine duydukları aidiyetle kullanmaya çalıştıkları Ermenice isimler arasında gidip gelmektir.
Soy kodu 2 olmaktır
Ermeniler Lozan antlaşması ile Türkiye’de birtakım haklar elde ettiler. Bu haklardan şüphesiz en önemlisi, kendi okullarını açabilmektir. Kültür ve dil aktarımının en önemli aracı olan okullar, Ermeni toplumunun kendisini asimilasyon politikalarından koruyabilmesinde büyük rol oynadı. Ancak, devlet her alanda olduğu gibi bu alanda da bütün unsurlarını kullanmak suretiyle baskısını sürdürdü. Öyle ki, bu okullara devam etmek isteyen çocuklar ve aileleri, kılı kırk yaracak bir şekilde araştırılıyordu. Çünkü Ermeni olmayan kişiler, eğitimdeki kalite nedeniyle çocuklarını bu okullara göndermek istiyor, devlet ise buna kesinlikle engel olmaya çalışıyordu ki bu uygulama halen devam etmektedir, Ermeni olmayan çocuklar bu okullara alınmamaktadır.
Yakın bir zamanda bir vatandaşın yargı yoluna başvurması sonucu ortaya çıkan bir belge, devletin Ermenilere ve diğer azınlık olarak kabul edilen halklara bakışını çarpıcı bir şekilde ortaya koydu. Kendisinin Ermeni olduğunu sonradan öğrenen ve o nedenle çocuğunu Ermeni okullarından birine kaydetmeye çalışan vatandaşa İstanbul il Milli Eğitim Müdürlüğü’nün vermiş olduğu bir cevap, ortaya çıkardı ki, devlet yıllardan beri Türkiye’ de yaşayan azınlıkları fişlemek suretiyle kayıt altında tutmaktadır. Verilen cevapta bu okullara kaydolmak isteyenlerin soy durumuna bakıldığı ve soy kodu 2 olmayan kişilerin bu okullara devam edemeyecekleri belirtilmiştir. Aynı uygulamada Rumlar 1, Yahudiler ise 3 olarak kodlanmışlardır. Asıl çarpıcı olanı ise, devletin bu uygulamasının, 1920’lerden yani cumhuriyetin ilk yıllarından beri süregeliyor olması. Bu durum da ortaya koyuyor ki, Türkiye’ de Ermeni olmak soy kodu 2 olmaktır.
Ferhat Bakırcıoğlu
(Küresel BAK'ın Ermeni Soykırımı broşüründen alınmıştır)