"İstanbul Sözleşmesi’nin zarar verdiği tek aile, şiddetin bulunduğu ailedir", Melike Işık yazdı.
İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önlemeyi ve bu şiddetle mücadele adına devletlerin sorumluluklarını belirlemeyi hedefleyen uluslararası bir insan hakları sözleşmesidir. İstanbul Sözleşmesi hem şiddetin önlenmesi hem de şiddetin ardından failin cezalandırılması için farklı ilkeleri, bir arada ele alıyor.
Dört yıldır, her geçen yıl daha fazla kadın, erkekler tarafından öldürülüyorken İstanbul Sözleşmesi etkin uygulanmamakla kalmayıp, aileye zarar verdiği, erkekleri dezavantajlı konuma getirdiği gibi iddialarla hedef gösterildi. Oysa İstanbul Sözleşmesi’nin zarar verdiği tek aile, şiddetin bulunduğu ailedir. Ve bu sözleşmeyi kendisi için tehdit görmesi gereken erkekler yalnızca failler ve onların savunucularıdır.
Sözleşmenin bir diğer çok tartışılan noktası ise konuya toplumsal cinsiyet temelli yaklaşımı. İşte bu yaklaşımı sebebiyle hem LGBTİ+fobik çevrelerce hem kadın düşmanlarınca hedef gösteriliyor. Kadınlar ve LGBTİ+lar her gün şiddete maruz kalırken, bu şiddetle mücadele etmeyi hedefleyen İstanbul Sözleşmesi, sağcıların LGBTİ+fobik söylemlerine malzeme oluyor, sözleşmenin şiddet gören tüm kadınlar için taşıdığı önem ve aciliyeti yok sayılıyor.
Sözleşmenin kapsamı
İstanbul Sözleşmesi, şiddetle mücadele için dört temel ilke ortaya koyar:
Bu ilkelerin hepsinin ortak amacı, kadına yönelik şiddetle mücadele etmek, şiddete uğrayan kadınlara destek olmak ve yeni şiddet vakalarının önüne geçmektir.
Sözleşmedeki şiddet, Kadınlara Yönelik Her Türlü Şiddetin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin BM Bildirgesi’ndekiyle benzer şekilde tanımlanıyor. Bununla birlikte, İstanbul Sözleşmesinde psikolojik şiddet ve ekonomik şiddet ibareleri de yer alıyor. Bu ibarelerin de eklenmesi sayesinde İstanbul Sözleşmesi şiddeti daha da kapsamlı olarak ele alıyor.
Şiddetin farklı boyutlarını kapsamasının yanı sıra, Sözleşme aynı zamanda cinsiyete dayalı şiddetin başka ayrımcılık biçimleriyle etkileşimini de göz önünde bulundurarak cinsel yönelim, cinsiyet kimliği, yaş, sağlık ve engellilik durumu, medeni hâl, göçmenlik ve mültecilik gibi durumlarda ayrımcılık yapılmaması gerektiği de vurguluyor.
Kadına yönelik şiddeti önlemeyi amaçlayan çok sayıda uluslararası düzenleme bulunsa da İstanbul Sözleşmesi, kapsamı ve oluşturduğu denetim mekanizmasıyla ayrı bir öneme sahip.
İstanbul Sözleşmesi, cinsiyete dayalı ayrımcılık ve şiddet konularında şimdiye kadarki en kapsamlı sözleşme olmasıyla, cinsiyete dayalı şiddetle mücadele için inkar edilemeyecek bir önemdedir.
Sağcı hükumetler ve kadına yönelik şiddet
Sağcı hükümetler, yıllardır artan kadına yönelik şiddeti durdurmak adına kayda değer hiçbir politika geliştiremiyor. Kadın hakları savunucularını terörist ilan etmekle, kadın eylemlerini yasaklamakla, evlenmeyen/çocuk sahibi olmayan kadınları hedef göstermekle öylesine meşguller ki failleri azarlamaktan başka bir çözüm öneremiyorlar.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, kadın cinayetlerine dair tepkisi fail erkeklere “Kendinize gelin!” demekten ibaret oldu. Sanki kadın cinayetlerini önlemek için ellerinde hiçbir politik araç yokmuşçasına kadın cinayetlerini kınamakla kalan, cinayetleri durdurmaya yönelik dişe dokunur hiçbir politika üretemeyen hükümet, bu cinayetlerden doğrudan sorumludur.
Erkek şiddeti, doğal afet değildir. Faillere cesaret veren adaletsiz hukuk sisteminin, kadınları evli olduğu erkeğe bağımlı kılan ekonomik koşulların ve kadınları susturmaya çalışan sağcı politikaların bir ürünüdür. Yöneticiler erkek şiddetinin münferit bir vaka olmadığını kabul etmeli ve “kınama” gibi hiçbir somut etkisinin bulunmadığı yıllardır aşikâr olan yöntemleri bırakıp erkek şiddetini önleyen gerçek politikalar üretmelidir. Ve bu politikaların ilk adımı olarak İstanbul Sözleşmesi’ni uygulatmalıdır.
Sağcı baskılara karşı şiddetle mücadele
Hem Türkiye’de hem de Polonya’da İstanbul Sözleşmesi, sağcı hükümetler tarafından aileye zarar veren, “toplumun değerlerine aykırı” bir unsur olarak hedef gösterildi. İşin ilginç tarafı, anketlerin bunun tam tersini, toplumun Sözleşmeden yana olduğunu göstermesiydi. Fakat buna rağmen İstanbul Sözleşmesinin “toplum değerleriyle” çatıştığı argümanı hâlâ oldukça başvurulan bir söylem.
Türkiye’de AKP Başkanvekili Numan Kurtulmuş’un İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına dair sözleri ile gündeme gelen Sözleşme, diğer sağcı ve cinsiyetçi siyasetçiler tarafından da hedef gösterildi. Buna karşılık kadınlar, düzenledikleri eylemlerle, yürüyüşlerle haklarından vazgeçmeyeceklerini herkese duyurdu.
Polonya’da da İstanbul Sözleşmesi sağcıların hedefi haline geldi. Polonya Adalet Bakanı’nın İstanbul Sözleşmesi’nden çekileceğini bildirmesi üzerine on binlerce kadın sokaklara döküldü. 430 bin kadın sağcı hükümetin baskısına karşı protestolar gerçekleştirdi. Tüm bu eylemler cinsiyetçi baskılara karşı kadınların şiddetle mücadeleyi bir an olsun durdurmayacağının açık bir göstergesiydi.
Her ne kadar sağcı iktidarlar, kadına yönelik şiddetle mücadele için hiçbir adım atmıyorsa da kadın mücadelesinin gücü, onları cinsiyetçi “değerlerinden” taviz vermeye mecbur bırakıyor. Ve yine bu mücadele, failleri koruyan siyasetçilerin “değerlerinin” kadınların hayatından daha önemli olmadığını tekrar gözler önüne seriyor.
Melike Işık