DSİP üyesi Şenol Karakaş’la güncel gelişmeleri ve 2010 referandumu döneminde izlenen politikaların, 10 sene sonra hala gündeme getirilmesinin nedenlerini ele aldık.
Kovid-19 etkisini sürdürüyor. Kapitalizm bu salgından nasıl etkileniyor?
Şenol Karakaş: Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 18 Temmuz’da tespit edilen yaklaşık 260 bin vakayla, salgının başlangıcından o güne kadar, tek bir gündeki en büyük artışın görüldüğünü açıkladı.
DSÖ’ye göre, o gün ilk kez günlük vaka sayısı çeyrek milyonu aştı. Brezilya'da koronavirüs nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı 95 bin 819'a yükseldi. Otoriter liderlerin şov yapığı ülkelerde bilanço özellikle ağırlaşıyor. Bir hükümet başkanından ziyade, şımarık maço bir zengin çocuğuna benzeyen Trump’ın ABD’sinde ölü sayısı 159 bini aştı, günlük 45 bin vaka sayısı gözlemleniyor. Modi’nin Hindistan’ında ölü sayısı 40 bine yaklaştı.
Covid-19, kapitalizmin ekonomik krizi ve iklim krizine, bizim çifte kriz dediğimiz duruma dev bir ivme kattı.
Kriz derinleşti, değil mi?
Evet. Salgın hem kapitalizmin içinden çıkamadığı, çözme yeteneği taşımadığı krizleri derinleştirdi, hem de kendi kendini benim diyen sosyalist partinin yapamayacağı bir sertlikte teşhir etti. Kapitalist ekonomi denilen mekanizmanın sermayeden ve kârdan başka hiçbir şeyi gözünün görmediği açığa çıktı. Hükümetlerin sermayeyi korumayı, halk sağlığından kıyaslanamaz ölçüde daha fazla önemsediğini gösterdi. Otoriter liderlerin ve yönetimlerin, doğrudan sermayeye kaynak transferi organı gibi çalıştığını gösterdi. Sağlığa değil silaha yatırım yapmanın saçmalığını gösterdi. Kâr ve rekabete dayalı sistemin ekosistemi yıkıma uğrattığını gösterdi. Kapitalist üretimin salgın hastalıkların yayılmasının temel sorumlusu olduğunu gösterdi. Irkçılığın, kadın düşmanlığının bu sistemin doğasında olduğunu, ama otoriter rejimlerin salgın günlerinde tüm bu alanlarda çok daha pervasız olabildiğini gösterdi.
Evet, kriz derinleşti ve giderek siyasal bir karakter kazanıyor. Irkçılık karşıtı birleşik hareket ABD’de Trump’ı gerilettikçe ABD egemen sınıfı arasında “aşırı” denilebilecek fikirler gündeme geliyor. Otoriter siyaset ve yönetimler dünyayı öyle bir hale getirdiler ki, seçimleri kaybettiklerinde koltuğu bırakmazlarsa diye ciddi ciddi dertleniyor dünya halkları! Orban ve Putin yasal üçkağıtlarla siyasal ömürlerine on yıllar katmaya çalışırken, Trump’ın seçimlerin ertelenmesini talep etmesi, kapitalizmin sadece salgın krizi, ekonomik kriz ve ekolojik krizi derinleşerek yaşamadığını, ama aynı zamanda çözümü için belki de ezilen kitlelerin sahne alması gereken siyasal bir krizi de yaşadığını görmek gerekiyor.
Salgının en başında söylemiştik. Kitlelerin öfkesi salgınla birlikte daha da yoğunlaşacak. Şimdi olmaya başlayan, bu öfkenin kendisine kanallar yaratmasıdır.
Türkiye bu gelişmelerden bağımsız mı?
Tabii ki değil! İktidar salgını çok ciddiye alıyormuş gibi yapıp sonunda hiç de ciddiye almadığını gösterdi. Hem Bilim Kurulu hem de Sağlık Bakanı alarm zillerini çalıyor. Ama suçlu bayram ziyaretçileri ya da Çeşme gibi yerlere bayram tatilinde akın edenler değil. Önümüzdeki günlerde, birinci dalgadan çok daha ağır bir şekilde etkisini göreceğimiz salgının şiddetinin artmasında belirleyici olan, iktidarın tercihleridir. 1 Haziran’da AVM’leri açması, kısıtlamaları kaldırması, sınavların öne çekilmesi, turizm gelirlerinin önceliklenmesi, sağlığın değil sermayenin, esnafın çıkarlarının merkeze alınması, şimdilerde Sağlık Bakanı’nı bile paniğe sürükleyecek sonuçlar doğurdu.
Salgın süreci iktidarı nasıl etkiliyor?
İktidar salgından önce, 23 Haziran İstanbul seçimlerinin gösterdiği gibi çözülme sürecine girmişti. Salgınla birlikte bu süreç derinleşti ve tepetaklak gidiş sürecine dönüştü. İşçilerin haklarına karşı benzeri görülmemiş bir saldırı var. Kadınların kazanılmış haklarına görülmemiş bir saldırı var. AKP iktidarı kendi iktidar döneminde bir kazanım olarak gördüğü İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmayı tartışıyor.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin kriz üreten yapısı her alanda kendisini gösteriyor. Fakirden alıp zengine vermek üzere işleyen bir mekanizma var karşımızda ve artık kendi tabanına da baskı uygulamak zorunda kalıyor. İktidar, MHP ve devletin bazı kanatlarıyla uyum içinde yürüdüğü sürece bu tepetaklak gidişten kurtulamaz. Ama uyumunu bozarsa seçim kazanma şansının olmadığını da tüm anketler göstermeye başladı.
Özetle, Türkiye’de de salgın, kapitalizmin, siyasal iktidarın iç yüzünü net bir şekilde teşhir ediyor. Kıdem Tazminatı’na, ücretsiz izin maskesi arkasına gizlenen işten işçi haklarına, salgının en ağır günlerinde doğayı katledecek olan inşaat ihalelerine, kadın haklarına yönelik müdahaleler, kimsenin gözünden kaçmadı. İktidarın elindeki tek koz kutuplaştırma siyaseti. Bunun ne kadar etkili olduğu ise Ayasofya etrafında yaşanan gelişmelerle açığa çıktı.
Peki muhalefet ne yapmalı?
Öncelikle muhalefet, bir kliniğe gidip, doktor denetiminde kanepesine uzanmalı ve rahatlamalı. “Yetmez ama evet” konusundaki patolojik sorunlarına çözüm getirmeye çalışmalı. Bir şair, vakti zamanında Erdoğan’la yapılan görüşmede olduğu için utanç içindeymiş ve özür diliyormuş. “Yetmez ama evetçiler” de özür dilemeliymiş.
Çok bel altı bir mücadele sürdürüyorlar bizimle. Sürekli olarak yalan söylüyorlar. 2010 referandumunda gündeme gelen değişiklikler çok önemliydi. Bu yüzden “evet” dedik. Ama hem Kürt halkının taleplerini karşılamadığı hem de bir dizi eksikliği olduğu için “yetmez” dedik. Kenan Evren’le, dönemin Genelkurmay’ıyla, dönemin derin devletiyle, dönemin Bahçeli’si ile, dönemin Perinçek’iyle birlikte mi tutum alacaktık?
Şöyle bir yalan söylüyorlar: referandum oldu, hop, Erdoğan otoriter oldu! Sınıf mücadelesi böyle bir şey değil. Bu, sözde muhalefetin başarısızlıklarının faturasının, özgürlükçü ve devrimci bir muhalefet inşa etmek isteyenlere kesilmeye çalışılmasıdır. Bunu yaparken de Murat Belgelere, Adalet Ağaoğulllarına, Roni Margulieslere sürekli bir itibar suikastı yapmalarına artık yeter!
Sistematik bir şekilde 2010 referandumunu hatırlatıp özür tartışmasını devreye sokanlar bunu neden yapıyorlar, biliyoruz. Kemalist ya da sol kelamistler ve muhalefeti hep bu çizgide tutmaya çalışıyorlar. Dertleri “cumhuriyet değerleri”ni koruyan bir muhalefet. Yetmez ama evet üzerinden sahtekarca bir basınç yaratıp tüm muhalefeti siyasi gösterilerini Anıtkabir’de sonlandırmaya davet ediyorlar. Orhan Pamuk Atatürk’ü biraz övünce mutlu oluyorlar, ama Kürtler ve Ermenilerle ilgili söyledikleri nedeniyle linç etmişlerdi zamanında.
Bu ulusalcılar AKP öncesi Türkiye’nin laik-demokrat bir cumhuriyet olduğuna herkesi inandırmaya çalışıyorlar. Bu yalan. Darbeler, kontrgerilla cinayetleri, faşist linç girişimlerinin yaşandığı, otellerde insanların yakıldığı bir yerdi hali hazırda burası.
“Yetmez ama evet” demek, bu cumhuriyete “hayır” demekti. O darbeci cumhuriyetle mücadele ettik. Bugün de otoriterleşen iktidarla mücadele ediyoruz. Özür dilemesi gereken birileri varsa cumhuriyet tarihinin en demokratik hamlelerinden birisine dönüşebilecek çözüm/barış sürecine cepheden karşı olanlar, süreç akamete uğrasın diye çabalayan, üstelik bunu solculuk yapıyormuş gibi pazarlayanlardır. Bu insanlar çıkıp özür dilemeliler. Çözüm sürecinin ilk aylarında neden yığınsal, yüz binlerce barışseverin katılacağı yürüyüşlerle barış sürecinin tamamlanması için aşağıdan bir basınç yapmak yerine, sürecin daima karşısına dikildiler?
Buyursunlar, şimdi sürece en net karşı çıkan Bahçeli ve Perinçek, Erdoğan’la ittifak kurmuş vaziyetteler. Yaşadığımız dönem, askeri darbeler dönemiyle hesaplaşmaya karşı direnenlerin ürünüdür! Sorumluklarını başkalarına atmalarına artık daha fazla izin vermemeliyiz!
(Sosyalist İşçi)