Otoriterlik ve baskı

23.05.2020 - 09:12
Haberi paylaş

Kadın düşmanlığı, LGBTİ+ düşmanlığı, göçmen düşmanlığı, doğa düşmanlığı, ırkçılık, güç savaşları, hak ve özgürlüklerin gaspı…

Hepsinin ardında, insan haklarını ve yaşamı hiçe sayanların şedit nefreti var.

Bu nefrete bir de tüm siyasi gücün tek bir noktada yoğunlaştığı tuhaf bir yönetim şeklini ekleyelim. Gücün merkezileştiği bu otoriter rejimler kendileriyle işbirliği yapanları ödüllendirirken gitgide radikalleştiler. Covid-19 salgını hepsinin gerçek yüzünü ortaya serdi, ne var ne yoksa gösterdi. Artık iyice görünür kılındığı üzere, neoliberalizmin çöküşüne tanık oluyoruz ve tüm yetkinin tek liderde yoğunlaştığı bu rejimlerin hiçbiri işlemiyor. 

Salgından başlayalım. Geldiğimiz nokta şu; test sonuçlarının yanıltıcı olduğunu, Covid teşhisinin genelde tomografi sonucuna bakılarak konduğunu biliyoruz. Oysa vaka sayıları yalnızca test sonuçları pozitif çıkanlardan derleniyor. Yani hastaneler, teşhisi tomografide konmuş hastalarla dolu. Vaka sayılarının gerçeği yansıtmaktan uzak olduğu anlaşılıyor. Buna rağmen, vaka oranında en hızlı artış yaşanan ülkeler arasındayız. Diğer taraftan, maske gibi son derece basit bir koruma malzemesini bile üretmek ve dağıtmak öyle büyük bir soruna dönüştü ki, ister istemez şunu düşünüyor insan: Uygarlığın 21. yüzyılda erişebileceği seviye bu muydu gerçekten? 

Başarısızlıkla sonuçlanan bu ideolojiler yerine; siyasetin değil hukukun üstün olduğu, temel hak ve özgürlüklerin evrensel normlarda ele alındığı, doğal kaynakların eşit ve ölçülü paylaşıldığı, şirketlerin değil yaşamın el üstünde tutulduğu bir uygarlık olmamız, geleceği bu idealler üzerine inşa etmemiz gerekmez miydi?

Mutmain olamadık, üzgünüz

Otoriterleşme, temel hak ve özgürlüklerin gaspı anlamına geliyor. Bir yandan, kafamızda bu tür sorularla, uygarlığın en büyük krizinin yaşandığı sıralarda tam manasıyla hayatta kalmaya çalışıyor, üstüne bir de küresel ölçekli bir işsizlik dalgasının yaratacağı yıkımla tehdit ediliyor, tüm bunları düşünce, ifade, örgütlenme haklarımızın gasp edildiği bir dünyada yaşamayı kabullenmek zorunda bırakılıyor, sonuç olarak eşi benzeri görülmemiş bir sınıf mücadelesi veriyoruz. 

Bu buhrandan nasıl çıkacağımız, bugünlerde yürüttüğümüz mücadeleye bağlı. Salgından canlı çıkabilmiş olmak da yetmeyecek, çünkü hayatta kalabilirsek, bu defa açlıktan ölmemek adına yürüteceğimiz yeni bir mücadelenin içinde bulacağız kendimizi. Ve aslında bu ikisi, tek adam rejimine, otoriterizme, gitgide artan baskılar yüzünden birikmiş olan öfkenin bu erk savaşına tehdit oluşturduğunu bilenlere karşı yürüttüğümüz tek ve büyük bir mücadele. Sanki bir ölüm-kalım savaşı vermiyormuşuz, beceriksizce yürütülen “kendi başınızın çaresine bakın” stratejileriyle yalnız bırakılmamışız, biz bize yetmek zorunda kalmamışız gibi, bir de çaresizliğini ve ayrışmasını ancak darbe gibi bir yapay gündem yaratma çabasıyla maskelemeye çalışan AKP hükümetinin ve bu darbenin olacağını rüyalarında görerek söylentileri “doğrulayan”, “darbe anında öldürülecek komşular listesi” hazırladıklarını rahatça dile getirebilen rezil destekçilerinin ırkçı, ayrımcı, hukuka aykırı söylem ve yaptırımlarıyla uğraşmak zorunda kalıyoruz. 

Gerçek gündem ise şöyle: Kayyum atanan belediyeler; nefret söylemleriyle kadınların ve LGBTİ+’ların yaşamlarına ve en temel haklarına tehdit oluşturan bir Diyanet İşleri Başkanlığı; sahra hastaneleri bahanesiyle yürütülen rant projeleri; patronlar ayakta kalabilsin diye işe gitmeye zorlanan 11 milyon emekçi; “evde kal” ama “çarkları döndürmen gerektiği için çalışmalısın da” ve bunu yaparken “iş güvencen de elinden alınmış olacak” diyerek işten çıkarmaların önünü açan hükümet; halihazırdaki 7 milyon işsize eklenen 5 milyon yeni işsiz; herkesin riske atıldığı “normalleşme” stratejileri kapsamında parkların, nefes alabileceğimiz alanların değil de öncelikle virüsün en hızlı yayılabileceği yerlerin başında gelen AVM’lerin ve turizm işletmelerinin açılması; kendi atadığı bilim kurulunu dinlemeyen Erdoğan; devletin kasasının çoktan boşaltılmış olması; çocuk istismarının aklanmasına yönelik olarak, 14 yaş altı kız çocuklarına karşı cinsel istismar suçu işleyenlere, bu istismarı arşa çıkaracak bir evlilik ile af getirmeyi gündeme alan bir hükümet; salgın fırsat bilinerek yürütülmeye başlanan 54 ekolojik yıkım projesi kapsamında imzalanan Nükleer Anlaşması, Salda Gölü’ne giren hafriyat kamyonları ve korunan alanların da madenciliğe açılması…

Hayatta kalabilmek adına çetin bir mücadeleye zorlanıyor, sesimizi, bu eza ve cefa yüzünden biriken öfkeyle yükseltiyor ve soruyoruz: Şimdi değilse ne zaman? Şimdi birlik olmayacaksak, mücadelenin sesini, çalışmaya zorlandığımız işyerlerinde yükseltmeyeceksek, bunu ne zaman yapacağız?

Tuna Emren

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol