Eğitimdeki eşitsizliğin teşhiri

04.04.2020 - 09:58
Haberi paylaş

"Bilginin iktidarla ilişkisi sadece uşaklıkla değil, hakikatle de ilgilidir. Çoğu bilgi eğer güçler ilişkisiyle orantılı değilse, biçimsel açıdan ne kadar doğru olursa olsun geçersizdir."

Theodor Adorno

İlişki içinde olan iki kavramdan bahsetmekte fayda var. Birincisi eğitim diğeri ise pediatri-pedagoji. Anlatmaya çalışacaklarım içerisinde etimolojik olarak kavramların içerisinde gizlenmiş bir dünya var aslında. Pedagoji kavramı antik Yunanda "Paidagogos" kökeninden geliyor. O da çocukları onlara eğitim vermeye götürmekle sorumlu olan köle anlamında. Zaman içerisinde geçirdiği evrimle günümüzdeki anlamıyla pedagoji ise "çocuk eğitimini kendine disiplin edinmiş, çocuk yetiştirme bilimi" diyebiliriz. Eğitim ise bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla "kasıtlı" olarak "istendik" değişim meydana getirme sürecidir. İki kavramda da görüleceği gibi çocuk üzerinde ebeveynin, otoritenin, iktidarın, devletin hangisi olursa olsun bir irade kurma mekanizması olarak mevcut yapının gözetiminde ve bu yapının belirlediklerini çocuklara istendik biçimde aktarılması işi.

Eğitimin tarihsel süreç içerisinde birçok farklı misyona bürünüyor Antik Yunan'dan kapitalist moderniteye kadar geçen zaman diliminde bunu görmek mümkün. Kapitalizmin ortaya çıkışı ve onu takip eden süreçlerde ulus devletlerin baş göstermesiyle birlikte eğitiminin misyonu ve vizyonu "bireyi belirli karakter gelişimi" içerisinde ve bu "karaktere" katılan değerlerle iyi bir yaşam sürmesi, bu yaşamı da üzerine yaşadığı toprağı için ölme, vergi verme, ataerkil yapıyı, vatanı, devleti, kutsayan, pozitif özgürlükler olarak bilinen aslında olmayan özgürlüklerini kullanan, geçmişiyle atalarıyla gurur duyan, kendine aktarılan ve öğretilenin dışına çıkmadan zihinsel ve fizyolojik açıdan huzurlu, mutlu bir hayatı vadeden bir pozisyona hızlı bir şekilde evrilmiştir.

Ulus devletler neyi öğretir?

Özellikle ulus devlet anlayışında eğitimin fonksiyonu iktidarlar için çok önemli bir yerde -ki biz bunu Türkiye Cumhuriyeti’nde okullarda neyin, nasıl okutulup aktarılacağını belirleyen ismiyle yukarıdaki "otoriter, baskı unsurunun" isimleşmiş bir hali olan "Talim ve Terbiye Kurulu" adı altında mevcut dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir adlandırmayla karşılaşıyoruz. İnsanları disipline mekanizmasında uysallaştıran kurum. Bir devlet eğitim kurumuna bu ismi vererek niyetini ancak bu kadar belli edebilirdi.

Milli Eğitim Bakanlığı (yukarıdaki "iktidar-devlet-otoriter" misyonuyla) Covid-19 salgını nedeniyle eğitime verilen arayı 'Nasıl olur da öğrencileri okula bağımlı kılarım', 'Nasıl olur da iyi işler yapıyorum izlenimi veririm modunda. Son günlerde MEB tarafından estirilen hava öyle bir şekil aldı ki sanki okul olmazsa hayat duracak, okulsuz bir an bile düşünülemez maazallah öğrenci okulda ve verilen milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi eğitimden uzak kalırsa, düzeni eleştirebilecek tehlikeli fikirler öğrenebilir. Öğrencileri kendince boş bırakmamak için uzaktan eğitim, online eğitim, interaktif eğitim ve ayrıca EBA’nın (Eğitim Bilişim Ağı) televizyon ortamına taşınmasıyla MEB bu boşluğu bir an önce doldurmaya çalışıyor. Ayrıca uzaktan eğitimi kaldırmayan alt yapısına alternatifler geliştirme sorumluluğunu da öğretmene bir angarya olarak yüklüyor. Ne yaparsan yap, öğrenciyi uzaktan eğitime dâhil et! Skype, Zoom, Eba gibi farklı platformlarla da bunu sağla! Ancak uzaktan eğitim kavramıyla bilinen bu süreç, eğitimin onlarca sorununa yenilerini ekledi. Bunlardan birincisi ve zaten milli eğitimin varoluşundan beri en önemli sorunu olan yaratılan ‘’fırsat eşitsizliği’’ .

Bakanlık önce çocukların olanaklarını bilmeli

Bakan 'Her öğrenciye her ortamdan ulaşacağız bunun için çabalıyoruz' diyor. Kapısı olmayan, kaloriferi yanmayan, internet alt yapısı olmayan, ödenek gönderilmeyen okullardaki, köylerdeki, ilçelerdeki öğrencilere nasıl ulaşılacak? MEB, her okulu İstanbul ve Ankara’daki merkezi okullardan sanıyor galiba. 

Koşulları uygun, parası olan, bilgisayara ve internete kolayca ulaşan, emek gücünü satmak zorunda olmayan çocuklar interneti ve gerekli alt yapıları da kullanarak online eğitime katılacaklar. Peki diğer çocuklar, sayıları milyonları bulan 2 odalı bir evde altı kişi yaşamak zorunda bırakılan, savaştan dolayı ülkesini terk etmiş oradan buraya savrulan, gittiği okulda ırkçılığı tadan, boş zamanında günlük beş liraya çalıştırılan mültecilerin çocukları onlarda internet üzerinden derslerini takip edebilecekler mi? Fırsat eşitsizliği eğitimin içindeki en acıklı tabloydu örgün öğretimde bu süreçte bize bir kez daha gösterdi ki parası olan, koşulları uygun olan çocuklar ‘’eğitim’’ alabiliyor sadece. 

Milli eğitimin aslında neye ve kime hizmet ettiğini biliyoruz

Milli Eğitim kimlere hangi eğitimi ne zamana kadar vereceğini de kendi içerisinde belirlemiş zaten. Bu süreçlerden önce de zaten belirlediği amaçlarına yönelik bir açıklama yapmıştı. Bakan "Herkes üniversite okumak zorunda değil" demişti. Tabi sermaye için çocuk işçi gücü nasıl sağlanacak herkes okula giderse.

Bu sürecin ikinci büyük sorunu Milli Eğitim’in yükünü sırtında taşıyan öğretmenler ve onların arasındaki ayrımcılıkla kendini gösterdi. Malum Covid-19 virüsünden dolayı Türkiye ayrımcılık ve ötekileştirme karnesine bir yenisini daha eklemişti o da 65 yaş üzerini insanlara yönelik aşağılama, toplumdan soyutlama, sanki yaşlıların hepsi bu virüsü taşıyorlarmış gibi onlara aşağılıkça muamele edenlerle doldu taştı ortalık. Bunun eğitime yansımasıysa daha önce var olan durumu farklı bir boyuta taşıdı.

Öğretmenler arasındaki yeni tip ayrımcılık

Online eğitim sürecine geçilmesiyle teknolojiyle içli dışlı olan genç öğretmenler "iyi öğretmen", gerek yaşı itibariyle ya da teknoloji ve teknolojik araçlarla, bilgisayarla arası iyi olmayan öğretmenler ise "kötü öğretmen, bilmeyen, geri kalmış kafa, cahil" gibi insan onurunu inciten konuma düşürüldü. Uzaktan eğitimden önce de teknolojiyle arası iyi olmayan öğretmenlere yönelik ayrımcılık yine veliler ve diğer öğretmenler tarafından yakışıksız bir şekilde devam ediyordu. 

Meslekte 25.  yılını bitirmiş, ancak şu an emekli maaşıyla geçinmeyi bırak hayatta kalmayı bile başaramayacak olan öğretmenler, emekli olmayı istemelerine koşullar el vermediği için mecburen emekli olamıyor. Emekli olanlar ise tekrar asgari ücretle "ücretli öğretmenlik" saçmalığıyla okula geri dönüyor.

Türkiye’de emeklilik koşulları insan onuruna yakışır bir geçim miktarı seviyesine yükseldiği takdirde binlerce öğretmen emekli olacaktır. Ancak insanlar geçinemeyeceklerini bildikleri için bu koşullarda çalışmaya devam ediyor. Koşullar gün geçtikçe değişiyor ve daha da kötüleşiyor. 

Öğretmenlik bir öğretmenin teknolojiyi kullanmasıyla değerlendirilemez. Öğretmenlik alanında donanımlı, bilgisini aktarabilen, vicdan sahibi, evrensel değerleri kendine rehber edinmiş gibi onlarca farklı kriterlere bağlı olarak değerlendirilebilir. Eğitim insan içinse insan da sadece toplumsal ve kültürel bir varlık değildir; insan ayrıca psikolojik de bir varlıktır. Ayrımcılığa, ötekileştirmeye maruz kalan öğretmen, nasıl olur da o koşullarda öğretmenlik yapabilir. Bu koşulları yaratan kapitalist düzenin faydacı, çıkarcı politikalarını ortadan kaldırmak için çaresiz değiliz. Herkes için "Anadilinde, eşit, bilimsel, iş güvenceli", ulus devletin gücünü aldığı kavramlara dayanmayan cinsiyetçi ve milliyetçi, ırkçı argümanlardan sıyrılmış bir eğitim sistemi için birlikte mücadele etmekten başka bir alternatifimiz yok.

ŞA

(Dosya) Uzaktan eğitim: Buzdağının görünen yüzü

Bültene kayıt ol