Cumhurbaşkanı Erdoğan nihayet malumu tüm çıplaklığıyla ilan etti ve uzun zamandır anlattığımız bir hakikati birinci ağızdan doğruladı.
Malum olan, AKP iktidarının ekonomik, toplumsal ve politik olarak safkan neoliberal bir modeli uyguluyor olması; ilan eden ise Erdoğan’ın bu modelin önündeki engel olarak gördüğü mevcut sisteme dair şu sözleriydi: “Bu sistemde ısrar etmek milletimize inanın haksızlıktır. Sizden benim bir istirhamım şudur: Yeni Türkiye’yi, başkanlık sistemini, yeni anayasayı her fırsatta milletimize anlatmanızdır. Sizler bir işadamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen. Bu ülke bu şekilde sıçramaz.” Erdoğan’ın bu bir kaç cümlesi aslında farklı perspektiflerden yapılacak uzun bir analiz gerektiriyor ve kuşkusuz burada bu kadar kapsamlı bir analiz gerçekleştirmek mümkün değil. Ama yaşadığı bunca krize rağmen neoliberalizmin hayatımızın en kılcal damarlarındaki varlığını hâlâ muhafaza etmesinin nedeni Erdoğan’ın derdinde ifade buluyor.
Pierre Dardot ile Christian Laval’in bir kaç yıl önce Türkçede de yayımlanan kitapları Dünya’nın Yeni Aklı’nda ayrıntılı bir şekilde açıkladıkları üzere neoliberalizm ne yalnızca bir iktisat politikasından ne de bir ideolojiden ibarettir. Bu iktisat politikası ile ideolojinin devamlılığını sağlayan şey, neoliberalizmin insan yaşamını bütünsel olarak kuşatan bir rasyonalite olmasıdır ve bu rasyonalite dayattığı düşünme ve davranma kurallarını kapitalizmin en vahşi hâlini mümkün kılacak bir normatif sisteme, yani değerler bütününe dayandırır. Daha spesifik olarak söylemek gerekirse, neoliberalizmin “başarısı” piyasa ekonomisini düzenleyen norm olan genel rekabet ilkesini, piyasanın çok ötesine taşıyıp tüm bireysel, toplumsal ve siyasi ilişkilere dayatmasıdır. Bu başarının bekası ise aynı ilişkilerin şirket modeline göre yapılandırmasını gerektirir. Tam da bu yüzden Erdoğan’ın arzusu, neoliberalizmin fikren iyice olgunlaştığı ve iktidara doğru yürüdüğü 1970’li yıllarda Batı’da öne çıkan (ve Erdoğan’ın yaklaşık 30 yıllık bir gecikmeyle dile getirdiği) söylemi tekrar ediyor.
Sosyal demokrasinin piyasa ekonomisinin büyümeye pranga vurduğunu öne süren bu söylemin amacı elbette emeğin maliyetini düşürmek ve sermaye üzerindeki vergi yükünü hafifletmek yoluyla verimi artıracak bir yönetim modeli oluşturmaktır. Ancak, aynı söyleme göre, emekçi kesimlerin toplumsal ve siyasi yaşamdaki söz hakkı demokrasileri yönetilemez hâle getirmiştir. Dolayısıyla neoliberalizmin önerisi – liberalizmden farklı olarak – devletin piyasadan çekilmesi ve müdahaleden kaçınması değil, yeni hedefler ve yöntemler üzerinden sermaye lehine yönetime çok daha güçlü bir biçimde katılmasıdır. Bu yüzden devlet eleştirisi, her zaman neoliberal teorinin en önemli unsurlarından biri olmuştur. Eski hedefleri eleştirirken neoliberalizmin şikâyeti elbette (eğitim, sağlık, güvenlik, vb. alanlarındaki) kamu hizmetleri, devletin yüklendiği (işsizlik sigortası ve emeklilik gibi) korumacı sorumluluklar ve gelir dağılımında güdülmesi beklenen adalet anlayışıdır. Neoliberalizm bu amaçların hem bireysel hem de kolektif anlamda sorumsuzluğu beslediğini; aylaklık edenleri atalete teşvik ettiğini ve çalışandan alınan vergiyle çalışmayanı desteklemenin toplumsal adaletsizliğe neden olduğunu iddia eder. Dolayısıyla bu sistemde ısrar etmek aslında, Erdoğan’ın tabiriyle, milletin ta kendisine “haksızlıktır.”
Yeni hedefler ise devletin işini artık bir bütün olarak nüfusun refahını sağlamak yerine serbest piyasayı genişletme, hatta piyasa yaratma ve rekabet kurallarını gözetme olarak tanımlar. Bu hedeflere uygun yeni yöntem ise sadece piyasayı değil, devletin kendisini de şirket modeline uygun olarak yapılandırmaktır. Eğer eski devlet bürokratik olarak örgütlenmiş, çalışanlar arasında rekabetin olmadığı, iş ahlakını kaybetmiş, hantal ve aşırı maliyetli bir yapı ise yeni devlet bunu tam tersi olacaktır: Çalışanların hesap verebilirlik ilkesine uygun olarak denetlendiği; ücretler, sözleşmeler ve yükselmenin “performans” kriterlerine endekslendiği; performansın rekabet üzerinden ölçüldüğü bir şirket.
Kuşkusuz ve belki de en önemlisi, neoliberal teori bireyleri böyle bir yapı içinde itiraz etmeden var olmaya, hatta sistemi benimsemeye ikna etmenin argümanını da geliştirmiştir. “İnsan sermayesi” kavramıyla özetlenebilecek bu argümanın en önemli ayağı, noliberalizmin emeği bir tür sermaye, ücreti de bu sermayenin yatırıma dönüştürülmesi sonucu oluşan bir tür gelir olarak tanımlamasıdır. Böylece emek-sermaye çelişkisi bir çırpıda ortadan kaldırılırken, emek-gücünün sahibi olan yatırımcının kendini kar-zarar hesabı yapan bir girişimci ve dolayısıyla bir şirket olarak görmesi sağlanmış olur. Dolayısıyla, her girişimci gibi emekçi de serbest rekabet ilkesine uygun olarak yaptığı yatırımla risk alan bir sermayedardır. Eğer yatırımı başarısız olur ve bir birey-şirket olarak batarsa bunun sorumluluğu da kendisine aittir ve hiçbir toplumsal dayanışma mekanizmasının müdahale etmesine gerek yoktur. Sonuç olarak, aileden topluma ve devlete tüm insani ilişkiler ağı bu insan sermayesinin rekabet hırsıyla kendine yatırım yapması, kendini geliştirmesi ve verimli hâle getirmesi gereken bir iktisadi alana dönüşür.
Richard Sennett 1998 yılında yayımladığı Karakter Aşınması başlıklı kitabında “yeni kapitalizm” adını verdiği bu sistemin insan karakterinde yaptığı hasarı örnekleriyle anlatmıştı. Hâlâ "AKP neoliberal değil" diyenlerin de bu kitabı okumasında birden fazla nedenle fayda olabilir.
Ferda Keskin
(Sosyalist İşçi)