“28 Şubat: Hem yenildi hem de ruhu ortalıkta geziniyor?”

28.02.2019 - 13:45
Haberi paylaş

Marksist.org, DSİP GYK üyesi Şenol Karakaş ile 28 Şubat darbesinin 22. yılı üzerine bir söyleşi yaptı.

28 Şubat’ın üzerinden 22 yıl geçti. 22 yıl sonra 28 Şubat’ın Türkiye’de siyasal yaşam üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğunu söyleyebiliriz?

Bu açıdan çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Bir yandan 28 Şubat’ın hedef tahtasına koyduğu siyasi gelenek iktidarda ve iktidarını tahkim etmek için özel bir uğraş veriyor ama öte yandan bu iktidarın etrafında kümelenen ittifaklar arasında 28 Şubat’ı doğrudan savunan güçler de var, 28 Şubat ruhunu simgeleyen siyasal figürler de… Sadece iktidar açısından değil kuşkusuz, muhalefet açısından da benzer bir gelişme var. Örneğin Meral Akşener, 28 Şubat darbesinin savunucusu ve dönemin içişleri bakanı. Bugün MHP’den kopan partinin genel başkanı ve bazı sol muhalif unsurların birlikte aynı seçim platformunda buluşmayı içlerine sindirebilecekleri kadar da muteber birisi olarak görülebiliyor. Aynı şekilde CHP 28 Şubat sürecini alkışlamıştı. Deniz Baykal şimdilerde sağlık sorunlarıyla uğraşsa da 28 Şubat günlerinde askeri vesayetin alkışçılarındandı.

Bir başka gariplik de 28 Şubat’ın mimarlarından, “28 Şubat’ın etkisi 1000 yıl sürecek!” diyen Çevik Bir’in itibarı yerle yeksan olsa da söyledikleri başka bir açıdan doğruluk payı taşıyor. 28 Şubat darbesinin murat ettiği bazı siyasal gelişmeler zaman zaman gerçekleşiyor, başını kaldırıp görünür oluyor, sonra kayboluyor.

28 Şubat’la bir hesaplaşma yaşandı ama aşağıdan demokrasiyi savunan bir liderlik tarafından değil kendi siyasal hegemonyasını inşa etmek isteyen bir liderlik tarafından. Bu, 28 Şubat’ta tepe noktalarından birisini gördüğümüz askeri darbeci geleneğin tüm zorbalıklarıyla siyasal demokrasinin gelişmesi için aşağıdan mücadele edenlerin hiçbir kazanım elde etmediği anlamına gelmiyor. 15 Temmuz gecesi sokaklara çıkıp darbeyi durduranlar bu geleneğin yıllarca verdiği mücadelenin bir sonucu. Ama 15 Temmuz sonrası kurulan iktidar bloku darbe karşıtı mücadeleyi kendi siyasal çıkarları için sürdürme arzusunun bir ürünü.

Kısacası, sorunuza, 28 Şubat hem yenildi yem de ruhu ortalıkta geziyor yanıtını verebiliriz.

28 Şubat’ta neler oldu? 22 önce yaşananları özetleyebilir misiniz?

Şöyle toparlayabiliriz: 1990’ların başından itibaren ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın derinleştiği koşullarda iki dinamik birden devreye girdi: Birisi geleneksel devlet değerlerini yani aynı zamanda büyük sermayenin ve büyük medyanın savunduğu değerleri koruma güdüsü, diğeriyse 12 Eylül 1980 darbesinin ürünü olan koşullara yönelen demokrasi içerikli güçlü bir tepki.

Olayın birinci yanını şöyle özetleyebiliriz. Burada Alper Görmüş’ün bir değerlendirmesine dönmekte fayda var. Görmüş, Aralık ayının başında kaleme aldığı “İktidarı kutuplaşmada gördüler ve ülkenin canına okudular: Baykal 1993, Erdoğan 2013” başlıklı yazıda Deniz Baykal’ın hep laikliği kaşıyan, milliyetçi bir temelde politika yapan birisi olmadığını, nispeten daha demokratik bir siyasi çerçeveden bu Kemalist ve doğrudan devletçi yaklaşıma kayışının Uğur Mumcu cinayeti sonrası esen laik rüzgarla başladığının altını çiziyordu.¹ 1992 yılında yaptığı bir konuşmada “Buradan bütün halka sesleniyorum: Artık Kürt-Türk, Alevi-Sünni kavgası yok. Bundan sonra barış var. CHP bu büyük iddiayı gerçekleştirmeye geliyor. Emekle sermayeyi barıştırmaya geliyor. Doğu ile Batı kültürünü uzlaştırmaya geliyor. İmam Hatip okuluna giden gençle, diskoya giden genci kucaklamaya geliyoruz… Artık CHP devlet partisi olarak değil, toplum ve halk partisi olarak anlaşılmalıdır…” diyebilen Baykal’dı.

Baykal’ın fikirlerinin değişmesi laik bir blok kurma güdüsünün ürünü müydü yani?

Tam olarak öyle diyemeyiz. Baykal’ın bir rüzgarı arkasına almak istemesi belirleyici etkendi. Baykal Uğur Mumcu cinayetinden sonra, bu cinayete tepki gösteren devasa kalabalığın içinden yükselen sloganlarla, başka bir siyasal yaklaşıma yöneliverdi. Görmüş’ün tabiriyle “Baykal, o cenaze törenindeki göz kamaştırıcı laik dalgayı arkasına aldığı takdirde iktidar olacağına inanmıştı ve o nedenle de CHP’yi değiştirmeye kalkmak gibi çok yorucu bir çabanın içine girmeye gerek kalmadığını düşünmeye başlamıştı”.

Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy cinayetleri, insanların yakılarak öldürüldüğü Sivas katliamı hep aynı tehlikeye işaret etmek için kullanıldı: Yükselen ve adım adım gelen şeriat!

Ama sadece cinayetler değildi bu duyguyu güçlendiren.

Elbette. Asıl panik dalgası bir sene sonra yaşanacaktı. Bir sene sonra bu tehlike siyasal bir hâl alacaktı. 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nden iki isim, Ankara’da Melih Gökçek, İstanbul’da ise Recep Tayyip Erdoğan belediye başkanlıklarını kazanacaklardı. Bu, giderek daha fazla “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganlarını atan, sokakta, yanı başında, günlük hayatında bu tehlikeye tanık olmasa da medyanın, seküler dünyanın sözcülerinin ve çok açık ki Mumcu cinayetiyle yeni bir döneme hazırlanan darbeci güçlerin propaganda gücüyle şeriat tehlikesine karşı bir şeyler yapmak gerekir duygusuna kapılmalarına neden oldu. Ankara siyasetin başkenti olarak, İstanbul ise ekonominin başkenti olarak “şeriatçıların” eline geçmişti.

1995 genel seçimleri bu korku duygusuna tuz biber ekecekti gerçekten de. Erbakan liderliğindeki Refah Partisi yüzde 21.4 oranında oy almış ve birinci parti olmuştu. Kısa bir süre sonra Çiller’in Doğru Yol Partisi, RP ile ittifak kurmuştu. Erbakan başbakan, Çiller başbakan yardımcısı ve içişleri bakanı olmuştu. İktidarın kurulmasıyla bir askeri darbenin tetiklendiği ama bu darbenin özellikle medya tarafından desteklenmeye başladığı çok açıktı.

28 Şubat darbesi çok açıktan örgütlenen bir darbe oldu değil mi?

Evet. Orijinalliği de biraz burada. Darbe göstere göstere örgütlendi. Erbakan’ın her icraatı, yoksullar, ezilenler açısından değil, devlet, ordu ve Kemalizm açısından, laik cepheyi kitleselleştirmek için kullanıldı. Darbenin örgütlenmesinde üç olay çok önemliydi. Birisi Erbakan’ın Kayseri il örgütü ziyaretinde üyelerin kılık kıyafeti devletin hoşuna gitmemesiydi. Bu kıyafetlerin partiler yasasına aykırı olduğu ve il örgütü feshedilmezse RP hakkında kapatma davası açılacağı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açıklandı.

İkinci gelişme Yeni Şafak gazetesinin iki sene önce çok iyi özetlediği dosyada aktarıldığı gibi Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın 31 Ocak 1997'de düzenlediği "Kudüs Gecesi" hakkında yaşandı. Bu gecedeki gösteriler ve İran Ankara Büyükelçisi’nin konuşma yapması bardağı taşırma noktasına getirdi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ve Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Başsavcılığı, Sincan Belediye Başkanı ve 9 kişi hakkında soruşturma başlattı ve "yasa dışı silahlı çeteye yardım, halkı kin ve düşmanlığa tahrik" suçundan tutukladı. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener, Sincan Belediye Başkanı’nı görevden almıştı.

Erbakan ise 1 Şubat’ta başbakan sıfatıyla Bakanlar Kurulu’nda bir kararnameyi imzaya açtı.

Başörtüsü serbestisiyle ilgili olan değil mi?

Evet. Üniversitelerde başörtüsü takmak serbest olmalı konusuydu imzaya açılan. Hangisinin bardağı taşıran son damla olduğunu bilemiyoruz ama bardak zaten taşmaya çok meraklı olduğu için 4 Şubat günü Sincan’da sokaklarda 15 tank ve askeri araçlar gövde gösterisi yaptı. Meral Akşener, Sincan Belediye Başkanı’nı tankların sokaklarda gövde gösterisi yaptığı gün almıştı.

Daha sonra hangi asker ne demiş olursa olsun, o günle ilgili kudretli komutan Çevik Bir, “Demokrasiye balans ayarı” yaptık diyebilmişti. 28 Şubat günü MGK, Cumhurbaşkanı Demirel başkanlığında toplandı ve rejim konusunda endişelerin dile getirildiği, 20 maddelik kararların alındığı ve bir çok maddenin doğrudan Erbakan’a ve onun siyasi hareketine yönelik yaptırımlar olarak öne sürüldüğü bir sonuçla tamamlandı.² Bildiğimiz gibi Erbakan önce metni imzalamadı. Hem Demirel hem Çiller Erbakan üzerinde baskı kurdular. Birkaç gün sonra baskılar karşısında geri adım atan Erbakan metni imzaladı ama Demirel imzayla yetinmedi ve MGK kararlarının uygulanmaması hâlinde sorumluluğun Erbakan’da olduğunu ifade eden bir açıklama yaptı. Bunun üzerine RP liderliği, MGK kararlarını “uygulama komitesi” kurdu.

20 maddelik kararların imzalanmasıyla aslında tarihe postmodern darbe olarak geçen 28 Şubat darbesi muradına ermiş oldu.

Hangi kararlar önemliydi?

Tek tek kararlardan çok, MGK’nın hükümete zorla karar dayatması daha önemli. Kararlar arasında 8 yıllık kesintisiz temel eğitim, irticai faaliyetleri nedeniyle ihraç edilen askerlerin kamu kurumlarında çalışmalarının yasaklanması gibi bir dizi karar var. Milyonlarca insanın oyunu alan bir parti, askerler, yargı üyeleri ve medya kuruluşları tarafından kendi tabanının talepleriyle tamamen zıt olan kararları imzalamak zorunda kaldı. Dönemin başbakanı açıkça tehdit edildi. DYP liderliği ise 28 Şubat sürecinde esas olarak başbakanlık peşinde koştu, Çiller başbakanlığın kendisine devredilmesini istedi. RP ve DYP artık birlikte yürüyemez hâle gelmişti. Arada çok önemli bir dizi gelişme daha yaşandı ve sonunda DYP’liler hükümetten çekilelim derken, Cumhurbaşkanı Demirel “Kimse laik Cumhuriyet'e alternatif aramaya kalkışmasın” açıklamaları yaparken, MGK 28 Şubat kararlarının uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmek için komiteler kurarken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş 21 Mayıs 1997'de "Anayasa'nın laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği açıklıkla anlaşıldığı" gerekçesiyle, RP'nin sürekli kapatılması istemiyle dava açtı. Erbakan 18 Haziran’da istifasını sundu. RP kapatıldı. Erbakan ve RP’nin önde gelen beş ismi beş yıl boyunca siyasi yasaklı oldu.

28 Şubat’ın nasıl bir bilançosu oldu?

Sayılar açısından önce şunu söyleyebiliriz. 1635 kişi 1990-2011 yılları arasında 'irtica' suçlamasıyla YAŞ kararlarıyla TSK'dan atıldı. 3527 öğretmenin görevine son verildi. 11890 öğretmen kılık kıyafet işlemleri nedeniyle disiplin cezası alırken toplam 33271 öğretmen de aynı gerekçeyle soruşturuldu. Milli Eğitim Bakanlığı’nda çalışan 4625 fişlenmiş, 2639 kişi de MİT tarafından irticacı diye fişlenmiş. 21 vakıf kapatılmış. Fişlenen, işten atılan, okullara başörtüsü taktığı için alınmayan, binlerce, giderek on binlerce insandan söz edebiliriz.

Fakat siyasal ve toplumsal olarak ödenen bedel çok daha ağır. Siyasal olarak, İslamcı partilerin yükselişini anlamaktan uzak olan sol muhalefetin ezici çoğunluğu ve bazı sendikaların liderlikleri 28 Şubat darbesinde seyirci kaldılar. Bazıları içten içe, baş edemedikleri bir gücü ezen başka bir düşmana sessizce onay verdiler. Böylece sol içinde, Kemalizm, ulusalcılık, milliyetçilik, derin siyasal çelişkilerde tarafsız kalmak gibi tutumlar filizlenmeye başladı. Bu hem emek hareketini hem de solu böldü, devletin resmi çizgilerini kendi resmi çizgisi gibi görenler muhalefet içinde de öne çıkmaya başladı.

Devlet üç temel korkuya sahipti: Komünizm korkusu, Kürt korkusu, şeriat korkusu. 1990’lı yıllarda Kürtler seçimlere girip milletvekili çıkartmaya ve hızla yaygınlaşmaya başladılar. Buna askeri yöntemlerle ve zaman zaman da binlerce insanın yok edildiği faili meçhullerle yanıt verildi. İslamcılık ise devlet açısından başka bir korkuydu ve sadece Türkiye’de değil Müslüman nüfusun etkili bir ağırlığa sahip olduğu Orta Doğu ve Afrika ülkelerinde sol, sosyal demokrasi ve merkez partiler krize yanıt veremediği, siyasal İslamcılar yanıt verebildiği için bu hareketler yığınsallaştı.

Siz Erbakan hareketinin de krize yanıt ürettiğini mi düşünüyorsunuz?

Elbette. DYP-ANAP merkez sağın istikrarsızlığının ifadesiydi. 1994 krizinin yarattığı yoksullaşma ise aynı zamanda sosyal demokratların da sorumlusu olduğu bir gelişme olarak görülüyordu. Yüzde 10’ları zorlayamayan bir partinin birdenbire büyükşehir belediyelerini alması ve birinci parti olması, milyonlarca insanın bir anda yobazlaşması, örümcek kafalı hâle gelmesi ve makarnacı olmasıyla değil, Refah Partisi’nin “Adil Düzen” programının kitlelerde alıcı bulmasıyla açıklanabilir ancak. Fakat “gerici kitleler şeriatçı partinin yalanlarına kandılar” açıklaması daha kolay bir açıklama olduğu için revaçtaydı.

Erbakan’ın Adil Düzen’i krize gerçek bir alternatif sunmuyordu ama en azından krizden yıpranan kitlelere başka bir çağrı yapıyordu. Küçük burjuvaziye ve emekçilere seslenen ütopik antikapitalist bir yanı vardı bu politikaların. Sol muhalefet ise RP liderliğinin bu ütopik, aynı zamanda burjuva karakterini eleştirip tabanını kazanmaya çalışacağına, tabanını hızla “faşist” ilan etmeyi daha uygun buldu!

Solun bir kesiminin askeri darbeye bu darbenin muhataplarının siyasi fikirleri nedeniyle sessiz kalması, ödediğimiz ağır siyasal bedel oldu.

Bir başka bedeli ise siyasal İslam’ın böyle, zinde güçlerle, askeri darbelerle geriletilemeyeceğini ısrarla vurgulamamıza rağmen, bu fikrin de alıcı sol saflarda alıcı bulmamasında ödedik. RP’nin ardından 4-5 yılda AKP’nin gelmesi bu nedenle sürpriz olmadı. Asker zoruyla yollananlar, kitlesel destekle geri döndüler!

Susurluk skandalının etkisi neydi bütün bu olup bitende?

Susurluk, sosyalistlerin yıllardır anlattığı “derin devlet” meselesinin bir kurgu değil gerçek olduğunu gösterdi. Siyaset, polis, mafya, korucular, sermaye arasındaki işbirliği ve karanlık ilişkiler bu kazayla açığa çıktı. “Sürekli aydınlık için 1 dakika karanlık” eylemleri de bu pisliğin halk tarafından temizlenmesi için başlatılan bir eylemdi. Eylemler devasa bir hâle ulaştı. 15 Şubat 1997’de 30 milyon kişinin katıldığı söyleniyordu eylemlere. Ama eylemler sırasında bir şey oldu. Önce Erbakan eylemcilere “glu glu dansı yapıyorlar” dedi, ardından Şevket Kazan da Alevilere hakaret eden bir nefret söyleminde bulundu. Aynı günlerde orduevlerinde de ışık söndürme eylemlerine katılım sağlandığı duyumları gelmeye başladı. Eylemler birden derin devlete, darbecilere, mafyaya, yolsuzluğa karşı eylemler olmaktan çıkıp, Erbakan ve partisine yönelik bir içerik kazanmaya başladı. “Pisliği halk temizler” sloganıyla harekete geçen kitleler birdenbire laik bir duyarlılık sergileyenlerin hegemonyasına girmeye başladılar.

Ben bu gelişmenin 28 Şubat darbecilerinin işini kolaylaştırdığını düşünüyorum. O dönemde hem darbe karşıtı olan hem de derin devletin foyasının açığa çıkartılmasını isteyenler daha güçsüz kaldılar hareket içinde.

Biz DSİP olarak, 28 Şubat darbesine “Darbeye geçit yok!” netliğiyle karşı çıkan tek siyasal odaktık. Bu odak daha sonra darbecilerin siyasi itibarlarını gerileten mücadelenin de başlatıcısı oldu. 28 Şubat sürecinden birkaç yıl sonra başlayan Bush’un savaş tehditlerine karşı “İslamcı-manken-solcu ittifakı” olarak anılan savaş karşıtı hareketin inşasında temel rol oynayabilmemiz, bu bölünmenin işçi sınıfının aleyhine olduğunu bilmemizden ve darbelere karşı çıkmadan işçilerin siyasal eğilimlerini etkileme şansına sahip olamayacağımızı bilmemiz nedeniyledir. Bu sayede birkaç sene önce laik-dindar diye bölünen sınıf hareketinin savaş karşıtı net bir talep etrafında yeniden birleşebilmesine vesile olduk.


[1] http://www.serbestiyet.com/yazarlar/alper-gormus/ktidari-kutuplasmada-gorduler-ve-ulkenin-canina-okudular-baykal-1993-erdogan-2013-847919 Bu yazıda Şahin Alpay’ın tanıklıkları çok önemli.

[2] Kararı şöyle özetleyebiliriz: "Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü grupların, laik ve anti-laik ayrımı ile demokratik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendiklerinin müşahede edildiği."

Bültene kayıt ol