Esra Akgemci: “Maduro’nun önceliği kendi iktidarını korumak”

17.01.2019 - 20:18
Haberi paylaş

Venezuela’da, ABD ambargosuyla daha da derinleşen krizi ve Nicolas Maduro’nun attığı adımları Selçuk Üniversitesi’nde Latin Amerika üzerine çalışmalar yürüten Araştırma Görevlisi Esra Akgemci ile konuştuk.

Venezuela’da son yıllardaki politik ve ekonomik kriz son günlerde ABD boykotu ile daha da derinleşiyor. Mevcut krizin arka planını biraz anlatır mısınız?

ABD’nin Venezuela’ya ambargo uygulamasıyla sonuçlanan kriz, Nicolas Maduro’nun Kurucu Meclis oluşturma kararıyla birlikte başladı. Maduro’ya göre, ülkedeki krizin barışçıl ve demokratik yollarla çözülmesi ve diyalog kurulabilmesi için anayasanın değiştirilmesi gerekiyordu. Ancak bu karar muhalefet tarafından sert bir tepkiyle karşılandığını gibi, Chavista’lar (Chávez yanlıları) açısından da büyük bir sürpriz oldu. Çünkü 1999 Anayasası, Bolivarcı Devrim’in kurucu lideri Hugo Chávez’in en önemli miraslarından biri ve barrio (gecekondu mahalleri) örgütlenmeleri tarafından büyük bir şevkle sahipleniliyor. Bu anayasa gerçekten Latin Amerika’daki en demokratik anayasalardan biri ve Venezuela’nın ardından Bolivya ve Ekvador’daki anayasa yapım süreçlerine de yol göstermiş olan, katılımcı mekanizmalarla aşağıdan yukarı gelişen bir sürecin ürünü.

Maduro, bu anayasayı neden ve nasıl değiştirmek istediği, yeni anayasanın tam olarak neleri kapsayacağı ve ne zaman yürürlüğe gireceği gibi sorulara doğru düzgün cevap vermediği gibi anayasayı yapacak olan Kurucu Meclis’in oluşturulma sürecini de gerekli yasal koşulları sağlamadan başlattı. Kurucu Meclis’in oluşturulma kararını referanduma sunması gerekiyordu ancak bunu yapmadı. Bunun üzerine muhalefet, 30 Temmuz 2017’de Kurucu Meclis üyelerini seçmek için yapılacak seçimlerde boykot kararı aldı. Hatta 16 Temmuz’da muhalefet liderleri 7 milyon insanın katıldığı sembolik bir oylama yaptılar. Şurası çok açık ki, Venezuelalılar ülkenin içinde bulunduğu bu koşullarda yeni bir anayasa istemiyorlar. Chavista hareketi içinde bunu dile getiren önemli isimlerden biri olan eski Adalet Bakanı Luisa Ortega başsavcılık görevinden alındı ve eşiyle birlikte Brezilya’ya kaçmak zorunda kaldı. Maduro, Ortega hakkında uluslararası yakalama emri çıkarttı. Bu bile durumun vahametini açıkça gösteriyor. Bugün, Kurucu Meclis sadece Maduro yanlılarından oluşuyor ve tek işlevi Ulusal Meclisi’nin faaliyetini önlemek.

Tam da bu noktada Maduro’nun Kurucu Meclis oluşturmaktaki esas amacı ortaya çıkıyor. Aralık 2015’te yapılan parlamento seçimlerinde Demokratik Birlik Masası (MUD) adı altında birleşen sağ muhalefet büyük bir zaferle meclisteki 167 sandalyenin 112’sini kazanmıştı. Dolayısıyla Maduro’nun Kurucu Meclis’i seçilmiş meclise karşı yapılmış bir darbe olarak görülüyor ve uluslararası kamuoyu tarafından Maduro’nun meşruiyetinin sorgulanmasına yol açıyor. Ağustos 2017’de ABD buna dayanarak Venezuela’ya ekonomik yaptırım uygulamaya başladı. Ancak bu ambargo krizi daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor.

Ambargonun ardından Venezuela’daki krizi çözmek için kurulan Lima Grubu, Maduro'ya 10 Ocak’ta yemin töreni öncesinde göreve başlamama çağrısında bulundu. Lima Grubu’nun aldığı bu pozisyon ne anlama geliyor?

Lima Grubu, Arjantin, Meksika, Brezilya, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Guatemala, Honduras, Panama, Peru ve Paraguay gibi Latin Amerika ülkelerinin yanı sıra Kanada’nın da katılımıyla, Ağustos 2017’de kurulan uluslararası bir platform.  Amacı Venezuela’daki krizi barışçıl yollarla çözmek ancak bunu ABD yanlısı bir tutumla yapmaya çalışıyor. Bu da sorunu çözmekten çok yeni sorunlara yol açıyor. ABD’nin Chávez iktidarından bu yana Venezuela’da rejimin değişmesi yönünde baskı yaptığını ve ülkedeki muhalifleri NED (Demokrasi için Ulusal Fon) aracılığıyla desteklediğini unutmamak gerek. Kurucu Meclis’le birlikte ambargoyu meşru gösterecek bir kapı açılmış oldu ve Trump yönetimi bu fırsatı kaçırmadı. Ancak ambargonun maliyetini Maduro değil, hâlihazırda açlık ve kıtlık içinde, çok zor koşullarla mücadele eden ve hayatları tehdit altında olan Venezuelalılar ödüyor. Ambargo, öncelikli olarak petrol sektörüne yönelik ve gelirinin yüzde 95’i petrole dayanan Venezuela açısından bu açıkça ölüm fermanı demek. Ağustos 2017’den bu yana ülkenin gelir kaybı 6 milyar doları geçti ve petrol üretimi, yüzde 60’lık bir düşüşle günde 2 milyon varile kadar geriledi. Bu, sürdürülemez bir durum. Eğer Venezuela’daki kriz barışçıl yollardan çözülecekse, bunun yolu öncelikle ABD’nin ambargoyu kaldırmasını sağlamak olmalı.

Venezuela’da şu anda çok büyük bir sağlık krizi yaşanıyor, en temel ilaçlara bile erişim mümkün değilken, insan hayatı söz konusuyken Maduro’yu istifaya zorlamanın hiçbir anlamı yok. Bu noktaya geldikten sonra, istifa etse bile sorun kendiliğinden çözülmeyecek. Bunun yerine, hem Maduro’yu uzlaşmaya, meclisi tanımaya ve diyalog ortamı kurmaya yöneltecek hem de ABD’yi ambargoyu kaldırmaya zorlayacak adımlar atılmalı. Lima Grubu bu yönde bir pozisyon almaktan çok uzak. Aksine, Maduro’yu tanımadıklarını ve Venezuela’ya ekonomik yaptırım uygulamaya başlayacaklarını belirten bir deklarasyon yayınladılar. Bu deklarasyona grup üyelerinden sadece Meksika karşı çıktı. Meksika’da göreve yeni başlayan sosyalist Obrador hükümeti, Venezuela için yeni bir diplomatik girişim başlatabilirse belki yeni bir imkân doğmuş olur ancak yakın gelecekte bu yönde bir adım görünmüyor.

Maduro tarafından kapatılan Temsilciler Meclisi darbe çağrısı yaptı ve lideri bir süre gözaltına alındı. Darbe çağrısının anlamı nedir ve başarılı olabilir mi?

5 Ocak’ta göreve başlayan yeni Meclis Başkanı Juan Guaidó, 35 yaşında, öğrenci hareketinin içinden gelen genç bir lider. Chávez iktidara geldiğinde sadece 15 yaşındaydı ancak erken yaşta anti-Chávez hareketin içinde yer aldı. 2007’de Chávez’in anayasal değişiklik için gerçekleştirdiği referandum sürecinde gelişen öğrenci hareketinde kendini göstermeyi başardı. Guaidó, muhalefet cephesini oluşturan MUD içindeki belirli pazarlıklar sonucunda bu kadar genç yaşında kendisini meclisin başında buldu. Şunu özellikle belirtmek gerekir ki, muhalefet içinde Maduro’nun seçimle gitmeyeceğine inanan ve şiddeti kışkırtarak Maduro’yu iktidardan düşürmeye çalışan bir grup var. 2002’de Chávez’e karşı darbe girişimini desteklemiş olan Leopoldo López bu grubun önemli temsilcilerinden biri ve Ağustos 2017’den bu yana ev hapsinde bulunuyor. Guaidó, Leopoldo López’in 2009’da kurduğu Voluntad Popular (Halk İradesi) partisinin bir üyesi ve darbe çağrısında bulunarak kendi pozisyonunu kısa sürede belli etti.  

Guaidó, “gaspçı” olarak tanımladığı Maduro’nun ülkedeki anayasal düzeni gasp ettiğini söyledi ve ekledi: “Venezuela halkı, ordu ve uluslararası toplum bizi iktidara taşımalıdır.” Guaidó ayrıca Pérez Jiménez diktatörlüğünün 1958’de devrildiği gün olan 23 Ocak’ta Maduro iktidarına karşı halkı sokağa çıkmaya ve büyük bir protesto gösterisi yapmaya çağırdı. Son haberlere göre ABD yönetimi “ülkedeki tek meşru demokratik kurum” olarak tanımladığı Ulusal Meclis’in Başkanı Guaidó’yu “Venezuela’nın de facto Devlet Başkanı” olarak tanımaya hazırlanıyor. Eğer Trump gerçekten, orduyu göreve çağırarak açıkça darbeyi kışkırtmış bir lideri devlet başkanı olarak tanımaya kalkarsa, ABD’nin Chávez iktidarından bu yana Venezuela’da aldığı darbe yanlısı tutum resmen deklare edilmiş olacak.

Diğer yandan Maduro’nun darbe ihtimaline karşı takındığı tavır da son derece tehlikeli. Guaidó’nun açıklamalarının ve Lima Grubu’nun deklarasyonun ardından Maduro şunları söyledi:

“Şu an Venezuela’da Washington’dan, Lima kartelinden aldığı emirlerle işleyen bir darbe planı var. Ben de tüm açık yürekliliğimle ‘Haydi bakalım ne kadar güçlüler?’ diyorum. Venezuela halkı bütün girişimlere nasıl cevap vereceğini biliyor. Bolivarcı Devrim, Venezuela’daki barış ve sükûneti bozmak isteyen her girişime cevap vermek için uzun süredir hazırlanıyor.”

Maduro açıkça “gelin darbe yapın, biz de sizi bekliyoruz” diyor. 2002’de Chávez’e karşı yapılan darbe girişimi Chavista’ların direnişi sayesinde başarısızlıkla sonuçlanmış ve bir halk kahramanı haline gelen Chávez, iktidarını esas olarak bundan sonra sağlamlaştırmıştı. Belli ki Maduro’nun planı da aynı. Ancak ülkenin içinde bulunduğu koşullarda Maduro’nun kendinden bu kadar emin olmasını sağlayan şey tam olarak nedir, gerçekten anlamak çok zor. Venezuela eski Venezuela değil, Maduro da Chávez değil ve Chávezcilik oynamaktan artık vazgeçmesi gerekiyor.

Venezuela’da Temsilciler Meclisi’nin yerine geçebilecek bir organ var mı? Meclisin feshi Maduro’nun tek adam olması anlamına mı geliyor?

Hayır, başka bir organ yok. Meclisi feshetmenin ne anlama geldiğini aslında Maduro da gayet iyi biliyor. Kurucu Meclis’in ardından “Savaşta yeni bir dönem başlıyor. Bu Kurucu Meclis’le artık topyekûn savaşın içindeyiz” sözlerini sarf etmesi bunu açıkça gösteriyor. Bu savaş, Maduro ve karşıtları arasında. Maduro yönetimi altında Venezuela adım adım bir “tek adam rejimine” doğru sürüklendi. Ancak bunu, Maduro’nun Chávez’den devraldığı bir miras olarak görmemek gerekiyor. Chávez de iktidarını fazlasıyla kişiselleştirmiş bir liderdi, ancak Chávez’in önceliği hiçbir zaman “iktidarını her ne pahasına olursa olsun korumak” olmadı. Chávez iktidarı her şeyden önce bir karşı-hegemonya mücadelesi üzerine kuruluydu ve bu mücadeleyi güçlendirmeye yönelik politikalar belirleyiciydi.  

Maduro’nun politikaları Chávez’in politikalarından bir geri adım mı yoksa bugünkü krizin Chávez döneminde de kökleri olduğundan bahsedilebilir mi?

İkisi de. Bir yandan Chavismo’dan (Chavezcilik) bir geri adımın, hem de dev bir geri adımın söz konusu olduğunu diğer yandan da Venezuela’yı krize sürükleyen nedenlerin “Bolivarcı Devrim” adı verilen sosyalizme geçiş sürecinin çelişkilerinden doğduğunu görmek gerekiyor. Chávez’in miras bıraktığı Bolivarcı Devrim modelinin en zayıf yanı, petrol fiyatlarına bağımlı olmasıydı. Bugün, Venezuela gibi petrol zengini bir ülkenin nasıl bu kadar büyük bir ekonomik iflasa sürüklendiğini anlamakta güçlük çekenler şuna dikkat etmeliler: Venezuela, 300 milyar varil ile dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip ülkesi olmasına rağmen aynı orantıda güçlü bir petrol endüstrisine sahip değildi. Örneğin 266 milyar varille rezerv sıralamasında ikinci olan Suudi Arabistan günde 10 milyon varil petrol üretirken, Venezuela’da bu rakam, ABD ambargosundan önce 3,5 milyon kadardı. Bunda Venezuela’daki petrolün çıkarılmasının ve damıtılmasının daha maliyetli olması ve pazar koşulları gibi etkenlerin rolü olsa da, esas faktör çok maliyetli olan ve her yıl milyarlarca dolar yatırım gerektiren petrol endüstrisinin ABD’ye bağımlı olması ve Chávez’in bu bağımlılığı kırmaya çalışmasıydı.

Petrol fiyatlarının yüksek olduğu dönemde Venezuela için gerekli yatırımları yapmak ve ABD’ye bağımlılık oranını düşürmek daha kolaydı. Ancak 2013’te Chávez’in ölümünün ardından iktidara gelen Maduro, emtia fiyatlarının hızla düştüğü bir küresel konjonktürle karşılaştı. Petrol gelirleri, Bolivarcı Devrim sürecinin işlemesini sağlayan temel motordu ve petrol fiyatlarındaki hızlı düşüş Venezuela’yı büyük bir krize sürükledi. Buna bir de muhalefetin Chávez’in yokluğunda Bolivarcı Devrim’in ayakta kalamayacağına inanması ve şiddeti kışkırtması eklenince, Maduro’nun önceliği, devrimin kazanımlarını değil kendi iktidarını korumak haline geldi. Örneğin yüzde 18 binlere tırmanan enflasyonla birlikte temel gıda ve temizlik ürünlerine erişimi engelleyen stokçuluk ortaya çıktığında barrio örgütlenmeleri, gıda temininde karar alma süreçlerine dahil olmak istediler ancak Maduro buna izin vermedi. 2014’te başlaması öngörülen sosyalizme geçiş sürecinin ikinci aşaması tam da bu şekilde aşağıdan yukarı süreçleri geliştirme üzerine kuruluydu ancak ülkenin içine sürüklendiği kriz ve çatışma ortamında sosyalizme geçiş sadece bir tasarı olarak kaldı.      

Venezuela özellikle ABD’deki sağ tarafından sosyalizmin başarısızlığı olarak lanse ediliyor. Kaybeden 21. yüzyıl sosyalizmi mi?

Chávez’in bıraktığı miras sadece Venezuela ile sınırlı değildi, Latin Amerika için karşı-hegemonik bir entegrasyon hedefi üzerine kuruluydu. Bunun için gerekli mekanizmaların önemli bir kısmı Chávez tarafından kısa sürede hayata geçirildi. ALBA (Latin Amerika için Bolivarcı İttifak) bu açıdan çok önemli bir kurumsal zemin oluşturdu. ABD’nin NAFTA ile kurduğu, Meksika ve Kanada’yı kapsayan serbest ticaret bölgesini Latin Amerika geneline yayma girişiminin ürünü olan FTAA’ya karşı Chávez’in geliştirdiği ALBA, karşılıklılık ve dayanışma üzerine kurulu bir alternatif bir bölgeselleşme projesi sunuyordu. Bu sürecin ideolojik zeminini ise 21. yüzyıl sosyalizmi oluşturuyordu. Chávez, 21. yüzyıl sosyalizmini, Latin Amerika’nın kendine özgü koşulları içinde her gün yeniden inşa edilmesi gereken bir süreç olarak tanımlamıştı. Bugün gerekli olan da Latin Amerika için yeni bir “21. yüzyıl sosyalizmi” inşa etmek. Venezuela’daki kriz nereye varırsa varsın, Latin Amerika solunun, Venezuela deneyiminden ders alarak, Bolivarcı Devrim’in kazanımları üzerine düşünerek ve çelişkilerinin nasıl aşılacağını tartışarak Chávez’in mirasına sahip çıkacağına inanıyorum.

Venezuela ve Türkiye arasında giderek yakınlaşan ilişkiler var. Venezuela en son Türkiye’den sonra Vikipedia’yı yasaklayan ikinci ülke oldu. Kendisine sosyalist diyen bir iktidarla, muhafazakar sağcı bir iktidar arasındaki bu yakınlaşmayı nasıl açıklayabiliriz?

Erdoğan’la yakın ilişkiler geliştirmek, Maduro’nun iktidarını korumaya yönelik “stratejik” girişimlerinden biri. Venezuela uluslararası alanda o kadar yalnızlaştı ki, ABD’ye karşı yanında durabilecek her ülkenin desteğine ihtiyacı var. Bu açıdan bakıldığında dış politikada ideolojik farklılıkların pek bir önemi kalmıyor. Chávez de aynı şeyi Ahmedinejad’la yakın ilişki kurarak yapmıştı. Bugün Venezuela açısından bakıldığında, Rusya ve Çin’in yanında Türkiye de son dönemde ittifak kurulabilecek önemli ülkelerden biri olarak öne çıkıyor. Son iki yılda Venezuela ve Türkiye arasındaki ticaret hacmi 6 kat artarak 2 milyar dolara çıktı. Bu, yüksek bir rakam olmasa da Venezuela için yeni ticaret ve yatırım imkânlarının önemi çok büyük. Maduro, Erdoğan’ı “Venezuela’nın dostu ve yeni çok kutuplu dünyanın lideri” olarak tanımlıyor ve her fırsatta Türkiye’ye gelerek iki ülke arasındaki işbirliği imkânlarını geliştirmeye çalışıyor. Ancak Erdoğan açısından bakıldığında Maduro’nun o kadar önemli bir aktör olmadığı da ortada. Türkiye’nin son dönemde ABD ile ilişkileri, her an her şeyin değişebileceği kaygan bir zeminde ilerliyor. ABD ile olan durum, elbette Türkiye’nin Venezuela ile ilişkilerini de etkileyecektir. O yüzden Maduro’nun da Erdoğan’ın “dostluğuna” bu kadar bel bağlamaması lazım.  

(Röportaj: Can Irmak Özinanır)

Bültene kayıt ol