(Seçtiklerimiz) Türkiye’de mülteciler ve yeni hükümet

17.05.2023 - 08:28
Haberi paylaş

Seçimler geldi. Hepimiz bir süredir yüzümüzü anketlere, tweetlere ve günlük çıkan rezalet ifşalarına döndük. İçimizde bir umut. Ama bir yanımız da temkinli. Neyse ki kaybetmeye alışkınız. Zulmü biliyoruz. Dayanışmayı ördük, örüyoruz. Erdoğan’ı  gönderemezsek üzüleceğiz tabii, ama kaldığımız yerden devam edeceğiz. Gönderirsek de bizi cennet bahçesinin beklemediğinin farkındayız. O zaman da yine muhalefette olacağız ve Türkiye’de dışlanan, ezilen, sömürülen kim varsa onların yanında duracağız.

Türkiye’de o ezilen, sömürülenlerin arasına son 10 yılda daha önce olmayan bir grup da dahil oldu, Suriyeli mülteciler. Hatta tam olarak mülteciler bile değil, geçici koruma statüsündekiler. Neredeyse 10 yıldır bir tanesinin bile isminin olumlu bir şekilde kamuoyu gündemine gelmediği, sayıları 4 milyondan fazla insan. Olur da seçimleri muhalefet kazanırsa bu kadar insana ne olacağını merak etmemek elde değil. Bunun için de 6’lı masanın Ortak Politikalar Mutabakat Metni’ne bakmak yeterli. Metindeki “Göç ve Sığınmacı Politikaları” bölümü belgenin en sonuna, anlaşılan biraz da aceleyle, eklenmiş. Aslında tek başına başlık bile çok şey anlatıyor çünkü metin mültecilerden bahsetmiyor.

Bu metin de Suriye’deki savaştan kaçan 4 milyondan fazla insanı uluslararası anlaşmalarla güvence altına alınmış haklarla değil, Türkiye’yi hangi milliyetçi hükümet yönetiyorsa onun insafına bırakıyor. Geçici koruma statüsü sadece mülteci haklarını tanımamakla kalmıyor, Türkiye’yi terkettikleri anda statülerini kaybetmelerini de öngörüyor. Yakın zamanda yaşadığımız depremden etkilenen binlerce Suriyelinin kendilerini içinde buldukları çıkmazı görebilmek için bu statünün altını özellikle çizmek gerekiyor. Erdoğan Suriyelilere geçici koruma statüsüyle sığınmacıları Türkiye’ye, Türkiye’deki ırkçılığa mahkum ederken, dışarıya şefkatli bir lider görüntüsü vermeyi ve Avrupa Birliği ile yaptığı anlaşmalarla da bundan maddi çıkar sağlamayı başarabilmişti. Seçimlerden sonra gelmeye en büyük aday olan muhalefetin vizyonu ise maalesef Erdoğan’ınkinin çok ötesine geçemiyor. Türkiye’de tartışma sığınmacıların hakları, sosyal, siyasal ve ekonomik hayata katılımları üzerinden değil geri göndermek, işgal altında olmak, sömürmek ve yakmak üzerinden devam edecek gibi görünüyor.

Mutabakat Metni’nin göç ve sığınmacı politikaları bölümünün başlığındaki sorunlardan içeriğindekilere doğru devam etsek bile metin herhangi bir Avrupa ülkesinde rahatlıkla ırkçı bir belge olarak adlandırılabileceğini görüyoruz. Hem Kılıçdaroğlu’nun konuyla ilgili videosu da benzer bir tonla ve maalesef tek bir cümleyle özetlenebilir: “Onları (!) iki yıl içinde geri göndereceğiz”. Yani Erdoğan sonrası rejim, Suriyeli ve diğer mültecileri “kendi ülkelerinde barışı tesis ettikten sonra” diyerek geri göndermeyi hedefliyor. Davul zurnayla geri göndermek gibi detaylara ise bu yazıda girmemeyi tercih ediyorum. Tabii ki belgenin tamamında eksik olan şeylerden biri Suriye’de barışı nasıl tesis edileceği. Daha önce Suriye’deki iç savaşa Erdoğan ve çetesinin yaptığı katkılar, geri göndererek IŞİD’e teslim ettikleri gazeteciler, insan hakları aktivistleri ve benzeri birçok uluslararası suçu düşününce “keşke hiç karışmasak” demekten de geri duramıyorum.

Neyse ki Mutabakat Metni’yle ilgili sorunlar burada kalmıyor. Örneğin sınır güvenliği konusunda son dönemde Avrupa’da geliştirilen güvenlikçi standartlarla gayet uyumlu. Elektro-optik kuleler, aydınlatma sistemleri, gece görüş kameraları, insansız hava araçları ve gerekirse duvarların güçlendirilmesi muhalefet partilerinin akıllarına gelen önlemlerden bazıları olarak öne çıkıyor. Belgenin bu bölümünü Avrupalı herhangi bir politikacı okusa eminim çok heyecanlanırdı. Bu konuda von der Leyen’in önce Afgan ve Suriyelilerle ilgili sonra da Ukraynalılarla ilgili yaptığı açıklamaların farkına ya da komşunun milliyetçisi Mitsotakis’in hemen depremden sonra sınır duvarını uzatmakla ilgili yaptığı açıklamalara bakmak yeterli olur.

Türkiye’nin de 1951’de imzaladığı Uluslararası Cenevre Sözleşmesi’ne tamamen zıt bir şekilde herhangi bir statü tanınmayan, hatta Türkiye’den çıkmaları durumunda geçici koruma statülerini de kaybeden sığınmacılar için Mutabakat Metni Türkiye içinde de hareketliliklerini sınırlamak istiyor. Metin “kontrolsüz yoğunlaşmalara erişmesine ve gettolaşmaya izin verilmeyeceğini” belirtiyor ve mültecilerin kayıtlı oldukları şehirlerden başka şehirlerde geçirdikleri süreyi de sınırlandırıyor. Sosyal medya ağzıyla “bari füze atsaydın” demek geliyor içimden…

Mutabakat Metni sığınmacılar için sadece yasaklar ve ırkçılıktan ibaret değil. Özellikle istihdam konusunda olumlu denebilecek politika önerileri de var. Protokol, sığınmacıların istihdamda sömürüldüğünü kabul ediyor ve Suriyelileri kayıt dışı çalıştıranlara yönelik cezalardan bahsediyor. Bu konu maalesef şimdilik sadece kayıtlı işyerleri için bir gündem olsa da, özellikle mevsimlik tarım işçiliğinde sığınmacıların nasıl sömürüldüklerini konuyu takip edenler yakından biliyor. Belki yüzbinlerce Suriyeli Türkiye’deki tarım sektörünün önemli bir aktörü olarak rol oynuyor. Bunu yaparken de kendilerinden önceki Kürt, Roman ve diğer yoksul kesimlerle dibe doğru yarışıyor. Bu durum ise sadece toprak sahiplerinin, ve daha çok toprak sahibi/işletmecisi şirketlerin işine geliyor.

Öte yandan istihdamda böylesi bir yasaklama politikasının hayata geçirilmesi için denetleme mekanizmaları kurmak ve bunlara kaynak ayırmak gerektiğini de biliyoruz. Bunun yerine kamu kurumlarından başlayarak, özel sektörde de sığınmacı ve mültecilerin istihdamını destekleyen politikalar önermek hem daha olumlu sonuçlar verecek, hem de denetleme ve cezadan daha ucuz olacaktır. Tam bu sebeple Suriye’li sığınmacıların acilen 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne göre mülteci statüsü kazanmaları, eğitim, sağlık, istihdam, sosyal ve siyasi hayata katılımları için daha net politikalar, hedefler ve dolayısıyla bütçe ortaya konması gerekiyor. Ancak böylesi bir yaklaşım büyük ihtimalle herhangi bir yere dönmeyecek olan milyonlarca insana hem bir gelecek vaat edecek, hem de Türkiye’de Suriyelilere yönelik normalleşen ırkçılığı hakettiği yere koyacaktır.

Fakat tabii ki ortalaması geri göndermeyi düşleyen bir politika için henüz bunları konuşamıyoruz. Suriyelilerin istihdamda sömürüldüğünü, ve dolayısıyla onları sömürenlerin Türkiyeliler olduğunu, kabul etmek yeterli değil. İyi bir başlangıç sayılsa da mutabakat metninin açıkça göç ve göçmen karşıtı tonunu pek değiştirmiyor. Anlaşılan Uluslararası göç alanında yeni bir oyuncu olan Türkiye sanki bu metinle Avrupalı akranlarını bir an evvel yakalamak ve Avrupa’daki ırkçı politikalar gibi bunu da güzel bir kılıfa koymak istiyor.

Her ne kadar Batı ülkelerini ve özellikle AB ve üyesi ülkeleri, örtük ırkçı ve göçmen karşıtı politikaları dolayısıyla eleştirsek de bir süredir özellikle Türkiyelilerin yoğun yaşadığı ülkelerdeki yerel ve merkezi parlamento üyeleri ve hatta bakanların varlığı bu ülkelerle ilgili bize umut veriyor. Özellikle Almanya Şansölyesinin “Almanya bir göç toplumudur” açıklamasını çok değerli buluyorum. Son 20 yılda Türkiye’de de bir çok alanda baskıya rağmen sosyal, ekonomik ve siyasal katılımda önemli mesafeler kaydettik. Bu ilerlemeyi ise bu alanda ortaya çıkan toplumsal hareketler ve bunların ördükleri dayanışma ağları sonucunda sağladık. Örneğin toplumsal cinsiyetle ilgili politikalarda çok ciddi bir değişim yaşadık. Özellikle HDP (ve kapanan birçok öncelinin) eşbaşkanlık, fermuar ve kota gibi sistemlerle parti içi politikalar alanında da diğerlerine örnek oldu. Kadınlar gece yürüyüşüyle, kadın dayanışmasıyla Türkiye’de değişimin öncü güçlerinden biri olarak anılmak üzere ağır bedeller ödediler. İstanbul Sözleşmesi yakın zamanda seçimdeki kutuplaşmanın bir parçası haline geldi. CHP’de Roman ve Yahudi gibi farklı azınlık gruplarından milletvekilleri de yer aldı. HDP Ermeni toplumu da dahil olmak üzere farklı azınlıkların temsilcilerini meclise soktu. Dolayısıyla, Türkiye’de siyasetin geleneksel olarak dışlanmış grupları meclise göndermesi bir yenilik değil.

Ancak, seçimlerde Suriyeli mülteci kökenli bir adayın olması içinde bulunduğumuz ortamda konuşulmadı bile. Maalesef seçimlere giren hiçbir parti böylesi bir nefret objesini kendi seçmen kitlesine anlatacak durumda değil. Avrupa’daki çeşitli azınlık gruplarının ama özellikle Türkiyelilerin, meclislerde temsili için gururlanırken, Türkiye’de Suriyeli bir mültecinin önümüzdeki seçimlerde aday olmasını düşünemiyoruz bile.

Onun yerine CHP’li eski bir kültür (!) bakanı Suriyeliler hakkında tweet atarak “göç değil istila” diyebiliyor. Yine CHP’li ve neyse ki ihraç edilen bir belediye başkanı Suriyelilerden su tüketimleri için 10 kat daha fazla vergi almaya çalışabiliyor. İstanbul’da Somalili bir sığınmacının sahibi olduğu bir restoran, tabelasındaki renkler nedeniyle taşlanıyor ama sonra linçci grup değil sığınmacı gözaltına alınıp geri gönderilmeye çalışılıyor. Daha kötü vakalarda Suriyeliler iş yerlerinde diri diri yakılıyor ama kimse cezalandırılmıyor. Ve seçimlere günler kala Cumhuriyetin ikinci yüzyılını başlatacak olan müstakbel hükümet onları “gönüllü olarak geri göndermeye” hazırlanıyor. Hepimiz merak ediyoruz, nasıl olacak? Yeni bir “haydi” şarkısı yapılacak ve sığınmacılar otogarlara davet edilerek otobüslere binip gitmeleri mi beklenecek?

Ne yazık ki, soldan sağa siyasi elit, “barışı tesis ederek” ya da etmeden ama kesinlikle sığınmacıları dahil etmeden “onları geri gönderme” konusunda hemfikir ve istekli görünüyor. Savaştan kaçan, ülkelerinde geçmişlerini, işlerini, mesleklerini, mallarını ve hatıralarını bırakan, son 10 yılda öyle ya da böyle Türkiye’de bir hayat kuran, hatta doğan, insanlara bırakalım politika üretmeyi, mülteci demeye bile ikna olamıyoruz. Tabii ki Sırrı Süreyya Önder’in dediği gibi “Önce cehennemin kapılarını kapatalım”. Ama bir kez iktidardan kurtulduğumuzda biz tam olarak aynı yerde olacağız, dışlananların, ayrımcılığa uğrayanların ve ezilenlerin yanında. Yeni seçilen hükümetin bu insanlık dışı politikasını değiştirmek için elimizden geleni yapacağız. Sadece vatandaşların değil, herkesin adalete, hukuka, eşitliğe ve en önemlisi haklara erişimini talep etmekten, bunun için örgütlenmekten ve muhalefet etmekten vazgeçmeyeceğiz.

Türkiye’deki 4 milyondan fazla mülteci sadece yeni hükümetin sorumluluğunda olmamalı. Küresel göçle ilgili sonuçların sorumluluğu da küresel olarak ele alınmalı. Almanya haricinde hemen hemen hiçbir AB ülkesi bu konuda ciddi bir adım atmıyor. Sadece Türkiye değil, Lübnan gibi ülkeler de ekonomik ve sosyal olarak kaldıramayacakları yüklerin altında eziliyorlar. Öte yandan dünyanın en gelişmiş ülkeleri Erdoğan gibi diktatörlere rüşvet vererek AB sınırlarını Türkiye ve Libya gibi ülkelere taşımayı tercih ediyor. Dolayısıyla AB’nin de Lübnan ve Türkiye gibi ülkelerle işbirliği içerisinde kabul ettiği sığınmacı sayısını bir an evvel artırması gerekiyor. Bu da AB ve Türkiye arasında eşitler arası bir ilişki ve rüşvet veren/alan dışında bir çerçeve gerektiriyor. Önümüzdeki dönemde savaştan kaçan milyonlarca insan için başka rasyonel bir politika yok!

6’lı masanın ve Mutabakat Metni’nin sığınmacılarla ilgili ruhu olan geri gönderme politikası en basit haliyle çok ciddi bir insani kriz yaratacak. Fakat bu krizden geri dönmek için hala çok geç değil. Ya geçmiş hatalardan ders çıkaracağız ya da Türkiye’de hepimizin alışkın olduğu geleneksel refleksleri tekrarlayarak milyonlarca insana acı çektireceğiz. Kutuplaşmadan, ayrımcılıktan, adaletin yokluğundan, eşitsizlikten ve demokrasi eksikliğinden hepimiz yeterince acı çekmedik mi? Herkes için, Türkiye’de birlikte yaşadığımız Suriyeliler için de, yeni bir Türkiye kurmanın zamanı gelmedi mi?

Yiğit Aksakoğlu

Bu yazının orjinali freeturkishpress.com/tr/2023/05/13/turkiyedeki-multeciler-ve-yeni-hukumet/ sitesinde yayınlanmıştır.

Bültene kayıt ol