Türkiye her yaz olduğu gibi göçmenlere yönelik ırkçılığın ve nefretin körüklendiği bir iklime giriyor. Bu artık son yıllarda gelenek olmaya başladı. 2019’da göçmenlerin bayramlarda ülkelerine gidip gelebildikleri, dolayısıyla temelli kovulmaları gerektiği söylenilerek bir linç başlatılmıştı. Geçtiğimiz yaz, Afganistan’da Taliban’ın iktidarı ele geçirmesi üzerine oradan kaçanlar üzerinden benzer bir hava yaratıldı. 2022 yılında Ümit Özdağ’ın başkanlığındaki Zafer Partisi’nin provokasyonları üzerinden benzer bir sürecin içine doğru ilerleniyor.
Sosyal medyada genellikle yalan ve yanlış bilgiler üzerinden örgütlenmeye çalışılan nefret, sık sık kendini gerçek hayatta, sokaklarda ırkçı bir şiddet dalgası olarak gösteriyor. Bu linç yalnızca göçmenleri değil; Türkiye’de yaşayan herhangi bir yabancıyı, turisti, hatta Kürtleri ve Ermenileri de içine alan daha geniş bir ırkçı histeriye dönüşüyor. Son birkaç haftada yaşananlara bakalım: Ürdün ve Avustralya vatandaşı üç kişi, Başakşehir’de taksi bekledikleri sırada bir araçtan inen beş kişinin saldırısına uğradı. Üstelik bunların birisi 18 yaşının altında bir çocuk! Adana Doğankent’te göçmenlere yönelik saldırıda 4 kişi yaralandı. Antep’te, Şahinbey Vatan mahallesinde bir Suriyeli genç ırkçıların bıçaklı saldırısına uğradı, yaralandı. Ankara Kızılay’da Somalililerin işlettiği, tamamen Türkiye yasalarına uygun olarak ruhsatlı bir şekilde ticari faaliyet yürüten restoranı basan polisler, ırkçı sözlerle dükkânı tahliye etti. Somalililere “Kızılay’da istenmiyorsunuz” denildi. 12 yıldır Kütahya’da yaşayan İranlı göçmen Gholam Reza Khajavi’nin idam tehlikesine rağmen sınır dışı edilmesi gündeme geldi. Göçmenlere yönelik bu girişimlerin tırmandığı günlerde aynı zamanda Ermeni milletvekili, yoldaşımız Garo Paylan 24 Nisan dolayısıyla ölüm tehditlerine maruz kaldı. Erzurum’da Kürtçe bir tabelaya yönelik nefret kusuldu, HDP binası önünde provokasyon tertiplendi. Irkçılık bu ülkenin tüm ezilenlerini hedef alan bir zehir ve göçmenlere yönelik ırkçılığa karşı güçlü bir barikat kurulamaması tüm dışlananları, azınlıkları güvensiz hissettirecek bir iklimi besliyor.
Yalanlar
Göçmen düşmanlığı çoğu zaman internette yayılan asılsız bilgiler üzerinden örgütleniyor. Son günlerde gündeme gelen “Sessiz İstila” adlı, Ümit Özdağ tarafından “ben finansa ettim” denilerek sahiplenilen ırkçı film bunun bir örneği. Bunun dışında birçok provokatif, yalana dayalı video da sosyal medyada dolaşıma sokuluyor. Bunların vardığı ana fikir ise şu: Türkiye’ye gelen yabancılar ve göçmenler buranın huzurunu kaçırdı, “sosyal dokusunu” bozdu. Bu göçmenler suç işliyorlar veya kötü birtakım şeyler yapıyorlar denilerek, Türkiye’deki ekonomik ve toplumsal sorunların kaynağı hepimizi fakirleştiren ve ezen sistem değil de buraya göç eden yoksul insanlarmış gibi bir manzara çiziliyor. Bu durum elbette en çok iktidar sahibi olanların, içinde yaşadığımız tabloyu yaratanların işine geliyor!
Yıllar geçse de bu yalanların tipi değişmiyor: Klasik olarak “kaçak elektrik kullanıyorlar” denilerek pompalanan Kürt düşmanlığı, bu kez İstanbul’daki Suriyelilerin “kaçak doğalgaz kullandığı” yalanı üzerinden göçmen düşmanlığına evriliyor. Tüm dünyada tüm ırkçıların yaptığı gibi “Irkçı değilim ama…” denilerek başlanan cümleler, korkunç ırkçı hezeyanlarla son buluyor. Bu dalganın yarattığı basınç, ırkçılık karşıtı mücadelelerde yer almış kimi aktivistleri veya yorumcuları bile bir “göç sorunu”ndan bahsetmeye itebiliyor. İktidar ve muhalefet gibi “geri dönüş” planlarını tasarlamaya yöneltiyor. Solda bir yenilenme umudu yaratacağı iddia edilen bir partinin başkanı “AKP’nin başımıza açtığı büyük bir belayla karşı karşıyayız. Geri göndereceğiz diyorlar. Seçim öncesi şov yapacaklar. Ne olur ki, bu kafayla 1 milyon Suriyeli gider, 5 milyonu gelir” diyebiliyor.
Göçmen grupları içerisinde elbette yanlış bir şeyler yapanlar veya suç işleyenler de olabilir. Ancak burada bu tutumun bireye değil belirli bir topluluğa mal edilmesi ırkçılığın ta kendisi. Türkiye toplumunda nasıl her tür sorun, farklı görüş, suça eğilim varsa göçmenler arasında da durum aynı. Ancak buradan yola çıkarak göçmenlerin toplumsal yaşamı olumsuz etkiledikleri iddiası doğru değil. Aynı iddia Fransa’da Le Pen, Almanya’da AfD tarafından Türkiyelileri de içeren başka topluluklara karşı kullanılıyor. Irkçıların iddialarının her yerde aynı olması tesadüf mü? Değil. Göçmenleri hedef seçmek için gösterilen bahaneler ırkçılar tarafından bizzat kurgulanıp inşa ediliyor. Dolayısıyla bunlara prim vermek, milyonlarca insanın hayatını tehlikeye atan çok ciddi bir kara propagandaya geçit vermek anlamına geliyor.
İktidar da muhalefet de çare değil
Bu ırkçı kışkırtmaların içerisinde, muhalefet safları açısından Suriyeliler “anti-AKP” propagandanın bir aracı olarak görülüyor, Kılıçdaroğlu hâlâ göçmenleri “iki yıl içinde göndereceklerini” söylüyor. Bunun yanında iktidar da geri gönderme merkezlerinin sayısını artırıyor, sınıra konutlar inşa ederek oraya geri göndermeleri başlatmayı umuyor. Savaştan kaçıp gelmiş milyonlarca insanın “geri gönderilmesi” gerektiği fikri, ne insani ne siyasi olarak doğru. Akşener’inden CHP’sine, hepsi “gönüllü” bir geri dönüş olacağını söylüyor. Ancak göçmenlerin Türkiye’de resmi olarak “mülteci” statüsü yokken, yukarıda saydığımız saldırılar gerçekleşiyorken, burada bir “gönüllülükten” söz edilemez. Gönüllülük için öncelikle burada insanca yaşam koşullarının sağlanması, tehditlerin bertaraf edilmesi gerekir. İnsani olarak yaratacağı trajedinin yanı sıra siyasi olarak da göçmek bir haktır. Sosyalistler insanlık tarihinin bir aşamasının ürünü olan devletlerin sınırlarını kutsayarak, içinde yaşadıkları coğrafi bölgeye kimsenin girmemesi gerektiğini savunmazlar; sınırdan girenlerin “düzenlenmesi” gerektiği gibi egemen sınıfın işçileri ve yoksulları disipline etmeye yönelik fikirlerine eklemlenmezler. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, sığınmayı bir insanlık hakkı olarak tanımlıyor. Yani birtakım ülkelerin kapılarını başka ülkelerden kaçanlara açması, birtakım toplumların bu gelenleri kabul etmesi bir lütuf değil. Aksine, bunu yapmadığınızda insan haklarını çiğnemiş oluyorsunuz.
---
Aşağıdan yukarı mı yükseliyor?
Irkçılık gibi ayrımcı ve işçi sınıfını bölen, birbirine düşman eden fikirler, her zaman egemen sınıflar tarafından üretilir, tavandan tabana doğru yayılırlar. Suriyelilerle Türkiyelilerin birbirine düşman olmasından kâr eden patronlardır. Türklerle Kürtlerin düşman olmasında da durum böyledir. Farklı ulusal kimliklerden işçilerin, patronlara karşı ortak bir mücadele yürütmelerindense, birbirlerinden nefret etmeleri egemenlerin çıkarınadır. Suriyelilere düşmanlık da sağcı düzen partileri tarafından üretiliyor. Suriyelilerin Türklerden aşağı olduğu, kültürümüzü bozdukları vb argümanlar Türk milliyetçiliğini kutsuyor. Yerellerde Suriyelilere yönelik zaman zaman görülen linç girişimlerini de genelde örgütlü ırkçı güçler kışkırtıyor. Dolayısıyla buna karşı hegemonya kuracak bir kitlesel ırkçılık karşıtı kampanya, tabanda, işçi sınıfı içerisine, egemen sınıfın mülteci düşmanlığı politikasına karşı ara vermeksizin mücadele ederek kitleselleşebilir. Sosyalistlerin geleneği, antisemit pogromların yaşandığı Rusya’da Yahudi mahallelerinin etrafında işçi milisleriyle nöbet tutan Bolşeviklere dayanıyor. Şu anda da emek örgütleri, solun geniş kesimleri göçmenleri korumak ve onlarla dayanışmak için böylesi bir çaba içerisine girmeli. Türkiye’de de mültecilere karşı kurulan “milli mutabakat” ortamına karşı sesimizi yükseltmeli, mülteciler için bir şeyler yapan tüm grup ve örgütlerin bir araya gelmelerini sağlamalıyız.
---
Çözüm ne?
Göçmenler bir “sorun” değil. Çözülmesi gereken sorun göçenlerle ilgili değil, onlara saldıranlarla ilgili. Bunun yolu da en başta göçmenlere eşitlik içerisinde, kardeşçe yaşayacağımız hakların verilmesinden geçiyor.
Mültecilerin önüne çekilen setler, çitler, duvarlar kaldırılsın. Sığınma hakkı tanınsın. Göç ettikleri ülkelerde sığınmacılara resmi statü verilsin. Göçmenlerin böylesi bir statüye sahip olması, meseleyi “hayırseverlik”, “ev sahipliği” vb kavramlarla değil haklar ekseninden ele almamızı sağlayacaktır. Şu an göçmenler bir gün evlerine göndereceğimiz “misafirler” gibi ele alındığı için sağlık, eğitim, barınma, çalışma yaşamına katılım gibi kritik konularda kalıcı çözümler düşünülmüyor ve günü kurtaracak tedbirlerle idare ediliyor. Bu yaklaşımlar terk edilmeli, asimilasyona değil uyuma dayalı politikalarla göçmenlerin topluma entegrasyonları sağlanmalı.
Sığınmacıları gerçek dışı haberlerle hedef gösteren tüm medya kurumlarına ve siyasetçilere yaptırım uygulanmalı. Bunların kışkırttığı linç ve saldırılara karışanlar hukuk yoluyla cezalandırılmalı.
Göçmenler acıyarak baktığımız, yardım etmemiz gereken kimseler değil; kendi ülkelerinde diktatörlerine karşı ayaklanmış, direnmiş, Türkiye işçi sınıfının müttefiki ve mücadelede ortağı, paydaşı olacak bir topluluk. Hayatındaki sorunların kaynağı olarak patronları, hükümetleri ve kapitalizmi değil de göçmenleri suçlayan bir işçi hareketi kolektif davranamaz, başarı elde edemez. Göçmenlerle ittifak kurarak ortak mücadele yürüten emekçiler ise gerçek suçlulara karşı kazanımlar elde etme şansına sahiptirler. Enternasyonalizm ve işçi sınıfının birliği bu yüzden son derece önemli. Yaşasın dayanışma!
Ozan Tekin
(Sosyalist İşçi)