Bir devrim nasıl kazanılır

21.07.2022 - 08:06
Haberi paylaş

© Gigi İbrahim; 2011 Devrimi sırasında Mısır’daki Tahrir Meydanı’nın işgali. 

 

Son on yılda Kuzey Afrika’da, Orta Doğu’da ve Asya'da isyanlar ve devrimler patladı. Nick Clark, Anne Alexander'ın yeni kitabı Devrim Halkın Tercihidir’in (Revolution is the Choice of the People) bu ayaklanma ve devrimleri anlamamıza yardımcı olabileceğini öne sürüyor.

Devrim sadece bir teori ya da tarihin tozlu sayfalarında kalmış bir şey değil. Geçtiğimiz on yıllık dönem dünya çapında gerçekleşmiş isyanlar, ayaklanmalar ve devrimlerle dolu.

Ve tüm ayaklanmalar sırasında, devrimci stratejiyle ve hedeflerle ilgili sorular, ve hatta bir devrimin aslında ne olduğu gibi sorular sadece soyut tartışmalardan ibaret değildir. Bu sorular devrimi yapmakta olan kitleler için ölüm kalım meselesidir.

Bu ayaklanmaları ve devrimleri takip edenler için ve özellikle bu hareketlerde radikal olarak daha iyi bir dünyanın anahtarını görenler için bu soruların cevapları paha biçilmez derslerdir. Tam şu anda bile Sri Lanka ve Sudan'daki ayaklanmalar bu acil sorularla karşı karşıya.

Her iki isyan da, son on yılda Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da görülen devrimci dalgaların deneyimlerinden faydalanabilir. Anne Alexander, yeni kitabı Devrim Halkın Tercihidir’de çıkarılabilecek bu dersleri anlatıyor.

Devrim Halkın Tercihidir, devrimler sırasında neler yaşandığını yeniden anlatan bir kitap değil. Kitap, devrimlere yol açan koşullara, müdahil olan toplumsal kuvvetlere, nasıl kaybettiklerine ve nasıl kazanmış olabileceklerine dair bir analiz.

Bu kitap devrim sürecinin kendisi hakkında bir kitap ve en önemli soruyla başlıyor: Devrim nedir?

Anne Alexander; Vladimir Lenin ve Leon Troçki'nin yaptığı tanımlara bakıyor. Lenin ve Troçki önderlik ettikleri ve örgütlenmesine yardım ettikleri 1917 Rus Devrimi'nden yola çıkarak devrimci süreci analiz etmişlerdi.

Lenin’e göre devrimci bir durum, sistem derin bir krize girdiğinde ve çökmeye başladığında ortaya çıkar. Nihayetinde bu kriz, kapitalizmin kalbinde yatan en temel çelişkiden, emeğiyle toplumdaki zenginliği üretenler ile kâr amacıyla emeği sömürenler arasındaki çelişkiden ortaya çıkar.

Yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyorlardır. Ama en önemlisi, yönetilenler de artık onların yönetimi altında yaşamak istemediklerini hissediyorlardır.

Kriz, sıradan insanları eski toplumu yıkmaya ve kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başladıkları bir ayaklanmaya doğru iter.

Kökten değişim devrimin ayrılmaz bir özelliğidir. Devrim örneğin, bir diktatörlüğü liberal, kapitalist bir demokrasiye dönüştürebilir.

Ama çok daha ileri de gidebilir. Sömürenler ve sömürülenler arasındaki çatışma, toplumun nasıl yönetildiğine dair bir savaşa da dönüşebilir. Sonuç, işçilerin güçlerini eski toplumu parçalamak ve yerine yeni bir toplum inşa etmek için kullanıp kullanmadığına bağlıdır.

Devrimler hiçbir zaman tümüyle bir sistem değişikliği talep ederek başlamaz. Bunun yerine siyasi reformlar veya yeni bir hükümet gibi taleplerle ortaya çıkar. Alexander’ın yazdığı gibi "Diktatörleri yerinden eden ve devrimin kapılarını açan kitlesel halk seferberliklerine katılım otomatik olarak, daha derin ve daha radikal bir değişimin gerekli olduğu sonucuna yöneltmedi."

Devrimci patlamalardan yararlanan insanlar ve siyasi güçler, çoğu zaman onları kontrol altına almak ve değişimi sınırlamak isteyenlerdi. Alexander bu güçlerin, “kapitalist sistem için temel bir ‘emniyet valfi’ görevi üstlenmeleri nedeniyle devrimci krizlerde özel bir rol oynadıklarını” yazıyor.

“Aşağıdan gelen devrimci baskının bastırılmış enerjisini parlamenter kurumlara veya devletin sınırlarına yöneltmek için sistematik olarak çalışırlar.”

Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da bu reformist akımlar; İslamcılar, liberaller, milliyetçiler veya sosyalistler gibi çeşitli siyasi biçimlerde ortaya çıktılar. Çoğu zaman, eski rejimlerle aralarında kendi dertleri olan ve tepede gerçekleşecek bir değişiklikten fayda sağlamayı uman orta sınıf unsurlar tarafından yönetildiler.

Hepsi, mevcut sistem ve devletle yapılacak bir uzlaşmanın, “Faustçu bir pakt”ın peşindeydiler. Ve bu bir felaket demekti. Bu her şeyden önce ayaklanmalara neden olmuş olan başarısız ekonomileri aynı şekilde yönetmek anlamına geliyordu.

Diğer yandan ordunun kilit güç konumunu korumasını sağlayan pazarlıklar anlamına geliyordu. Bu hem 2011'de Mısır'da hem de 2019'da Sudan'da generallerin hükümette doğrudan bir rol oynamalarına izin vermek anlamına geliyordu. Her ikisi de kanlı darbelerle sonuçlandı.

Sorun basitçe yeni hükümetlerin ordunun gücünü sınırlandıracak önlemler almakta başarısız olması değildi. Devletin varlığını korumak ve onu yönetmek istedikleri için generallerin gücüne dokunmamışlardı.

Alexander, bu orduların birçoğu ile onlara eğitim ve finansman sağlayan ABD arasındaki doğrudan bağları ortaya koyuyor. Ama aynı zamanda bu orduların ekonomiye ve endüstriye doğrudan katılımlarının da altını çiziyor.

1970'ler ve 80'ler boyunca, Orta Doğu ve Kuzey Afrika sanayileri serbest piyasa reformlarıyla ABD'ye “açıldı”. Bu reformlar ile bir zamanlar devletler tarafından kontrol edilip geliştirilen sanayiler, özel şirketlerin vurgunculuğuna açık hale getirildi.

Özelleştirilmiş sanayiler çoğunlukla devlet bürokratlarının yakın akrabaları tarafından yönetilmeye başladılar. Mısır'da ordunun ta kendisi ülke ekonomisinin merkezinde yer alan özel, devasa bir iş portföyü elde etti.

Alexander tüm bunların, Lenin'in en önemli görüşlerinden birini, devletin sınıf egemenliğinin bir aracı olduğunu nasıl kanıtladığını somut yollarla gösteriyor. Bu sayede sadece “kendi” kapitalistlerinin kâr etmesini kolaylaştırmakla kalmıyorlar.

Bu aynı zamanda sistemi aşağıdan gelen isyanlara karşı koruyan temel bir baskı aracı; ki bu da devrimci hareketlerin, mevcut devlet içinde reformlar aramak yerine ona meydan okumaları gerektiği anlamına geliyor.

Alexander burada Lenin ve Troçki'ye ve onların "ikili iktidar" ve "sürekli devrim" üzerine geliştirdikleri teorilere geri dönüyor. İkili iktidar, devrim sırasında ortaya çıkan işçi örgütlenme biçimlerinin kapitalist devletin egemenliğine doğrudan bir meydan okuma haline geldiği durumu tanımlar.

Sürekli devrim, böyle bir meydan okumanın gerçekleşmesini sağlayacak koşulları yaratan süreçtir. Devrimci hareket geliştikçe, işçi sınıfını reform çağrılarının ötesine geçmeye iten sorunlar ortaya çıkarır.

İşçi konseyleri veya devrimci komiteler gibi organlar, protestolar veya grevler sırasında örgütlenmenin araçları olarak ortaya çıkar. Ancak bu organlar başarısız olan kapitalist devletin işlevlerini üstlenmeye başlayabilirler.

Bu organlar kapitalist devletin ikamesi değildirler, onun tam karşıtıdırlar. Devrim sırasında işçi sınıfının siyasi ve ekonomik taleplerini bir araya getirirler ve işçilerin denetimine dayalı yeni bir toplumun temelini oluştururlar.

Sürekli devrim aynı zamanda, eski sistemdeki zayıf halkaların devrimci hareketlerin sınırların ötesine yayılmasına nasıl alan açtığını da anlatıyor.

Alexander, Orta Doğu ve Kuzey Afrika'daki devrimlerin “Tunus ve Suriye gibi potansiyel ekonomik güçleri itibariyle Mısır gibi bölgesel rakiplerinin gerisinde kalan veya neoliberal reformlar nedeniyle farklı bölgeleri arasındaki sosyal eşitsizliğin çarpıcı biçimde arttığı ülkelerde” nasıl başladığını anlatıyor.

Alexander’ın kitabının odak noktasındaki devrimci hareketler, bir sürekli devrim süreci sırasında en azından gelişme ya da işçi iktidarı biçimlerini ortaya çıkarma potansiyeline sahip olduklarını gösterdiler. Mısır ve Tunus'ta, sendikalarda örgütlenmiş işçiler siyasi ve ekonomik talepleri birleştirerek devrimi ileriye götürdüler.

Ancak Tunus'ta işçiler, hükümetle müzakere etmeye çalışan sendika bürokrasisini aşmayı bir türlü başaramadılar.

Bu arada Mısır'da sokak protestoları ve meydan işgalleri de işçilerin grev yapması için alan açtı. Ancak devrimin bu iki kolu birbirlerini besleseler de ikisi de siyasi ve ekonomik talepleri arasındaki farklılıkları aşmayı gerçek anlamda başaramadılar.

Alexander, tüm bu engellerin aşılmasının ve işçi örgütünü devletle yüzleşmeye doğru iten bir sürekli devrim sürecinin devrimci bir partiye ihtiyaç duyduğunu savunuyor. Mısır'da böyle bir parti vardı. Devrimci Sosyalistler, kahramanca bir gayretle devrimin farklı kollarını bir araya getirmeye çalıştılar.

Ancak Devrimci Sosyalistler’den bir aktivist olan Ezzat'ın Alexander’a söylediği gibi "Sorun, ki bu bir bütün olarak devrimin sorunuydu, biz hareketi geliştirmeye hazır değildik. Ama devlet hazırdı.”

Sudan'daki direniş komiteleri devrimin heybetli örgütleyicileri haline geldiler. Bir yandan da hükümet için kendi alternatif önerilerini geliştirmeye başladılar ki bu da 2011'de başlayan devrimci sürecin henüz bitmediğinin bir göstergesi. Sri Lanka'daki isyan da benzer koşullardan aynı tür ayaklanmaların patlayabileceğini gösteriyor.

Bu mücadelelerin hepsinde başarı, işçi sınıfının kendi talepleriyle harekete damga vurup vuramayacağına ve bunu yapacak örgüte sahip olup olmadığına bağlı.

 

Socialist Worker'dan Burak Demir çevirdi

Bültene kayıt ol