Çok korkmakta haklıyız

24.03.2020 - 09:18
Haberi paylaş

'Coronavirüs, iklim felaketi ve nükleer savaş dünyanın geleceği hakkında varoluşsal bir korkuya yol açıyor. Ama acil durum frenimiz var' diyor Socialist Worker yazarı Simon Basketter.

Milattan Sonra 1000 yılı yaklaşırken, mülkiyet ve aile terk edildi, çalışma durdu, tarikatlar kuruldu ve panik yayıldı. Hıristiyan Avrupa dünyanın sonunu dehşet içinde bekledi.

Bu yapılanlar genellikle gizemli ve mantıksız davranışlar olarak kabul edilir.

Olaylar hakkında yazılanların çoğu, Protestanlık ortaya çıktıktan sonra, Katolik seleflerinin tuhaf bir mantıksızlık içinde sıkışıp kaldığını iddia etme amacını taşıyan Protestan din adamları tarafından yazıldı.

Daha sonra, laikliğe doğru ilerlemeyi belgelemeye hevesli tarihçiler, olayları anlatırken gerçekte olmamış şeyler de uydurdular.

Günümüzde de köşe yazarları, Y-kuşağı gençliğinin (1980-2000 arası doğumluların) muhallebi çocukluğunu bırakıp endişelenmekten vazgeçmesi gerektiğini anlatıyor.

Ancak 1000 yılının hemen öncesinde çıkan panik, gerçek olaylardan kaynaklanıyordu. Avrupa'da sınır boylarındaki Hıristiyan karakollar işgalci ordulara karşı mücadele ediyordu. Feodal üretimde başgösteren krize, kıtlık ve salgın hastalıklar eşlik ediyordu. 

Çoğunluğun yaşadığı genel sefalete ek olarak, endişelenecek çok şey vardı.

Bugün medya hem panik olmamızı sağlıyor hem de panikleyen insanları kınıyor.

Daily Express gazetesi kısa süre önce şu başlıkla çıktı: “Coronavirus paniği ve Afrika çekirge istilası İncil'de yer alan kıyamet korkularını tetikledi.”

Başlığın altında yer alan küçük puntolu birkaç satırlık açıklama, bunların “abartılı iddialar" olduğunu söylüyordu.

Gerçekte, insanların koronavirüs hakkında endişelenmesi ve nelerin kişiyi daha güvenli veya daha güvensiz hâle getireceğini merak etmesi anlaşılır bir şey. Hükümet haftalarca nasıl tepki vereceği konusunda tereddüt etti, çünkü önemsedikleri şey insan sağlığı değil, kârların devam etmesiydi. Bu durumda insanların endişelenmesi çok doğal.

Yine de, bu gerçek korkulardan ayrı olarak, bir kıyamet endüstrisinin varlığından söz edilebilir.

Dünyanın sonuyla ilgili sayısız film, TV programları, romanlar ve video oyunları var. Ne tür bir kıyamet olduğu önemli değil. Önce doğal afetler yaygındı,  sonra zombiler, salgınlar...

Sistem, korkularımızı parlatarak patlamış mısır ve tuvalet rulosu stoklamaya teşvik ediyor bizi.

Öte yandan, iklim felaketini “abartanların” önemli bir sorun olduğunu savunan tuhaf bir sistem yanlısı düşünce tarzı de var. İklim sorununun reddedilmesine bir kılıf olarak karşımıza çıkıyor. Genellikle berbat gazeteciler tarafından Greta Thunberg'e karşı bir düşmanlıkla ifadesini buluyor ve makul insanları gerçekten alıkoymamalıdır.

Şimdi, dünyanın birçok yerinde sel efsanesi var.

Kontrolümüz dışındaki büyük bir gücün gelip nasıl her şeyi nasıl öldürdüğünü anlatır bu efsaneler.

Ama bunların efsane olması, denizlerin yükselmediği ve iklim değişikliği felaketinin  başlamadığı anlamına gelmez. İnsanlar, iklim felaketinden, nükleer savaştan veya küresel hastalıklardan korkuyor, çünkü korkmak çok makul.

Birçok insan haklı olarak yorgun ve yaşamaktan bıkmış, ama ölmekten de korkuyor.

Kapitalist sistem, insanların ve gezegenin sömürüsüne dayanır. Kapitalizm uçuruma yuvarlanıyor, çünkü  sonu gelmeyen kâr etme isteği onu dibe çekiyor.

Eğer biraz da olsa korkmuyorsanız, demek ki olan bitenin farkında değilsiniz.

Dünyanın kendisi ve dünyadaki yerimiz bize yabancı görünebilir. Çünkü gerçekten de yabancı.

Tarih boyunca insanlar hayatta kalmak, ihtiyaç duydukları şeyleri yaratmak için doğa üzerinde çalıştılar, bunu yapmak için işbirliğine dayalı ilişkiler kurdular.

Hayatımız için en önemli olan şey - yani emek - katlanmamız gereken bir yük haline geldi.

İşçiler, emek sürecinin kontrolünü yabancılaşarak kaybetmekle kalmaz, aynı zamanda emeklerinin ürünleri de meta (mal) haline gelir.

Bu mallar artık kendi ihtiyaçlarımızı değil, piyasanın ihtiyaçlarını ve patronların kâr etme hırsını karşılıyor.

İnsanlar ve üzerinde yaşadığımız gezegen olarak bizzat kendi doğamıza yabancılaştık.

Ancak kıyamet düşüncesinin olumsuzlukları da olabilir. Bunların en önemlisi, sahte felaket iddiaları gerçek felaketler yaratmak için kullanılabilir.

2003 Irak işgali, Saddam Hüseyin'in nükleer silah geliştirdiği ve bunları kullanmayı planladığı şeklindeki bir felaket senaryosuyla meşrulaştırıldı.

George W Bush'un dediği gibi, “Mantar bulutu şeklinde gelebilecek olan son kanıtı -kesin kanıtı- bekleyemeyiz.” Sonuç, bir milyon Iraklının ölümü oldu.

Başka bir risk ise, “yiyelim, içelim, keyfimize bakalım, nasılsa yarın hepimiz öleceğiz" havasına girmek. “Karşımıza çıkan görev altından kalkamayacağımız kadar büyük, o yüzden hiç takmayalım” demek.

Gerçek olan ve çözümü bulunmamış birçok tehdit var. Ama “çözümü bulunmamış” başka, “çözümsüz” başka.

Daha fazla endişelenmemize yol açacak bir başka durum ise, karşılaştığımız tehditler çok büyük olduğu için nasıl olsa çözüm bulmak için otomatik olarak birlikte çalışacağımıza inanmak. 

Yirminci yüzyılın başlarında bazı sosyalistler, kapitalizm küresel bir sistem haline geldiği için, kâr peşinde koşmanın savaşları sona erdireceğini düşünüyordu.

Hem dünya sisteminin bütünleşmiş olması hem de para kazanma hırsı savaşları engelleyecekti.

Bu düşünce, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları da dahil olmak üzere bir dizi nedenden dolayı kusurlu.

Bilim insanlarına göre yıkıma ne kadar yakın olduğumuzu gösteren kıyamet saati şu anda geceyarısına iki dakika kalayı gösteriyor.

Saat, silahlanma yarışının mantıksız mantığı bitiş noktasına ulaşırken yaratılmıştı .

Nükleer savaş olasılığı tüm insanlığı yok edebilecek noktaya gelmişti. Küba Füze Krizi sırasında, 1960'ların başında, başkan John Kennedy nükleer savaşı ciddi olarak düşünmeye başlamıştı. Fidel Castro'yu devirme başarısızlığını telafi etmek için savaş çıkarma ihtimalini öne çıkaran bir tutum sergiliyordu. Rusya geri durdu, ama dünya direkten dönmüştü.

Nixon, Rusları Vietnam'ı bombalayabileceğine inandırmak için “çılgın stratejisini” başlattı. İşe yaramadı; ABD Vietnam savaşını kaybetti. Ancak bu, dünyayı yönetenlerin sadece kendilerini korumak için bile olsa son anda makul davranacakları inancına yol açtı.

Daha sonra, sosyalist tarihçi EP Thompson 1980'lerde nükleer karşıtı hareketi başlatmak için büyük çaba gösterdi. “Yok edicilik” dediği bir şeye inanıyordu. Diyordu ki, nükleer savaş tehdidi muazzam bir tehdit olduğu için bu savaşı engellemek herkesin çıkarınadır. Dolayısıyla, bizi yönetenleri, dünyayı havaya uçurmanın çıkarlarına aykırı olduğuna ikna etmeliyiz.

Karl Marx zenginlerin yabancılaşmanın içinde debelendiklerine dikkat çekmişti.

Sistemi denetleyenler hepimizi, kendileri de dahil olmak üzere, yok edebilir. Bu, şu anda muhtemel görünüyor.

Rastgele bombalamaları ve insanlarla gezegenin topyekûn imhasını onaylamaktan, onaylamaktan ve alkışlamaktan rahatsızlık duymuyorlar.

Böylesine bir durumla karşılaşınca bazıları, sistemin ürettiği şiddetin bir kısmını aynen topluma geri döndürme çabalarının değişime yol açacağını düşünebilir.

Bu, defalarca başarısız olmuş bir strateji.

Dünyayı yönetenlere seslenmek ve ricacı olmak veya bazılarını havaya uçurmaya çalışmak yerine, onları durdurabilecek yeteneğe sahip olan bir güç bulmamız gerek.

Endişelenmek anlaşılabilir bir şey. Ancak öfkeyi isyana dönüştürmek sadece iyi bir fikir değil, aynı zamanda gereklilik.

Parlamentoda reform yapmak, camları indirmek, hatta binaları bombalamak, yıkım makinesini hâline gelmiş olan mevcut sistemi durdurmayacak. Ama devrimler durdurabilir.

Çalışarak sistemin devam etmesini sağlayan büyük insan kitlesi, eğer kendi adına çalışmaya karar verirse işte o zaman devrim mümkün olur.

İnsanlar birden eski şekilde yaşamaya devam edemeyeceklerini farkedebilir.

Krizler toplumu felç edebilir, ama aynı zamanda kurtuluş mücadelelerini de tetikleyebilir.

İnsanlar tekrar tekrar şöyle bir seçenekle karşı karşıya kalıyor: Hayatlarının sürekli olarak korkunç bir şekilde kötüleşmesine katlanmak ya da buna karşı mücadele etmek. Mücadele her zaman gerçekleşmez, gerçekleşse de başarılı olma garantisi yoktur.

Marksist Walter Benjamin'in dediği gibi, "Devrimler, trende seyahat eden insanlığın acil durum frenini çekmesi olabilir.” 

Acil durum freni felaketi durduracak ve insanlığın devrimci potansiyelinin nihayet gerçeğe dönüşmesine izin verecektir. Ve fazla seçeneğimiz de yok.

Birinci Dünya Savaşı katliamının sona ermesi ancak işçilerin ve askerlerin küresel isyanı sayesinde mümkün oldu. Devrimle mümkün oldu.

Dünyanın sonunu engellemek de aynı şekilde mümkün olacak.

(Socialist Worker’dan çeviren TN, redaksiyon Roni Margulies)

Bültene kayıt ol