Uygarlığın virüsle sınavı

26.02.2020 - 14:58
Haberi paylaş

Artık ona Covid-19 diyoruz. Ve evet kapımıza dayandı ki zaten bu da kaçınılmazdı.

Tahran-İstanbul seferini yapan bir uçak Covid-19 şüphesiyle Esenboğa’ya yönlendirildi. Mürettebat ve yolcular karantinaya alındı. Bu arada İran’la kara, demir ve havayolları geçişleri durduruldu.

(Gerçekte) neler oluyor?

Londra Imperial Colllege’ın salgın modelleme uzmanları tarafından hazırlanan yeni rapor, tüm seyahat engellerine rağmen her üç Covid-19 vakasından ikisinin tespit edilemeden Çin’den çıkabildiğini gösteriyor. Yani enfekte olan yolcuların yüzde 63-73’ü virüsü taşıdığı halde seyahat edebildi, çünkü henüz hastalık belirtileri göstermiyorlardı.

Çin’den bildirilen sayılar, hastalığa dair vaka tanımlarının daha iyi yapılmaya başlanmasıyla ciddi bir düşüş sergiledi. Öncesinde Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından kayda geçirilenlerle Çin Ulusal Sağlık Komisyonu’nun bildirdikleri arasında olağanüstü bir fark vardı, şimdi bu iki veri birbiriyle örtüşmeye başladı. Artık sadece laboratuar testleriyle doğrulanan vakaların sayısı sunuluyor. Yani uluslararası ölçekte anlık güncelleme yapan bazı kaynakların ‘kesin vaka’ olarak gösterdiği veriler de doğru değil çünkü klinik tanıları yansıtıyorlar. Özetle zaten klinik tanıların değil, laboratuar sonuçlarının açıklanması gerekiyordu ve bu nihayet gerçekleşmeye başladı.

G. Kore’de hızla artan vaka sayısının ardındaysa pek şaşırtmayan bir gerçek var. Yeni bildirilen 53 vakadan 30’u aynı tarikatın üyesi. Hepsinin birbirleriyle doğrudan ya da dolaylı temasa geçtikleri bir kiliseden bahsediliyor. DSÖ’nün araştırmaları, ülkedeki tüm vakaların birbiriyle ilişkilendirilebildiğini de gösterdi.

Covid-19 dünya genelinde 75 binden fazla kişiye bulaştı, bunların 74.675’i Çin’de. Çin dışındaki toplam enfekte insan sayısıysa 1073 ve bu rapora göre sadece 8’i ölümle sonuçlandı. Virüs öldürebiliyor olsa da esasen ölümcül nitelikte olduğu söylenemez. Gelecekte çok daha ölümcül virüslerle karşılaşabiliriz. DSÖ genel direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus, enfekte olanların yalnızca yüzde 14’ünde ciddi komplikasyonların ortaya çıktığını, her beş kişiden dördünde soğuk algınlığı kadar hafif atlatıldığını açıkladı.

Kendisinden ilk kez duyduğumuzsa, enfeksiyonun izlediği yolun kaygı verici olmaya başladığıydı. Ancak medya bunu alıp İran’daki vakaların yanına yapıştırdı, işler yine çığrından çıktı. Evet, İran’dan gelen haberler pek de iyiye işaret değil. Bu kez epidemiolojik bir bağlantının –henüz- tespit edilemediği, sayıları hızla artmakta olan vakalarla karşı karşıyayız. Yani teyitli bir hastayla temasları olmayan, virüsü nasıl ve nereden aldıkları bilinmeyen insanlar bunlar. Şimdilik…

DSÖ’nün sunduğu 31. Durum Raporu’nun 4. sayfasındaki tablo gerçeği gözler önüne seriyor. Örneğin Kore’deki kesin vakaların sayısı 104 iken sadece birinin ölümle sonuçlandığını, bu oranın Japonya’da 1/85, Singapur’da 0/84, Tayland’da 0/35, Avrupa’da 1/47, hatta Diamond Princess gemisinde bile 2/621 (Japonya’daki 3500 kişilik yolcu gemisi: vakaların sayısı hızla artıyor) olduğunu görüyoruz. Fakat İran’da 2/2 ile yaptı başlangıcı.

Bu veriler, raporun paylaşıldığı 20 Şubat tarihine kadar geçerliydi, 21 Şubat’ta İran Sağlık Bakanı vaka sayısının 18’e yükseldiğini ve dördünün ölümcül olduğunu açıkladı.

Sağlık hizmetleri politiktir

Tedros Adhanom Ghebreyesus uluslararası bir çağrıyla, Covid-19 ile etkin bir mücadele için 675 milyon dolar yardıma ihtiyaç duyulduğunu dile getirdi. Donör ülkelere sesleniyor, bu bağışı bilhassa sağlık sisteminin zayıf olduğu ülkelerde kullanmak istediklerini vurguluyordu. Dr. Tedros Ghebreyesus’un her fırsatta gündeme taşıdığı bir gerçek bu; sağlık sistemi zayıf olan ülkeler virüse karşı daha savunmasız.

İnsanlık bu pandemiyi yıllardır bekliyordu. SARS olmazsa Covid-19, o da olmazsa bir sonraki. Bu kaçınılmaz bir karşılaşma. Bir gün böyle bir patojen küresel nüfusun önemli bir bölümünü tehdit edecek. Şu an yaşadığımız, gelecekte karşılaşabileceğimiz çok daha ölümcül patojenlere dair bir tanıtım fimi gibi adeta.

Dünya geneline yayılmış modern biyoteknoloji laboratuarlarının büyük kısmı uzun yıllardır bu konuya odaklı bir çalışma yürütüyorken geri kalanlarımızın bundan haberdar olmaması da tuhaf değil mi?

Peki haberimiz olsa ne yapacaktık?

Biyolojik yaşam süremizin değil, ortalama yaşam süremizin değiştiği bir dünyada yaşayabildiğimiz için kendimizi şanslı sayıyoruz. Bir bakıma şanslıyız da. Ortaçağ’da yaşıyor olsak kaçımız 40’ını görebilecekti ki? Ama bir dakika… Durumumuzu neden Ortaçağ ile kıyaslıyoruz?

Günümüzde kullanılan (kullanılabilecek) tıp hizmetleri yeterlik açısından son derece iyi bir seviyeye ulaştı. Ancak tıp sınırda duran ya da durması gereken bilimlerden biri. Bilimsel yöntemi kullanmak zorunda olsa da, teknokratça bir yaklaşım sergileyip bilimin çıkarlarını gözetemez. Her zaman ve her koşulda bireyin ve toplumun sağlığını düşünmek zorundadır. Doğru tedavi de bireyde karşılığı olan tedavidir; istatistikî verilere dayandığı için doğru olduğu kabul edilen değil.

Sağlığa ayrılan kaynaklar öncelikle korunma, bilinçlendirme, araştırma amacıyla kullanılmalı. Örneğin solunabilir bir havaya, içilebilir nitelikteki suya, hasta etmeden besleyen gıda ürünlerine ihtiyacımız var ki sağlıklı kalabilelim. Ayakta tutmaya çalışmak değil de yaşatmak için kullanılmadıkça, herkesin eşit oranda erişemediği bu modern tedavi yöntemlerine sahip olmanın ne faydası var?

Şimdi tekrar düşünelim: Günümüz modern tıbbındaki göz kamaştırıcı gelişime rağmen, ulaşabildiğimiz sağlık hizmetleri gerçekten yeterli seviyede mi?

Virüsten korunabilmek adına neleri göze alabiliriz?

Covid-19’la gündeme gelen (daha doğrusu gelmesi gereken) karantina koşulları, toplum sağlığını küresel ölçekte tehdit eden bir patojen karşısında neyi, ne kadar göze alabileceğimiz konusunda bir teste dönüştü.

Yeni bulgulara göre, kuluçka süresi 2 ila 24 gün arasında değişiyor. Bu oldukça şaşırtıcı çünkü virüslerde kuluçka süresi genelde maksimum iki hafta civarında olur. Hatta iyileştikten sonra bile 14 günlük bir karantina süreci uygulanması gerektiği görüldü. Diğer bir deyişle, iyileşince bile virüsü bulaştırmaya devam ediyoruz. Ayrıca bir de taşıyıcı olanların varlığından bahsedilmeye başlandı ki hastalanmıyor olmaları virüsü yaymalarına engel değil.

Neticede toplamda neredeyse 40 günlük bir karantina sürecinden bahsediyoruz. Bunun bireylerde yaratacağı psikolojik gerilim ve travmalar bir yana, ayrıca hak ve özgürlükler çerçevesinde tekrar ele almamız gerektiği de ortada. Wuhan gibi son derece kalabalık bir kentin tüm giriş çıkışları kapatılarak karantinaya alınmış olmasının insan haklarını ihlal eden bir durum olduğu yönündeki görüşümü önceki yazılarımda dile getirmiştim. Benzer şekilde, Japonya’ya yanaşan yolcu gemisinde bir kişide virüse rastlandı diye binlerce yolcu, enfekte olanlarla birlikte karantinaya alınabiliyor. Buna hakkımız var mı? Karantina koşullarını uygulamamız gerekiyorsa (ki bu örnekte gerektiği görülüyor), o zaman enfekte olmayanları virüsü taşıyanlarla birlikte karantinaya alma hakkına sahip miyiz? Hele ki kuluçka dönemindeyse bunu hemen tespit etme imkânımız da yok. Peki, acaba o gemide sayıları git gide artan vakaların hepsi virüsü karantina öncesinde mi almıştı gerçekten? Üstelik uyguladıkları bu saçma gözlem koşullarına rağmen hastalık karaya da bulaştı, gemidekilerin haricinde 84 kişi enfekte oldu. Hepsinin, tıpkı G. Kore’deki kilise örneğinde olduğu gibi, gemideki yolcularla doğrudan ya da dolaylı ilişkili oldukları anlaşıldı.

Çin’deki vaka sayılarını yükselten faktörlerin başında, virüsün cezaevlerine bulaşmış olması geliyor örneğin. Shandong cezaevinde 200 vaka bulunduğu açıklandı. Wuhan kentinin ya da Diamond Princess gemisinin bu cezaevinden hiçbir farkı yok şu anda.

Virüsler de her organizmanın istediğini istiyor; varlıklarını sürdürebilmeyi. Ne pahasına olursa olsun. Çerçevesi iyi çizildiği sürece, karantina, pandemiyle savaşın olmazsa olmazlarından. Ne var ki hiç kimsenin, diğerlerinin de hak ettiği bakım fırsatlarını dilediği gibi sömürmeye hakkı olmadığı gibi (ki bu durum diğerlerinin alabileceği hizmeti kısıtlayan faktörlerin başında geliyor), yine hiç kimse diğerlerinin sağlığı gözetilerek kendi rızası dışında alıkonulamaz.

Şöyle düşünelim… Kentleri karantinaya alacak, 3.500 kişiyi bir gemide alıkoyacak, uçuşları yasaklayacak, her öksüren Çinli’ye virüs muamelesi yapacak kadar ileri gidebildiğimize ve bunların hiçbiri virüsü durdurmadığına göre, bir sonraki adımda ne yapacağız? Sınırlarımızı kapatma fikrini alkışlarken bunun ne anlama geldiğini fark edemiyor muyuz?

Sağlık hizmeti, özgürlüklerin nasıl düzenleneceği meselesidir. Kâğıt üzerinde bu özgürlükler devlet tarafından güvence altına alınır. Ancak bireyin hakları yurttaşlık görevlerine indirgenmişse özgürlükten bahsedemeyiz. Mesela ifade özgürlüğümüzün sınırlı olduğu bir toplumda iyileşme özgürlüğümüz de sınırlıdır.

Ölüm oranı yüzde 2 olan bir virüs için bu kadar panik yapmış olmamızın gerçek sebebi, sağlık sistemlerimizin buna hazırlıklı olmaması değil mi?

“Sağlık” adı altında sınıf sömürüsü

Bozulan her şeyin düzeltilebileceğine dair inancın gerçek dünyada yeri yok. Sağlığı mühendis yaklaşımıyla ele alamazsınız. Açlıktan ölümün gelenekselleştiği, hastalıkların değil semptomların tedavi edildiği bir dünyada kimse sağlık hizmetlerinin kapsamlı bir çözüm sunabildiğini iddia edemez. Aslında herkese yetecek kadar gıda mevcut. Ama üretilen gıdanın yüzde 30’unu, her yıl 3,5 milyon çocuğu (ve hepsi 5 yaş altı) açlıktan ölüme mahkûm ederek çöpe atıyoruz.

Kapitalist sömürü, daha iyisine sahip olmak isteyene bunu veriyor gerçekten ve adına da “özgür dünya” deniyor: Sağlıklı ve dengeli kalabilmek için ihtiyaç duyduğun zamanı da işlere ayırabileceksen; şartlarını iyileştirebilmek istiyor ve bunu dayanışmayla değil rekabetle başarabileceğin için daha fazla insanın üzerine basmayı kabul edebiliyorsan; örneğin çocuklarına daha nitelikli bir eğitim vermek için olağanüstü miktarda ödeme yapman gerektiği gerçeğinden yola çıkarak önceki ikisini göze almaya başlamışsan; ve yaşam koşullarını iyileştirebilmek için bu yaklaşımını sürdürebileceksen seninle el sıkışıp en iyi imkânları önüne serebilir elbette. Bunlara kavuşmak için kaç kişiyi kısıtlı koşulllara mahkûm edip çaresizliğe sürüklediğin umurunda değilse özgürsün artık.

Sonuç olarak, uğradığımız en büyük haksızlıklar, en büyük çaresizliklerimiz aslında daha iyi bir eğitim, daha iyi yaşam koşulları ve nitelikli sağlık hizmetleri elde edebilmek uğruna uygulanan yanlış stratejilerden kaynaklanıyor. Sistem tarafından belirlenmiş gereksinimlerimizi karşılamak için acı satın aldığımızı biliyor ve bunu umursamıyoruz. Akıl filtresinde süzülmemiş arzularımız bizi çoktan ele geçirmiş. Bu arzuların gerçekten bizim mi oldukları, yoksa önümüze mi itildiklerini düşünmeyiz pek. Ne ölçüde uyuşturulmuş, güçsüzleşmiş ve yalnızlaşmışsak, o ölçüde itaat eder, bunların bireysel özgürlüklerden vazgeçmemiz için tasarlanmış olabilecekleri ihtimalini görmek istemeyiz.

Sağlığın korunması sadece hastaların tedavisi değildir; öncelikle hasta etmeyen yaşam imkânlarının sağlanması gerekir. Sağlıklı kalmak için, kapitalize olmuş bir sistemin teknik bakım servislerinde onarılan makinalara dönüştüğümüzde, kendi sağlık gereksinimlerimize değil sistemin gereksinimlerine boyun eğmiş oluyoruz. Bu sistemde ne kendi tedavimizi seçme özgürlüğümüz var aslında, ne de doktorun koyacağı teşhisi kabul etmeme hakkına sahibiz.

Tepkileri böylesine sınırlandırılmış toplumların alabileceği en iyi sağlık hizmeti, kendisi için uygun görülenden ibaret olur ve tabii ki sınıf sömürüsünün bir uzantısı olarak sağlığın yadsınması üzerine kurulmuştur. Sağlığı yadsıyor olmasına rağmen bizi iyileştirmeye çalışır ama farklı sebeplerden: Arızalı makinaların bakım ve onarımı yapılmalıdır, bu hizmetin nitelikli ya da adil olması gerekmez. Daha nitelikli hizmetler sınıfsal yapının içine farklı oranlarda dağıtılmıştır. Hastanın alım gücüne, toplum içindeki “işe yararlık” düzeyine ve istatistiklere göre düzenlenir. Dolayısıyla sembolik bir işlevi vardır aslında ve elbette sağlık sistemi de tüm diğer dev endüstriler gibi talebin yoğun olduğu yere yönelir.

Covid-19’dan daha tehlikeli bir virüs: Yozlaşma

Kapitalizm hasta ediyor. Zaten son derece kalabalık bir hastanede yaşıyoruz hepimiz. İnsana, kendisine uygun olmayan bir yaşam ya da hiçbir şey seçeneği sunuluyor. Hastalıklar da hastanın suçu gibi görülüyor. Sağlığını koruyamayan herkes gizliden gizliye suçlu, çünkü artık bu dev makinanın işleyen parçalarından biri değil.

Dilediği an hastaneye gidip sağlık hizmeti almak değildir toplumun öncelikli ihtiyacı. Aksine bunun sağlık kazanımıyla hiç ilgisi yok; bir müşteri gibi, bizim için uygun görülen, sınırları çok net çizilmiş bir “hizmet”i satın alıyoruz, hepsi bu. Tekelleşmiş medikal ve paramedikal yapı da sağlıklı bir toplumu değil, iyileştirebileceği, yani kendi ürünlerini satın alacak bozuk makinaları arzuluyor. Bir satın alan var, bir de satan. Satıcı neyi satmak istiyorsa onu diziyor rafa. Rafta olmayan bir şeyi satın alma hakkımız olamaz.  

Bu arada kendi seçtiği doktordan, en nitelikli hizmeti alabilen bir azınlık da mevcut. Oysa onların satın alabildiği bu özel hizmetlere, ihtiyacı olan herkesin erişebiliyor olması gerekirdi. Ne var ki sağlığın adil dağılımını güvence altına alan yasalara sahip değiliz.

Toplum sağlığı metodolojisi, sağlıklı kalmak için gerekenlerin nüfusa adil ve dengeli dağılımına odaklanmalıdır. Tıbbın müdahaleleri toplum sağlığını iyileştiremez, sadece onarır ve tekrar bozulmaya bırakır. Sağlıklı bir toplum, tıbbi müdahaleye sıkça ihtiyaç duymayan, besleyici gıdalara kolayca erişebilen, kendisini hasta etmeyecek yaşam standartlarına sahip, iyileşmeye ihtiyaç duymayan toplumdur.

İran’dan gelen uçak haberinin üzerine Sağlık Bakanı’nın şu sözlerini oturtuyorlar mesela; "Etkili önlemler sayesinde bugüne kadar dünyanın her bölgesinde hastalık görülmesine rağmen ülkemizde rastlanmamıştır." Zaytung gibi, ama değil…

Asıl pandemi bu işte; sağlıklı kalmak için kayda değer bir uğraş vermek zorundayız. Ve bizi sağlıklı kılacak koşulları yadsıyacak kadar amacından sapmış, sağlığımıza tecavüz eden bir sağlık sistemine bağımlıyız.

Virüslerle bu şekilde savaşma şansımız yok. Dil, din, ırk ayırt etmiyorlar. Hemen faşist tutumlara meyleden, ırkçı ve aşağılayıcı ifadeler kullanan, sınırlarını kapatan, sayıları ve durumlarına aldırmadan insanları karantina adı altında alıkoyan, bir sonraki adımda kim bilir daha neler yapabilecek bir gücün gösterisine tanık oluyoruz şu an.

Tuna Emren

Korku mu daha hızlı yayılır, virüs mü?

 

 

Bültene kayıt ol