Brexit’in kefareti

27.12.2019 - 07:29
Haberi paylaş

International Socialism dergisi editörü ve SWP üyesi Alex Callinicos'tan İngiltere seçim sonuçlarının analizi...

20 yıl önce gerçekleşen Seattle gösterileri yeni bir anti-kapitalist mücadele dönemi başlattı. John Halloway’in meşhur sloganının - “İktidarı almadan dünyayı değiştir” - özetlediği otonomcu politikaların etkisine rağmen hareket içinde asıl belirleyici olan akımlar, toplumsal ve ekonomik reformları kazanmak için devlete yöneldiler.¹ Bu reformist dalga çeşitli biçimler aldı. Bu biçimleri anlamak için, İspanya’da ortaya çıkan, ilk başta internette örgütlenen ve Latin Amerikalı hareketler ile Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un popülizm hakkındaki düşüncelerinin karışımından etkilenen Podemos ile Jeremy Corbyn ve John McDonnell liderliğindeki İşçi Partisi’nin çok daha geleneksel sol reformizmini karşılaştırabilirsiniz. Fakat, bütün bu hareketlerin ortak noktası, neo-liberalizmden uzaklaştıracak politikaların uygulanma aracı olarak seçime odaklanmış olmaları. 

Son birkaç ayda, reformizmin köklü kapitalist iktidar merkezleri tarafından acımasızca teste tabi tutulduğu iki çarpıcı örnek yaşadık. Bolivya’nın ilk modern, yerli ve ülke tarihinde seçim kazanma konusunda açık ara en başarılı başkanı Eva Morales, askeri müdahale sonucunda düşürüldü. Darbe, yerli halkların toplumsal yükselişini tehdit olarak gören şehirli orta sınıf tarafından başlatılan habis ırkçı hareketin ve geleneksel olarak ülkede egemen olan oligarşi ve onun Washington ve Amerikan Devletleri Örgütü’ndeki (OAS) müttefiklerinin desteği ile başarılı oldu.²

Daha yakın zamanda, İngiltere’de İşçi Partisi’nin şimdiye kadar sahip olduğu en sol liderlik, Muhafazakârların, Thatcher’ın son zaferini elde ettiği 1987’den bu yana en büyük parlamenter çoğunluğu kazandığı genel seçimde hezimete uğradı. Bu sonucun en yıkıcı tarafı, Muhafazakâr partili Başbakan Boris Johnson’ın kuzey İngiltere’de geleneksel olarak İşçi Partisi’ne oy veren yerleri kazanma başarısını göstermiş olmasıydı. Bu sadece İşçi Partisi’ndeki Corbyn liderliğinden esinlenenler için yıkıcı bir hayal kırıklığına yol açmakla kalmadı, aynı zamanda, hepimizi sağcı Muhafazakâr Parti hükümetinin insafına terketti. Bu durumdan kurtulmak için mücadele etmemiz gerekecek. 

Joseph Choonara, yeni küresel ayaklanma dönemi ile ilgili yazısında Bolivya darbesini tartışıyor. Peki 12 Aralık 2019’da yapılan İngiltere genel seçimleri hakkında ne söylenebilir? Bu seçim kampanyasının, özellikle Muhafazakâr Parti tarafından yürütülen kısmının ne kadar kirli olduğu hakkında çok şey söylendi. Kendine has ve bağımsız görüşlü sağcı gazeteci Peter Oborne, Mail’den BBC’ye kadar medya organlarının, “İngiltere Başbakanlığı’nın olayları istediği gibi şekillendirmesine izin veren” “müşteri gazeteciliği”ni açıkça kınadı ve “[b]azı gazeteciler kendilerinin hükümet muhaliflerine iftira atmak için kullanılmasına izin veriyor” diye yazdı.³  Gerçekten de Muhafazakâr Parti’ye ve Birlikçi Parti’ye özgü tipik yalancılık standartlarına göre bile bu, özellikle anti-semitizm korkusunun Corbyn’e karşı silah olarak kullanılma biçimi açısından (gerçi İşçi Partisi’nin sağ kanadının bunda büyük bir sorumluluğu var) çok alçakça bir seçim kampanyası oldu. 

Fakat yalan haberler zaten uzun zamandan beri var: Daily Mail’in Ekim 1924’de yayınladığı, Üçüncü Enternasyonal’in başkanının Büyük Britanya Komünist Partisi’ne orduda ayaklanma çıkarma talimatı verdiği iddia edilen sözde “Zinovyev mektubu”nu düşünün. Gizli İstihbarat Servisi’nin bizzat kendisinin sahte olduğunu itiraf ettiği, Servis’in Riga bürosu tarafından üretilip basına sızdırılan bu mektup, Ramsay MacDonald’ın azınlık İşçi Partisi hükümetinin 29 Ekim seçimlerini kaybetmesine katkıda bulundu.⁴

Gerçekten de bu sefer seçim kampanyası birçok açıdan sınıf çıkarlarının belirleyici gerçekliğinin hatırlatıcısı oldu. Daha önce de bu dergide defalarca tartıştığımız gibi, İngiliz devletini neredeyse tamamen paralize eden Brexit krizi, Antonio Gramsci’nin “politik toplum”un sermaye lehine işlevleri olarak adlandırdığı normal bağlantıları zayıflattı. Son 100 yıl boyunca İngiltere’de büyük sermayenin temsilcisi olan Muhafazakâr Parti, Avrupa Birliği’nde kalmayı tercih eden ve sert bir Brexit’e benzer herhangi bir sürece şiddetle karşı olan Londra Şehri [ÇN: bu terim Londra şehri içinde borsa ve İngiltere Bankası’nın da içinde olduğu, finans ve iş dünyasının merkezi olarak görülen bölgeyi ifade etmek için kullanılır] ve daha genel anlamda sermaye ile çelişkiye düştü.⁵ Fakat bu seçim, Muhafazakâr Parti ve sermaye arasındaki bağı yeniden düzenledi. 

Johnson’ın milliyetçi kumarı

Bu seçim Brexit ile ilgiliydi. Seçim çağrısının nasıl yapıldığını hatırlayalım. Johnson başbakan olduktan sonra kendisini köşeye sıkıştırılmış halde buldu. Bir yandan Avam Kamarası, İşçi Partisi, AB’de kalma yanlısı partiler ve (eleştirel olarak, çünkü bu ittifakın çoğunluk olmasını sağladılar) yine AB’de kalma yanlısı küçük bir grup Muhafazakâr Parti milletvekilinden oluşan, İngiltere’nin AB’den 31 Ekim’de anlaşmasız bir şekilde ayrılmasını yasa dışı kılan Benn Yasası’nın parlamentoda kabul edilmesine neden olan koalisyonun kontrolüne geçmişti. Diğer yandan, Yüksek Mahkeme, Johnson’un parlamentoyu askıya alma girişimini hükümsüz kılmıştı ve Johnson kendisini bu kavgacı milletvekillerinden kurtarmaya çalışıyordu. 

Johnson bu kapandan, 17 Ekim’de Avrupa Birliği ile uygun ve avantajlı bir anlaşma yaparak kurtuldu. Bu anlaşma, bir yıl önce Theresa May’in büyük bir gayretle görüşmelerini yürüttüğü Çekilme Anlaşması’ndan iki açıdan farklıydı: Birincisi, Johnson, Brexit’ten sonra İrlanda’yı İngiltere’den ayıran yeni bir sınır oluşmasını engellemek için dizayn edilmiş olan ve pek de sevilmeyen “backstop” meselesini, “backstop”un en ateşli muhalifleri olan Kuzey İrlanda Demokratik Birlik Partisi’nin (DUP) sadık yobazlarını sırtlarından bıçaklayarak haletti. AB-27’nin ilk önerisini kabul etti. Buna göre, sadece Kuzey İrlanda AB’nin geri kalanı ile birlikte aynı gümrük birliği içinde kalacaktı. Bu öneri, May tarafından reddedilmiş ve bütün Birleşik Krallık’ın AB’nin geri kalanı ile birlikte aynı gümrük birliği içinde kalmasını savunmuştu çünkü bu, Kuzey İrlanda’ya Britanya devletinin geri kalanından farklı, özel bir statü veriyordu.

May, 2017 seçimlerinde parlamentoda çoğunluğu kaybedince yasayı geçirmek için DUP’ın desteğine muhtaç oldu. Fakat Johnson’un Avam Kamarası’ndan alması gereken tek şey yeni Çekilme Anlaşması’nın kabul edilmesiydi. Bunun ardından olabilen en kısa zamanda seçim istedi. Bunun için DUP’e ihtiyacı yoktu, çünkü Muhafazakâr Parti milletvekilleri (bunların arasında Benn Yasası lehine oy verdikleri için Johnson tarafından partiden atılanlar da vardı) ile İşçi Partisi içinde AB’den ayrılmayı savunan bir avuç milletvekilini bir araya getirerek Çekilme Anlaşması’nın ikinci okumasını yapacak [ÇN: İngiltere’nin yasama sisteminde bir önerinin yasalaşmasındaki ikinci aşama. Bu aşamada yasa önerisi ikinci kez okunur ve komiteye gönderilmeden önce yasanın genel çerçevesi oylanır] çoğunluğu elde etmeyi başardı. Daha önce net bir şekilde DUP’nin arkasında duran Muhafazakâr Partililer de Johnson ile birlikte onları terk etti. Bu tam bir Nixon-Çin’de anıydı: sağ, kendi içinden gelen birinin, bir başkası yapmayı denese kabul etmeyeceği bir şeyi yapmasına izin verdi. 

May’in Çekilme Anlaşması ile Johnson’un anlaşması arasındaki ikinci fark, sağın DUP’e ihanete neden razı olduğunu açıklıyor. May, Brüksel’in ısrarı üzerine, Brexit’ten sonra yapılacak ticaret görüşmelerinde “eşit şartlı faaliyet alanı”nı sürdürmeye söz vermişti; diğer bir deyişle, İngiliz şirketleri, işçi hakları ve çevre gibi konularda daha düşük standartlar benimseyerek Avrupa kıtasındaki rakiplerinin altını oyamayacaktı. Muhafazakâr Parti buna iki nedenle karşı çıktı: Birincisi bu, İngiltere’nin hâlâ AB’ye tabi olması demekti ve ikincisi, Avrupa dışındaki ekonomilerle ticaret anlaşması yapma boş hayali Brexit sonrası İngiltere rüyasının merkezini oluşturuyordu. Dolayısıyla Johnson Brüksel ile görüşmelere “eşit şartlı faaliyet alanı”nı terkederek başladı. Ancak AB, kendi düzenleyici rejimine zarar verecek alternatif bir düzenlemenin kabul edilemez olduğunu söyleyerek buna itiraz etti. Her iki tarafın da üzerinde uzlaştığı nihai formül bu kaygıları giderdi, ancak sonuçta İngiltere’ye önceki anlaşmaya göre daha rahat bir hareket alanı sağladı. 

Bu başarı - şunu vurgulamak gerekir ki May’in anlaşmasını yeniden görüşmeyi reddetmekten vazgeçen ve Johnson’a yardımcı olmak için elinden gelen her şeyi yapan AB-27 bu başarıyı çok kolaylaştırdı - Johnson’ın parlamenter tuzaktan kurtulmasını sağladı. Muhalefet partileri, anlaşmasız Brexit seçeneği ortadan kalkıncaya kadar seçim yapılamayacağını ileri sürerek Johnson’a istediği genel seçimi vermeyi reddetmişti. Fakat, Johnson yasaya uydu ve istemeyerek de olsa uzatma başvurusunda bulundu. Artık bezmiş olan AB-27 Brexit’i 31 Ocak 2020’ye kadar uzattı. (Pek çok komplo teorisine rağmen, Johnson’ın, genellikle söylediklerinin tam tersi olan davranış biçimi, önceliklerinden birinin anlaşmasız Brexit’in yol açabileceği karmaşayı önlemek olduğunu gösteriyor.) 

Muhafazakâr Parti’nin seçim kampanyasına hâkim olan Johnson’ın sloganıydı: “Brexit’i hallet”. Başbakan olduğu günden bu yana Johnson’ın amacı, AB’den ayrılma yanlısı seçmenleri birleştirerek genel seçimi kazanmaktı. Johnson, geçtiğimiz Mayıs ayında İngiltere’de Avrupa parlamentosu seçimlerini kazanan Brexit Partisi’ni başarılı bir şekilde sıkıştırdı: Nigel Farage, destekçilerinden gelen basınca teslim oldu ve Muhafazakâr Parti’nin aday gösterdiği yerlerde seçime katılmadı. Fakat İşçi Partisi bölgelerinde bile işçi sınıfı içindeki AB’den ayrılma yanlısı oyları kazanma kampanyasına öncülük eden Muhafazakârlardı. 

Financial Times, bu stratejinin Muhafazakâr Parti’nin tabanını nasıl dönüştürdüğünü şöyle anlatıyor: 

"Daha yoksul durumda olan milyonlarca seçmen [Muhafazakâr] Parti’ye yöneliyor çünkü bu seçmenler sadece AB’den değil, büyük çaplı göçten, politik doğruculuktan ve liberal sosyal değerlerden de hoşlanmıyorlar. 

Fakat bu seçmenler, büyük ve iyi finanse edilmiş kamu hizmetlerini seviyorlar. Devletin kendilerini serbest piyasanın acımasızlıklarına karşı korumasını istiyorlar. Kısacası, onların tercihi, purist bir ekonomik özgürlükçülüğün fersah fersah ötesinde ve bu tercihler Brexit yanlısı sağcı ideologlar tarafından savunuluyor. 

Johnson hükümeti, AB modelinden radikal şekilde farklılaşma önerisiyle Muhafazakâr Parti’nin yeni oylarını koruma arzusunu bağdaştırmaya çalışacak… Brexit’in manyetik gücü Muhafazakârları daha yaşlı, daha mavi yakalı, daha az eğitimli ve Londra, diğer varlıklı şehirler ve İskoçya gibi AB yanlısı bölgelerde yaşama olasılığı daha az seçmene doğru itti. 

Bu süreçte Muhafazakârlar, Avrupa kıtasındaki sağcı popülist partilere özgü özellikler edindiler."⁶

Ancak bu dönüşüm liderlik düzeyinde abartılmamalı. Johnson kendisini “Tek Millet Muhafazakârı” olarak sundu. Bu etiket, geleneksel olarak, Muhafazakâr Parti’nin Thatcher’ın neo-liberalizmi benimsemesine karşı olan, refah devletinden ve bir dereceye kadar devlet müdahalesinden yana, “wets” olarak adlandırılan kanadı için kullanılır. Bu akım şu anda politik olarak hemen hemen ölü durumda; Ken Clarke partiden atıldı ve Michael Heseltine seçimde Liberal Demokratları destekledi. 

Fakat Johnson’ın manifestosu Muhafazakâr Parti’nin yöneliminde büyük bir değişikliğe işaret etmiyor. Johnson, tedbirli bir yol izliyor. Serbest piyasacılar tarafından çok sevilen vergi kesintilerinden ve işçi sınıfı seçmenlerine yönelik, May ve danışmanı Nick Timothy’nin May hükümetinin başlarında oynadığı “milli- muhafazakâr” tavırlardan kaçındı- gerçi Johnson, Brexit’ten sonra sanayiye yapılan devlet yardımları üzerindeki AB kısıtlamalarını gevşetme ve “İngiliz firmalarını desteklemek” için kamu ihalelerini kullanma sözü vererek sonradan bu yönde bir adım atmış oldu.⁷

Manifestonun temkinliliği, kısmen, Maliye Bakanı Sajid Javid’in mali olarak görece ortodoks bir ekonomi politikasını savunmasından kaynaklandı. Javid, İşçi Partisi’nin meydan okumasına karşılık vermek için kendisinden önceki Maliye Bakanı Philip Hammond’ın mali kurallarını gevşetti ve yıllık kamu yatırımı miktarını 22 milyar pound artırdı. Fakat bu kuralların yerine, üç yıl boyunca dengeli bir bütçeyi koruma sözü verdi. Financial Times’ın söylediği gibi bu, “sosyal hizmet ya da cüretkâr vergi kesintileri gibi konularda ekstra günlük harcamalara çok az yer bırakan bir kısıtlama” - bu, Başbakanlığın derinliklerinde popülist bir düzenbaz olarak tasvir edilen, Johnson’ın kendi baş danışmanı Dominic Cummings’i çok kızdırdı.⁸ Bu ekonomik temkinlilik, gözlerin Johnson’ın Brexit’e olan bağlılığına dikilmesine neden oldu. Ancak Johnson, Yüksek Yargı’nın kendisine karşı kararını avantaja çevirerek ve Avam Kamarası’nda çoğunluğu bloke ederek bunu yerleşik düzen karşıtı bir şekilde sunmayı başardı. Bunun karşılığını da 12 Aralık’ta kuzey İngiltere’deki İşçi Partisi seçmenlerinden aldı. 

Sermaye İşçi Partisi’ne karşı toplanıyor

Brexit’in Muhafazakâr Parti’nin seçim kampanyasındaki merkezi yeri, AB’de kalma yanlıları arasında, İşçi Partisi’nin Brexit konusunda ikinci bir referandum yapma vaadi nedeniyle Corbyn’in kötünün iyisi olduğu konusunda bir tartışmaya yol açtı. Örneğin, pişman bir Brexit’çi olan Oborne, Corbyn’in İngiltere’yi sert Brexit’in vereceği zarardan koruyabileceğini ve olası bir İşçi Partisi hükümeti Avam Kamarasında çoğunluğu elde etmek için diğer partilere bağımlı olacağından ülkenin fazla radikal bir yöne gitmesini engelleyebileceğini iddia etti.⁹

Kendisi bunu Johnson’ın AB-27 ile yaptığı anlaşmadan ve Brexit tarihinin uzatılmasından önce yazmıştı, ancak bu Oborne’un argümanını ortadan kaldırmadı. Değişen Avrupa’da İngiltere (The UK in a Changing Europe) adlı bir düşünce kuruluşu İşçi Partisi’nin çok yumuşak Brexit versiyonunun (ki bu versiyon İngiltere’yi AB Tek Pazarı ile “aynı hizada” tutabilirdi) milli gelir üzerindeki tek seferlik etkisinin GSYİH’nın yüzde -0.2 ile +0.7 arasında olabileceğini, bunun AB’de kalmanın yaratacağı etkiden (yüzde +1.2) çok da farklı olmadığını ve Muhafazakâr Parti’nin iki seçeneğinden çok daha olumlu olduğunu - AB ile serbest ticaret anlaşması (yüzde -1.1 ile -2.6 arasında), anlaşmasız ayrılık (yüzde -3.2 ile -4.4 arasında) - hesapladı.¹°

Dolayısıyla, ısrarlı bir şekilde AB’de kalma yanlısı olan Liberal Demokratlar’ın kendilerini sıkışmış bir halde bulmasıyla birlikte (o kadar sıkıştıları ki liderleri Jo Swinson milletvekili seçilemedi) İşçi Partisi’ne verilen oylar Brexit’i önleyebilir ya da Brexit’in vereceği zararı hafifletebilirdi. 

Ancak ilginç bir şekilde, AB’de kalma yanlısı basın arasında en sofistike olanların bile çıkardığı sonuç bu olmadı. Economist, “eğer [İşçi] Partisi, bir azınlık hükümeti olarak bile seçimi kazanırsa İngiltere ekonomisini 1980’lerde Margaret Thatcher döneminden bu yana görülmemiş ölçüde yeniden şekillendirebilir” diyerek, İşçi Partisi’ne oy vermenin gerekçesi olarak gösterilen kötünün iyisi argümanına doğrudan saldırdı.¹¹ The Economist, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra serbest piyasa ekonomisinin rağbet görmediği Keynesyen dönemde bile bu tür ekonominin istikrarlı bir savunucusu olmuştu. 

Fakat Financial Times, daha incelikli davrandı. Gazetenin baş yorumcusu Martin Wolf, 2007-8’deki çöküşten bu yana ana-akım ekonomi politikasına karşı hayli eleştirel bir tutum takınıyor. Fakat o da İşçi Partisi’nin ekonomik programına karşı Thatcher’ın gölgesine başvurdu. İşçi Partisi’nin bedava yüksek hızda geniş bant internet ve BT’nin (British Telecom) Openreach bölümünü kamulaştırma önerisi (BT yöneticisi tarafından alenen “geniş bant komünizmi” olarak suçlandı) Financial Times’ı çıldırttı. Gazete “Thatcher devrimi tehdit altında” diye gümbürdedi.¹² Wolf, İşçi Partisi’nin manifestosunu ve bu manifestoyu destekleyen 163 ekonomisti açıkça suçladı: “İşsizlik oranının düşük olduğu ve  cari işlem açığının GSYİH’nın yaklaşık yüzde 3.5’unu oluşturduğu bir ekonomide bu çok genişlemeci ve devrimci program büyük olasılıkla sermayenin kaçmasına ve para biriminin çökmesine yol açacak” diye yazdı.¹³

Bu arada, İşçi Partisi’nin, temel vaadi on yıl içinde “yeşil bir sanayi devrimine” güç vermek için 400 milyar pound yatırım yaparak en az bir milyon yeni iş yaratmak olan ve 2030’lar itibariyle net karbonsuz ekonomiyi başarmak üzere tasarlanmış manifestosu, destekçileri arasında büyük bir heyecan yarattı. Bu manifesto kesinlikle son kırk yıllık neo-liberalizmden net bir kopuşa işaret ediyordu. Fakat “devrimci” İşçi Partisi’nin planları, Mart 2019’da milli gelirin yüzde 37.8’i kadar olan devlet harcamasının 2023-4’de yüzde 44’e çıkmasına neden olacaktı. Financial Times bile “Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi hükümetinde harcama oranı Fransa’dan daha düşük, Almanya ile aynı seviyede ve Hollanda’dan sadece biraz daha yüksek olacaltır. Bunların hepsi başarılı kapitalist ekonomiler” diye kabul etmek zorunda kaldı.¹⁴

McDonnel tarafından açıklanan yatırım programı, daha fazla borçlanma ile finanse edilebilirdi. Böyle bir politikaya yönelik geleneksel eleştiri, hükümetin yüksek oranda borçlanmasının özel yatırımcıları “dışarı iteceği” ve faiz oranlarını yükselteceği şeklinde olabilir. Fakat bu argüman, değeri ne olursa olsun, çöküşten on yıl sonra hâlâ kendine gelememiş küresel bir ekonomide konu dışıdır.¹⁵ Anaakım ekonomistler bile gelişmiş ekonomilerin, “negatif gerçek faiz oranlarının tasarruf ve tam istihdamlı yatırım ile eşitlenmesini gerektiren” “uzun süreli ekonomik durgunluk”tan muzdarip olduğunu tartışıyor.¹⁶ Merkez bankaları, finansal sistemi henüz yaşam destek ünitesinden kurtarmayı başaramadı: faiz oranlarını “normalleştirme” girişimleri (yani faiz oranlarını çöküntüden önce yaygın olan seviyeye yükseltmek) başarısız oldu, enflasyon hedeflerini genel olarak tutturamadılar. Bazıları (son olarak Avrupa Merkez Bankası ve Japonya Merkez Bankası) yeniden “nicel genişleme” - yani bankalara para verebilmek için bonolar almak ve böylece (teoride) yatırımı canlandırmak - başlattı. 

Bu durum, 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında neo-liberalizmin zaferini ilan etmesinden bu yana hüküm süren ekonomi politikası çerçevesinin (paranın miktar teorisine dayalı) çöküşünü temsil ediyor.¹⁷ Siyasetteki boşluk, Atlantik’in iki yakasında da merkezin solundaki ekonomistlerin ve etkili reformist politikacıların, merkezinde öncülüğünü Bronx’dan sosyalist kongre üyesi Alexandria Ocasio-Cortez’in yaptığı Yeşil Yeni Sözleşme’nin yer aldığı, alternatif bir programa yönelmeleri için bir alan açtı. Solcu akademisyenler, on yıllardır yapamadıkları kadar politika geliştirme sürecine dahil olma şansı yakaladı.¹⁸

Bazıları, Keynesyenizmin kötü bir biçimi olan Modern Para Teorisi’nden (MMT- bu teori, “parasal yönden bağımsız” olan devletlerin para basarak kendi faaliyetlerini finanse edebileceğini ve vergileri artırması gerekmeyeceğini savunur); yeni para daha fazla yatırım ve böylece daha fazla büyüme meydana getirdiği sürece enflasyon riski düşük olacaktı. Parasalcılığın (monetarizm) kurucusu ve Modern Para Teorisi’nin destekçisi olan Milton Friedman gibi ana-akım neo-liberaller, parayı devletin bir aracı olarak görüyor: Karl Marx'ı ve Nicholas Kaldor gibi post-Keynesçilere özgü kavrayışı (önemli olan para arzı değil, kapitalistlerin ve işçilerin harcamaları sonucunda ortaya çıkan ve günümüzde bankaların borç vermesiyle yaratılan kredi parasıyla karşılanan para talebidir) anlamıyorlar. 

Reformları finanse etmek için parasal manipülasyona bel bağlamak, kapitalist toplumun çelişkili sınıf ilişkilerini es geçiyor ve ilerici vergilendirmenin, zenginden alıp fakire vermenin bir aracı olarak oynadığı rolü görmezden geliyor. Amerikalı Marxist ekonomist Doug Henwood’un söylediği gibi: “vergilendirme tam olarak kamulaştırma olmayabilir ama bu rezil dünyada bir sonraki en iyi şey. Kamulaştırmanın, özel yatırımı ve tüketimi kamu harcamasına dönüştüren daha ılımlı bir biçimi.¹⁹

Modern Para Teorisi (MMT), ortodoks politika yapıcılığın yarı paralize olması sayesinde yeniden gündeme geldi. Ve gerçekten de ana-akım ekonomistler arasında bile, ekonomik durgunluk ile karşı karşıya kalan hükümetlerin çok düşük faiz oranlarından faydalanması gerektiğini ve yatırımları finanse etmek ve böylece hem kapasiteyi artırmak hem de büyümeyi canlandırmak için borç alması gerektiğini söylemek olağanlaştı. Wolf’un İşçi Partisi’ne yönelik saldırısının iki yüzlülüğünün ölçütü, daha birkaç ay önce Modern Para Teorisi’nin (MMT) “analitik olarak doğru” olduğunu söylemesi ve “MMT taraftarları, özel talebin yapısal olarak zayıf (1990’dan beri Japonya’da olduğu gibi) ya da büyük bir çöküş içinde olduğu bir dönemde hükümran bir hükümetin … özel sektörün zayıflığını dengelemek için harekete geçmesi gerektiğini ve geçebileceğini savunurken haklılar. O zaman kısıtlamalardan korkmak için bir neden yok. Hükümet bunu hemen hayata geçirmeli” diye yazması.²º

Fakat “bunu hayata geçirmek” - yatırım yapmak için borç alarak ekonomiyi canlandırmak ve dönüştürmek - tam olarak Corbyn ve McDonnel’ın yapmayı önerdiği şey. Kasım ayının ortasında Financial Times telaşlandıran başlıklı bir makale yayınladı: “Jeremy Corbyn’in Harcama Planları İngiltere Ekonomisinin Krize Girmesine Neden Olacak mı?” Londra’nın iş merkezindeki yazarların buna bulduğu yanıt “Hayır” oldu: 

"İşçi Partisi’nin geçen hafta, yatırım yapmak için - özellikle alt yapıya -  borç almayı öneren seçim öncesi planlarını açıklamasından bu yana İngiltere devlet tahvil piyasalarındaki sakinlik, birçok kişi bu önerilerin iyi bir fikir olmadığını düşünse de az sayıda kişinin, tarihsel olarak düşük faiz oranları göz önüne alındığında, partinin önerilerini finanse etmenin zor olacağını düşündüğünü gösteriyor.

1990’larda ABD Demokrat Parti danışmanı James Carville, devlet tahvili piyasası olarak yeniden doğmak istediğini çünkü böylece 'herkesin gözünü korkutabileceğini' söylemişti, fakat İngiltere’nin seçim kampanyasında, kanuni yetkisi olmadığı halde kendi fikrine göre zorla düzen sağlayan ve İngiltere devlet tahvillerine yatırım yapan yatırımcılar dikkat çekmemeye çalışıyorlar… BlueBay Varlık Yönetimi’nin baş yatırım görevlisi Mark Dowding, çok sayıdaki tahvil yatırımcısının Muhafazakâr Parti’nin ve İşçi Partisi’nin borçlanma planları hakkındaki görüşünü şöyle özetledi: 'Tahvil piyasası, büyük bir mali genişleme için nesilde bir olan bir fırsat sunuyor.”²¹

Marxist blog yazarı Michael Roberts, İşçi Partisi’nin nispi ılımlılığının, aslında, tahvil piyasalarındaki rahat tutumu gerçekten de haklı çıkardığını söyledi:

"Sadece bir devlet bankası ve yatırım kurulu [yeni kamu yatırımlarını yönetmek için kurulmuş olan] İngiltere’nin rantiye ekonomisini istihdam açısından daha üretken alanlara yönlendirebilir mi? İşçi Partisi, kamu mülkiyeti getirmeyi ve beş büyük bankayı ya da büyük sigorta şirketlerini ve emeklilik fonlarını kontrol altında tutmayı önermiyor. Ancak bunlar potansiyel yatırım fonlarının büyük kısmını sağlamaya devam edecek (devletin sağladığı yüzde 4 ile karşılaştırıldığında, en fazla, GSYİH’nin yüzde 15’i kadar) Bu, [olası] bir İşçi Partisi hükümetinin yatırım, hizmetler ve gelirlerde gerçek bir gelişme yaratma yeteneğini zayıflatacak. İşçi Partisi’nin, gelir ve zenginliği çok zenginden alıp diğerlerine yeniden dağıtmak üzere aldığı vergi önlemleri ve diğer önlemler de çok sınırlı. Aslında, İşçi Partisi NHS’e [Ulusal Sağlık Sistemi] yapılan yıllık harcamayı yılda yüzde 4 artırmayı planlasa da bu hâlâ Blair hükümetinin yaptığı artıştan daha düşük ve giderek yaşlanan bir nüfusun ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyecek kadar az. İşçi Partisi’nin önlemleri, aşırı eşitsizlik düzeyine atılmış sadece küçük bir çentik."²²

Diğer bir deyişle, İşçi Partisi’nin manifestosu devleti, sınıf iktidarının altında yatan yapıyı değiştirmeden yatırımları artırmak ve ekonomiyi yeniden yapılandırmak (karbon nötrlüğe yönelerek) için kullanan klasik bir Keynesyen program ortaya koyuyor. Marksistler uzun zamandan beri böyle bir politikanın kapitalist üretim biçiminin çelişkilerinin üstesinden gelemeyeceğini söylüyor.²³ Fakat 2019 seçimi, böyle bir programın hâlâ İngiliz kapitalizmi için çok fazla olduğunu gösterdi. İşçi Partisi’nin ikinci bir referandumu desteklemesi ve yumuşak bir Brexit vaadi, egemen sınıfı Johnson’ı ve Muhafazakâr Parti’yi desteklemekten alıkoymadı. Üst-piyasada bu durum, gördüğümüz gibi, Financial Times ve The Economist gibi ciddi burjuva yayınlarına yansıdı (gerçi hiçbiri kendi pozisyonlarının mantığını sindiremedi ve Johnson’ı açıktan desteklemedi). Alt-piyasada ise kurumsal medyanın (sadece BBC değil), 1980’ler ve 1990’ların başında Thatcherizmin altın çağında Sun gazetesinin maskaralıklarından bu yana görmediğimiz biçimde Corbyn’i kötülemek ve Johnson’ı rağbet göstermek için mobilize olmasına tanık olduk. 

Bu sınıf seferberliğinin en “objektif” ölçütü poundun davranışı oldu. Parlamenter kriz en üst seviyedeyken, Johnson’un başarılı olduğu her durumda, muhtemelen bunun anlaşmasız Brexit anlamına geldiği korkusundan dolayı döviz piyasasında Pound’un değeri düştü. Fakat Aralık ayının başında, seçimi Muhafazakâr Parti’nin kazanacağı varsayımından dolayı Sterlin, Nisan ayından bu yana ek yüksek seviyesine ulaştı ve 12 Aralık gecesi sandık çıkış sonuçları açıklanır açıklanmaz değeri daha da arttı. Ertesi gün borsa kutlama yaptı. 

Yukarıda “sınıf çıkarlarının belirleyici gerçekliği”ne değindim. Bazı durumlarda bu çıkarlar, Gramsci’nin ifadesiyle, dar anlamda “ekonomik-kurumsal” olur; örneğin İşçi Partisi’nin devletleştirmek istediği kamusal hizmet şirketlerine (su, enerji ve demiryolları) yatırım yapmış olan yatırımcıların AB rekabet yasaları ve ikili yatırım anlaşmaları çerçevesinde davalar açmaya hazırlanmaları ve bu amaçla yurtdışında paravan şirketler kurmaları.²⁴

Ancak İşçi Partisi’ne karşı oluşturan ortak cephe, daha genel bir bağlamda temel bir şeyi yansıtıyor. 2007-9 mali krizi neo-liberalizmin başarısızlığını göstermiş olsa da kapitalist sınıf ondan vazgeçmeye hazır değil. Neden? Her şeyden önce, neo-liberalizm kapitalist sınıfa şimdiye kadar çok iyi hizmet etti - yine “ekonomik-kurumsal” anlamda, neo-liberal dönemde üst düzey şirket yöneticilerinin yararlandığı yüksek ücretler ve bonuslar, hisse senedi opsiyonları vs. İkincisi, Keynesçiliğin işaret ettiği gibi ekonominin politika tarafından giderek daha fazla kontrolü çığırından çıkabilir ve tekelci iktidarda daha büyük gediklere yol açabilir: gerçekten, Corbyn, McDonnel ve danışmanları sosyalist kişiler ve uzun vadede sosyalist bir dönüşüm arzuluyorlar. İyi kötü idare eden, sadece ekonominin biraz daha fazla siyaset tarafından yönetilmesini gerektiren (ama seçilmemiş ve tam olarak merkez bankacılara sadık kişiler tarafından) mevcut durum sermaye için daha güvenli bir bahis. 

İşçi Partisi neden kaybetti? 

Patronlar, özellikle aşağıdan gelen hareketleri kontrol altına almak için reformist hükümetleri hoş görebilirler, fakat aslında onları sevmezler. Onlar, seçimden bu yana İşçi Partisi’nin yenilgisinden dolayı kendilerini tebrik etmekle meşguller. Peki Corbyn neden kaybetti? International Socialism genel seçimden dört gün sonra baskıya gitti, dolayısıyla bu değerlendirme sadece İşçi Partisi değil genel olarak bütün sol için ezici bir yenilginin yarattığı hararetli ortamın ortasında yazıldı.

Seçim gününden bu yana İşçi Partisi’nin sağ kanadı tarafından ısrarla öne sürülen açıklama doğru değil. Buna göre, yenilginin nedeni Corbyn’in lider olarak zayıflığı ve programının radikal olması. Sağ kanadın kendisine hizmet eden bu argümanın sorunu şu; 8 Haziran 2017 genel seçiminde Corbyn en az 2019’daki kadar radikal bir program ortaya koymuş ve May’in kuzey İngiltere’deki İşçi Partisi oyları üzerindeki oyununu bozmayı ve İşçi Partisi’nin oyunu 2001’den bu yana en yüksek seviyesine çıkarmayı başarmıştı. Dolayısıyla bu sorunun yanıtı başka yerde. 

Öne çıkan dört faktör var. 

Birincisi, bu seçimin gerçekten Brexit ile ilgili olduğu kanıtlandı. Bıkmadan usanmadan Johnson tarafından tekrarlanan “Brexit’i hallet”, hem AB’den ayrılma hem de çok sayıda AB’de kalma yanlısı olup referandum sonucuna saygı gösterilmesi gerektiğini düşünen seçmene hitap edecek şekilde hesaplanmış çok akıllıca bir slogandı. Johnson, halkın artan sabırsızlığını Westminister’daki sayısız manevraya kanalize etmeyi başardı. Bu arada, parlamentonun Brexit konusunda uzun süredir paralize olmuş hali Corbyn’in liderliğine büyük zarar verdi ve sonunda Corbyn, Brexit’i geri çevirmek için ikinci referandumu desteklemesini talep eden gölge kabine içindeki AB’de kalma yanlıları ve Parlamento içindeki İşçi Partisi tarafından kuşatıldı. İşçi Partisi’nin AB’den ayrılma yanlısı seçmenlerini kaybetmek istemeyen Corbyn, bu basınca (maalesef McDonnel’ın da desteklediği) karşı direndi, fakat yarattığı etki bir kararsızlık izlenimi yaymak oldu. Brexit konusunda acı verici bir biçimde müzakere edilerek verilen taviz - Johnson’ın Çekilme Anlaşması’nı yeniden görüşmek fakat bunu yaparken bu anlaşmayı ve AB’de kalma seçeneğini birlikte referanduma götürmek - hem AB’de kalma yanlısı seçmenin oylarını birleştirmekte hem de Johnson’un saldırısını bertaraf etmekte başarısız oldu. Muhafazakâr Parti, 2016 referandumunun sonucunu tersine çevirme çabalarına yönelik geniş çaplı itirazları kanalize etmeyi ve olası bir İşçi Partisi azınlık hükümetinin kaçınılmaz olarak (İskoçya’nın kaybedilmesi sayesinde) beraberinde getireceği kafa karışıklığını ve belirsizliği insanların gözünde canlandırmayı başardı. 

Fakat, Brexit seçim sonucunda önemli bir yere sahip olsa da tek başına yeterli bir açıklama değil. İşçi Partisi, Haziran 2016’da ağırlıklı olarak AB’den ayrılma yönünde oy kullanan yerlerde yüzde 10.4 oy kaybederken, referandumda AB’de kalma yönünde oy kullanan yerlerde de yüzde 6.4 oy kaybetti.²⁵ Genel olarak, Muhafazakâr Parti’nin oyu sadece biraz (yüzde 1.2) artarak yüzde 43.6’ya yükseldi. Fakat İşçi Partisi’nin oyu yüzde 7.8 düşerek yüzde 32.2’ye indi - Micheal Foot’un Thatcher zamanında aldığı kötü yenilgiden çok daha yüksek, fakat kuzey İngiltere’de yaşanan çöküntü göz önüne alındığında, 1935’den beri parlamentoda en az sayıda sandalyeye sahip olmasını sağlayacak kadar yeterli. 

İkincisi, İşçi Partisi’nin parlamento grubunda Corbyn’e karşı büyük ölçüde açıktan ve kurumsal medya tarafından da desteklenen, sonu gelmeyen bir muhalefet var. Özellikle İşçi Partisi’nin sağ kanadı, Corbyn’i anti-semitizm ile suçladı (bu, çok yanlış bir suçlamaydı) ve muhtemelen onun imajına en büyük zararı bu verdi. Üçüncüsü ve en öngörülebilir olanı, gördüğümüz gibi, sermayenin çıkarları ile uyumlu davranarak Corbyn’i karalayan (çünkü onların solda başka kahramanları var – örneğin, Thatcher döneminde Tonny Benn ve Arthur Scargill gibi) kurumsal medyanın yürüttüğü daha “normal” kampanya vardı. 

Son olarak, Roberts’ın söylediği gibi, büyük ölçüde görmezden gelinen ekonomi faktörü var: 

"Genellikle seçim kazanmakta belirleyici olan ekonominin durumudur. Bu seçim genel olarak farklıydı. Fakat yine de “ekonomik olarak iyi durumda olma” indeksi ölçütü (reel kullanılabilir gelirde değişiklik ve işsizlik oranının karışımına dayalı) Başbakan May’in 2017’de parlamentoda çoğunluğu kaybetmesinden bu yana bir iyileşmeye işaret ediyor. Yatırım ve çıktı düzeyindeki ekonomi durağan olabilir, fakat ortalama bir İngiltere hanesi, tam istihdam ve reel gelirde yaşanan küçük artıştan dolayı 2017’den bu yana daha iyi durumda olduğunu hissediyor."²⁶

İşçi Partisi’nin kampanyası bu faktörlere, Corbyn’in sürekli tekrarladığı gibi, AB’de kalma ya da AB’den ayrılma yanlısı olmasından bağımsız olarak bütün işçi sınıfını hedefleyen ekonomik ve sosyal bir program etrafında bir araya gelen kararlı bir aktivist mobilizasyonu ile karşılık vermeye çalıştı. Binlerce aktivistin ülkenin dört bir yanında yılmaksızın ekipler oluşturma çabası gerçekten hayranlık uyandırıcıydı ve özellikle kampanyanın son günlerdeki kalabalık toplantılar 2017 ruhunu yeniden yakalamayı başardı. Bu faaliyetin ne kadar iyi yönetildiği hakkında tartışmalar olacak, fakat asıl mesele bu değildi. Haziran 2016’da olduğu gibi milyonlarca işçi sınıfı üyesinin politik sürece yabancılaşmasına tanıklık ediyoruz. O zaman, bu yabancılaşma onları İşçi Partisi’ne oy vermeye yöneltmişti, şimdi ise çoğu Muhafazakâr Parti’ye oy verdi – ya da evde oturmayı seçti.²⁷

AB’de kalma yanlısı tembel sol tepki, bu insanları ırkçı olarak etiketlemek oluyor. Şüphesiz bazıları milliyetçiliğin ve hatta ırkçılığın etkisi altına girmiştir. Fakat meselenin özü bu değil. Ekonomist Thiemo Fetzer tarafından kısa süre önce yapılan bir çalışma, Muhafazakâr Parti ve Liberal Demokratlardan oluşan koalisyonun öne sürdüğü kemer sıkma politikalarının 2016’da AB’den ayrılma yanlısı oylarda önemli bir rol oynadığını ortaya koyuyor: “refah reformlarına” maruz kalma - belediye vergisi yardımının ve Engelli Yaşam Ödeneği’nin azaltılması ve belediye evlerinde yaşayanların evlerinde ikinci bir yatak odasına sahip olmaları durumunda aldıkları konut yardımının azaltılması (bedroom tax) - insanların büyük ölçüde AB’den ayrılma yönünde oy kullanmaya meyletmesine neden oldu. Fetzer şöyle diyor, “kemer sıkma olmasaydı, AB referandumunu büyük olasılıkla AB’de kalma yanlıları kazanırdı.”²⁸ Fakat, bu kendi başına, bir adım daha ileri giderek Muhafazakâr Parti’ye oy vermeyi açıklamıyor. 

İşçi Partisi’nin Kuzey İngiltere’de yaşadığı seçim yenilgisi daha uzun erimli bir bağlam içine yerleştirilmeli, yani neo-liberal dönemde işçi sınıfı örgütlerinin ve topluluğunun zayıflaması. Örneğin, Muhafazakâr Parti’ye oy veren eski madenci topluluklarını ele alalım. Bu insanlar, 1984-5’deki Büyük Grev’in yenilmesinden sonra kömür endüstrisinin yokoluşunu, güvenilir ve iyi maaşlı başka alternatif geçim kaynaklarının olmamasını yaşadılar. 1997 ve 2010 arasındaki Yeni İşçi Partisi hükümetleri onlara oy bankası gibi davrandı ve hayatlarına devam edebilmeleri için halkın parasını bu topluluklara aktardı. Kemer sıkma politikaları bu desteği kaldırdı. İşçi sınıfı örgütlerinin eski biçimleri küçüldükçe, kızgınlık ve öfke, artık konu ile pek ilgili gibi görünmeyen bir işçi hareketinin çerçevesi dışında kendini ifade etmenin yolunu aradı. Dolayısıyla hâlâ Thatcherizmin 1980’lerde endüstriyel işçi sınıfının en önemli bölümlerini -sadece madenciler değil, ayrıca çelik işçileri, araba fabrikalarında çalışan işçiler ve liman işçileri - ezip geçmesinin yol açtığı yıkımın bedelini ödüyoruz. 

Seçim gününde Aditya Chakrabortty, birkaç hafta önce ziyaret ettiği Colchester’da öğle yemeği verilen bir yerdeki ruh halini şöyle özetliyor:  

"Ülkenin ayrılma yanlısı olan en büyük bölgelerinden birinde insanların büyük çoğunluğu Brexit’le ilgili verilen sözler için ayrılmaktan yana oyunu vermiş olsa da bu sözlerin tutulacağına dair inançları sıfır. Bu insanlar İngiltere'nin AB'ye her hafta 350 milyon sterlin ödeme yaptığı yalanının yazılı olduğu kampanya otobüsüne inanırlar, ama otobüsün yalancı sarışın solistine değil. Her şeyin çok kötü durumda olduğunu kabul ederler, ama bu durumu politikacıların düzeltebileceğine bir an olsun inanmazlar. 

Bu, işçi sınıfının ayrılma yanlısı seçmenlerine dair genelde sunulandan çok daha karmaşık ve çelişkili olan tablonun bir kısmı. Ve bu tablo olmadan da bu seçimi şekillendiren kuvvetleri anlayamazsınız… Birincisi, bu ülke içinde olan bitene duyulan öfkenin hedefi hemen hemen her zaman AB olmuştur. Annenizin kalça ameliyatı için uzun bir bekleme olmasına, kızınızın sınıfının tıklım tıkış öğrenciyle doluluğuna, sizin, ailenizin ve komşularınızın ay bitmeden parasının bitmesine hep öfkeyle Brüksel’i tekmeleyerek tepki verdiniz… 

İkincisi, politik sınıf bir hafta önce yaşananları eski çağ tarihi olarak tarif ederken, seçmen kriz üstüne kriz işkencesine maruz kaldığını hatırlıyor. Örneğin bu Brexit’ten gelecek payın kime düşeceğini bilen Gary’ye bakın: ‘O para onun Londra Şehri’ndeki arkadaşlarına gidecek.’ Bu, bütün bu seçim boyunca finans sektörüne yönelik duyduğum muhtemelen tek gönderme olsa da bu mücadele 2008 krizi ile kamusal alanda ve bunları takip eden yaşam standardımıza yönelik yapılan kesintilerin gölgesinde devam etmekte… 

Bu, on yıllardır süregelen güvensizliğin ürünü. Sihirli düşünce veya şatafatlı peri masallarına inanç değil, derin ve öfkeli bir küskünlük. Bu öyle bir nihilizm ki, bir partinin veya bir başka demokratik kurumun bırakın buna çare üretmesini, anlaması bile mümkün değil."²⁹

İşçi sınıfı bilincinde yaşanan bu aşınmayı aşmanın tek yolu kolektif örgütlenme ve kendine güveni yeniden inşa edecek mücadeleler olabilir. Fakat grevlerin seviyesi (bu dergide geniş çaplı olarak tartıştığımız gibi - International Socialism) çok düşük. Ve Corbynizmin bir çelişkisi var. Corbyn’i bu kadar hayranlık uyandıran bir figür haline getiren şey kısmen 35 yıldır Parlamentoda bulunduğu süre boyunca kampanya faaliyetine kendini adamış olmasıydı. O, hareketlerin milletvekiliydi. Bir lider olarak İşçi Partisi’ni, çok coşkulu ve hevesli üyelerden oluşan bir kitle partisine dönüştürdü. Fakat bu, en azından kısmen savaşa, kemer sıkma politikalarına ve iklim değişikliğine karşı hareketlerin bir ifadesi olsa da bu hareketlere geri dönmedi. Bunun yerine, Corbyn’in yarattığı umut ve bu umudun sonucu olarak seçimlere yoğunlaşma, Corbyn’i beklemek gibi pasif bir tutumu ( bu tutum, büyük ölçüde sendika liderleri tarafından grev örgütlememenin bahanesi olarak desteklendi) teşvik etti.

Ne yazık ki Corbyn gelmiyor. Seçimden önce çokça “Corbyn olmadan Corbynizm”den bahsedildi - yani İşçi Partisi kaybetse bile onun projesinin diğerleri tarafından sürdürülmesi. Şu anda bu oluyor gibi görünmüyor. Yenilginin büyüklüğü sayesinde İşçi Partisi’nin sağ kanadının kurtları yeniden meydana çıktı; kurumsal medyanın da desteğini alan bu kanat solu parçalamaya çalışacak. Artan üye sayısı içinde (ki bu Corbyn’in asıl miraslarından biri olacak) güçlü bir tabana sahip olan sol bu saldırıya karşı mücadele edecek. İşçi Partisi büyük olasılıkla içine kapanacak. Bu bir talihsizlik çünkü hayat Johnson için kolay olmayacak. 

Birincisi, “Brexit’i halletmek” pek çok yorumcunun da söylediği gibi çok da kolay olmayacak. İngiltere kesinlikle 31 Ocak’ta AB’den ayrılacak. Ancak bu işin kolay kısmı. Johnson hâlâ Brüksel ile Serbest Ticaret Anlaşması’nı görüşmek zorunda. Johnson’un Avrupalı şirketlerin altını oyma isteği ile İngiltere’nin hâlâ açık ara en büyük pazarına erişimini garanti altına almayı birbirine uydurmak zor olacak. Almanya Başbakanı Angela Merkel, seçim sonucuna artık AB’nin “kendi kapısının önünde bir rakibi var” diyerek tepki verdi. Brüksel sıkı pazarlık yapmaya devam edecek. 

Eğer Johnson geçiş dönemini 31 Aralık 2020’de (bu tarihe kadar İngiltere hâlâ Tek Pazar içinde olacak) bitirme konusundaki vaadine sadık kalırsa, AB’ye, May’in Madde 50’yi hızla başlatarak, AB’ye teslim olduğunda verdiğine benzer bir pazarlık etme avantajını yine vermiş olacak. Johnson, geçiş dönemini bir anlaşma olmadan sona erdirme ile - anlaşmasız Brexit’in diğer versiyonu ki anlaşmasız Brexit ile aynı karmaşaya yol açacaktır - sözünün tutmama ve geçiş dönemini uzatma arasında tercih yapmak zorunda kalabilir. Benim tahminim, DUP’i terkettiğinde yaptığı gibi ikinci seçeneği seçeceği yönünde, fakat bunun siyasi bir maliyeti olacak. 

İkincisi, bu seçim kendini tüm çıplaklığı ile coğrafi olarak ifade eden sosyo-politik antagonizmlere tanıklık etti - AB’de kalma yanlısı güney ile AB’den ayrılma yanlısı kuzey arasında bölünmüş İngiltere ve AB’de kalma yanlısı İskoçya Ulusal Partisi’nin (SNP) arkasına geçmiş İskoçya. İrlanda’nın kuzeyinde, AB’de kalma yanlısı DUP iki sandalye kaybetti ve artık Brexit karşıtı milliyetçi partiler Sinn Féin ve SDLP sayıca ondan daha üstün. Londra ve Edinburgh arasındaki çatışma ile baş etmek Johnson için çok zor olacak: Johnson Birlikçiliğe vurgu yaptıkça İskoçya’da ikinci bir bağımsızlık referandumu hevesi daha da artacak. SNP liderliğinin ihtiyatlılığına rağmen, Katalonya’yı içine çeken türde bir patlama göz ardı edilemez. 

Üçüncüsü, Johnson “Tek Millet Muhafazakârlığı”na vücut kazandırmak zorunda. Muhafazakâr Parti’nin oylarının çok az artmış olduğunu gördük. İşçi Partisi kötü bir şekilde yenildi, ancak hâlâ oyların yaklaşık üçte birini kazanmış durumda ve büyük şehirlerdeki kalelerini korudu. Muhafazakâr Parti’nin, kuzeyde bu sefer kazanmış olduğu oylara sıkıca tutunması gerekecek. Johnson, İşçi Partisi’nin AB’den ayrılma yanlısı seçmenlerine, onları birkaç yıl boyunca Muhafazakâr Parti’de tutmaya yetecek bir öneride bulunabilir mi? Johnson Muhafazakâr Parti’yi Avrupa kıtası tarzı aşırı sağ partilere benzer bir parti olmaya doğru yöneltmiş olabilir, fakat, gördüğümüz gibi, neo-liberalizmi terk edemiyorlar (Johnson’ın Avrupa’nin geri kalanındaki karşılıkları da öyle). 

Son olarak, Roberts’ın söylediği gibi: 

"Sonucu değiştirebilecek bir sürpriz var: küresel ekonomi. Büyük kapitalist ekonomiler, Büyük Bunalım’dan beri en yavaş büyüme oranını yaşıyorlar. ABD ve Çin arasında devam eden ticaret savaşında geçici bir ateşkes sağlanmış olabilir, ancak yeniden başlayacaktır. Ve ABD, Avrupa ve Japonya’da şirketlerin kar oranları azalırken borçları artıyor. Dünya ekonomisinde yeni bir durgunluk riski, 2008’den bu yana en yüksek düzeyde. Eğer yeni bir küresel durgunluk başlarsa, o zaman İngiliz seçmenlerinin ruh hali değişebilir; ve o zaman Johnson hükümetinin Brexit balonu patlayacaktır."³°

Dolayısıyla mücadele devam ediyor. Gaza gelmiş patronlar, işçileri daha da sıktıkça direnmeyi gerektirecek çok şey olacak. Büyük olasılıkla kemer sıkma başka bir isim altında devam edecek ve Donald Trump benzeri bir figür tarafından cesaretlendirilen ırkçılar, 10 Downing Street’e [İngiltere başbakanlık ofisi] geri dönüyor. Her şeyden önemlisi, giderek yaklaşan ve durdurulması gereken iklim değişikliği var. Fakat bu mücadeleler siyasi tartışma ile birlikte yürütülmek zorunda. Büyük hayranlık uyandıran İşçi Partisi sosyalistleri tarafından hayat geçirilse bile seçimciliğin sınırlarını hep birlikte sert bir şekilde hatırladık. Sol, bu yıkımı atlatabilir, ancak doğru dersleri çıkarmayı becermesi gerekiyor. 

Alex Callinicos, King’s College London’da Avrupa Çalışmaları profesörü ve International Socialism dergisinin editörü. 

Çeviri: Arife Köse

Dipnotlar ve referanslar

Joseph Choonara: Yeni bir isyan dalgası

Bültene kayıt ol