Tomáš Tengely-Evans Çin’in ırkçı terörünün arkasındaki milliyetçiliğin tarihini ele alıyor.
Yaklaşık bir milyon Uygur Kuzeybatı Çin’de Xinjiang eyaletinde kamplara hapsedildi.
Komünist Parti (ÇKP) yönetimi, cezaevi kampları ağının “gönüllü” olduğunu ve bu kamplarda, çoğunlukla Müslüman Uygurlara “aşırılıkçılık” ve “terörizm” ile başetme konusunda eğitim verildiğini iddia ediyor.
Fakat sızdırılan belgeler, bir hapis ve beyin yıkama programına işaret ediyor.
Bu belgeler arasında kamp yetkililerine “kör noktalarda bulunmayan yurtların ve sınıfların video kaydının alınmasını sağlama”, “kaçışlara asla izin vermeme” ve “davranış kuralları ihlallerine karşı disiplini ve cezaları artırma” talimatı veren bir not bulunuyor.
Bu kamplar 2017’de başlayan ırkçı baskının bir parçası.
Çin devletinin amacı Uygur dilini, geleneksel kültürünü ve ulus olarak kendi kaderini tayin hakkı talebini bastırmak. Bu not, etkileyici bir şekilde, yetkililerden “düzeltmeci Mandarin dili çalışmalarına öncelik verilmesini” istiyor.
Diğer tedbirler arasında Medine ve Saddam gibi “aşırı” Müslüman adların yasaklanması var. Bu isimleri taşıyan çocuklar kayıt olamıyor, bu ise onların sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanamamaları anlamına geliyor.
Bu dehşet, Uygurların Çin devletinin elinde yaşadığı 100 yıllık baskının sadece son bölümü. Bunun kökleri, 20. yüzyılda devletin giderek daha fazla milliyetçiliğe yaslanmasında yatıyor.
19. yüzyıla kadar bir “Çin ulusu” diye bir kavram yoktu. “Çin ulusu”, Avrupa ve Japon emperyalizmlerine tepki olarak ortaya çıktı. Orta sınıfların bir bölümü, milliyetçiliği yabancı egemenliğinden kurtulmaya destek sağlamanın yolu olarak görmeye başladılar ve Çin İmparatorluğu’nda yaşayan bütün halkların nasıl “büyük bir kaynaşma” sonucunda tek bir ulus haline geldiğinden bahsettiler.
1911 yılında bir dizi halk ayaklanması Qing monarşisini istifa etmek zorunda bıraktı. Yeni Çin Cumhuriyeti’ne milliyetçi Komintang partisi liderlik etti.
Bu arada Uygurların büyük bölümü Ceditlerin başını çektiği Türkçü milliyetçiliğinin içine çekildiler. Ceditler, modern gelişim ve Orta Asya'daki Türkler arasında birlikten bahseden İslamcı bir reform hareketiydi.
Xinjiang’ın başındaki savaş beyleri ve Müslüman liderler bunda doğrudan bir tehdit olarak gördüler ve bu hareketi bastırmaya başladılar.
1930’lar boyunca Çin, Komintang’la Çin Komünist Partisi arasındaki iç savaş nedeniyle parçalandı.
Komünistler halkların kendi kaderini tayin hakkını resmen kabul etti. Uygurlar 1933 yılında ve daha sonra 1944-1949 yılları arasında da ayaklandılar ve bir Türkistan Cumhuriyeti kurdular.
Komünist Partisi 1949 yılında Çin Devrimiyle iktidara geldiğinde kendi kaderini tayin hakkında konuşmaktan hızla vazgeçti.
Mao'nun devrimi, işçilerin iktidar gücünü aldığı sosyalist bir devrim değil, feodalizm ve emperyal egemenliğe karşı milliyetçi bir devrimdi.
Modern bir devlet inşasında, sahte bir Marksist belagatle Çin milliyetçiliğinin karışımına dayanıyordu. Çin Komünist Partisi yönetimi 1980’lerde küresel kapitalizme kapılarını açınca, giderek daha fazla milliyetçiliğe yaslanır hale geldi.
Etkileyici büyümenin yanısıra, aşırı eşitsizliğe karşı hoşnutsuzluk da büyüyordu. Hızlı endüstrileşme, büyük bir işçi sınıfının ortaya çıkmasına yol açtı. Bu, Çin Komünist Partisi yönetimini de tehdit edebilecek bir toplumsal güçtü.
Çin devleti bu tehdide, merkezileşme çabası ile yanıt verdi ve bu merkezileşme farklı ulusal ve etnik kimlikleri baskı altına almayı da kapsıyordu.
Başını Donald Trump’ın çektiği Batılı ülkeler, Çin’in Uygurlara yönelik davranış biçimini iki yüzlü bir şekilde eleştiriyorlar
Fakat Trump ve diğer Batılı hükümetler de bu korkunç ırkçılıktan ve baskıcı rejimleri desteklemekten dolayı suçludur.
Gerçek alternatif ise rejime karşı savaşan Çin işçi sınıfında ve toplumsal değişim için verilen büyük mücadelenin parçası olarak Uygurların kendi kaderini tayin hakkını tanınmasıdır.
(Socialist Worker)