Dünya üzerinde yaşanan her çatışmada bir şeyler korunuyor. Ve çoğu zaman, bu yanlış bir şey.
Dünyanın en zararlı endüstrileri hükümetler tarafından, özellikle ve güçlü bir şekilde korunuyor. Fosil yakıtları, balıkçılık ve çiftçilik; ekosisteme zarar veren ve yaban hayatın yok olmasından en çok sorumlu olan sektörler olarak karşımıza çıkmakta. 2021'de hükümetler doğrudan petrol ve gaz üretimini 64 milyar $ tutarında sübvanse etti ve fosil yakıt fiyatlarını düşük tutmak için 531 milyar $ daha harcadı. 2018'den itibaren balıkçılık sektörüne yönelik küresel sübvansiyonlar, yılda 35 milyar doları buldu ve bunun yüzde 80'inden daha fazlası büyük ölçekli endüstriyel balıkçılığa gidiyor. Şirketlere "kapasiteyi artırmak" için para akıtılıyor: başka bir deyişle, deniz ekosistemleri çökerken endüstrinin daha fazla balık yakalamasına yardım ediliyor.
Her yıl hükümetler, büyük çoğunluğu çevre korumaya hiç önem vermeyen çiftliklere 500 milyar dolar harcıyor. Çevreyle ilgili olduğu iddia edilerek verilen paraların bile genellikle yarardan çok zarar getirdiği çok açık. Örneğin, Avrupa Birliği'nin "yeşil" sübvansiyonlarının çoğu, ekolojik restorasyon için kullanılması gereken arazilerde hayvancılık için kullanılıyor. Avrupa tarım bütçesinin yarısından fazlası, muhtemelen dünyanın ekolojik açıdan en yıkıcı endüstrisi olan hayvan üreticiliğini desteklemek için harcanıyor.
Et üretimi için meralara duyulan ihtiyaç, palm yağından beş kat daha fazla ormanı yok ediyor. Madagaskar, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Ekvador, Kolombiya, Brezilya, Meksika, Avustralya ve Myanmar'daki ormanlar da dahil olmak üzere dünyadaki en zengin habitatlar büyük tehdit altında. Et üretimi, 35 yıl içerisinde en büyük biyolojik çeşitliliğe sahip arazilerin 3 milyon kilometrekaresini yutabilir. Bu neredeyse Hindistan'ın büyüklüğü kadar bir alan. Avustralya'da, mercan kaybının önemli bir nedeni olan Büyük Bariyer Resifi bölgesindeki ormanların yok olması, yüzde 94 gibi devasa bir oranla sığır eti üretimi ile ilişkilidir. Bu felaketlerin çoğu kamu finansmanlarıyla gerçekleşmekte.
İşletme ne kadar yıkıcı olursa, siyasi korumadan yararlanma olasılığı da o oranda artıyor. Bu ay yayınlanan bir araştırmada, Herefordshire ve Shropshire'da inşa edilen tavuk çiftliklerinin, iş imkanı sağladıkları insanlardan çok daha fazlasını işsiz bırakacağı, neden oldukları nehir ve hava kirliliği, koku ve doğal bozulma nedeniyle turizmi mahvedeceği ortaya konuluyor. Ancak bu fabrikalar için hiçbiri ekonomik etki analizi yapılmadığı gibi gazete, planlamacıların turizm endüstrisini "ciddi olmayan ve önemsiz" olarak değerlendirerek son derece küçümsedikleri tespitinde bulunuyor. Yine gazetedeki yazıdan anlıyoruz ki planlamacıların çiftliklere karşı tutumları çok farklı; ciddi ve erkek işi olarak tanımlıyorlar. Dünya sistemlerini çöküşe sürükleyen ”sert“, ”erkeksi" endüstriler, hükümetler tarafından şımartılıp korunurken, daha az yıkıcı sektörler kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalıyor.
Dünyadaki yaşamın yok edilmesi için kamu kaynakları rahatlıkla kullanılırken, korunması için gerekli kaynaklar her zaman yetersiz kalmakta. BM'ye göre, dünyayı korumak için yılda 536 milyar dolara ihtiyaç var – onu yok etmek için harcanandan çok daha az – ancak bu finansman bulunamıyor. Bazı sözler verildi, neredeyse hiçbiri gerçekleşmedi.
Zararlı endüstrilerin siyasi olarak korunması, özellikle kirlilik paradoksu nedeniyle siyasetin dokusuna işlenmiştir ("Ticari işletme ne kadar çok çevreye zarar verirse, faaliyetlerinin yasaklanmaması için siyasete o oranda daha fazla para harcaması gerekir. Sonuç olarak, siyasete en zarar verici ticari girişimler hakim olur.”) Bunun aksine, dünya sistemleri sonradan düşünülmüş bir aksesuar olarak görülür: sahip olmak güzeldir, ancak sınırlamalar koymak zorunda kalınıldığında kolayca vazgeçilebilir. Oysa vazgeçilemez temel gerçek yaşanabilir bir gezegendir.
2010 Yılında Japonya'nın Nagoya kentinde düzenlenen biyoçeşitlilik zirvesinde hükümetler, 2020 yılına kadar yerine getirilecek 20 hedef belirledi. Hiçbiri başarılamadı. Montreal'de düzenlenen biyoçeşitlilik Cop15 zirvesine hazırlanırken hükümetler, yaşadığımız dünyanın savunmasına değil, sahte çevreciliğe yatırım yapıyor.
Ana hedef, 2030 yılına kadar karalar ve okyanuslarının yüzde 30'unu koruma altına almak. Ancak hükümetlerin korumadan kastettiği şey, genellikle ekolojistlerin kastettiği şeyle çok az benzerlik gösterir.
Örneğin İngiltere'yi ele alalım. Kağıt üzerinde, yüzde 28 ile zengin dünyadaki en yüksek korunan arazi oranlarından birine sahip. Bu oranı rahatlıkla yüzde 30'a çıkarabilir ve yükümlülüklerini yerine getirdiğini iddia edebilir. Ama aynı zamanda dünyada doğayı en çok tüketen ülkelerden de biridir. Bu nasıl oluyor? Çünkü “korunan” alanlarımızın çoğu bu türden değil.
Bir analiz, arazilerimizin yalnızca yüzde 5'inin uluslararası korunan alan tanımına uyduğunu gösteriyor. Yasayı uygulayacak neredeyse hiç kimse kalmadığından, bu kırpıntılar bile risk altında. Denizde, deniz koruma alanlarımızın çoğu haritadaki çizgilerden başka bir şey değil ve trol tekneleri hala onları parçalamaktadır.
Bütün bunların çok daha kötüye gitmesi muhtemel. Gündemdeki AB yasası tasarısı kabul edilirse, Birleşik Krallık'taki yasal korumanın tüm temeli yıkılabilir. Bu hükümetin standartlarına göre bile, bu konuya dahil olan akılsız, düşüncesiz vandallık şok edici. Brexit'in Brexit anlamına geldiğini kanıtlamak için 570 çevre yasasının gelecek yıl sonuna kadar kaldırılması veya değiştirilmesi gerekiyor. Halka açık bir görüşme olmayacak, kanıt sunma kapsamı olmayacak ve büyük olasılıkla parlamentoda tartışılması için bile fırsat olmayacak. Bu kadar kısa sürede bu kadar çok mevzuatı değiştirmek lojistik olarak imkansız, bu nedenle en olası sonuç kaldırılmalarıdır. Eğer öyleyse, İngiltere'deki nehirler, toprak, hava kalitesi, yeraltı suları, vahşi yaşam ve habitatlar için oyun bitti. Sahtekarlar ve dolandırıcılar için ise oyun devam ediyor. Aslında tüm ülke bir serbest liman haline gelecek.
Bir fikir uğruna her şeyi mahvetmeye hazır Muhafazakar Parti’nin yıkıcı içgüdülerini, kaos ve işlev bozukluğuna olan iştahını asla hafife almayın.
Bizi felakete sürükleyen korunan endüstriler, kontrol edilmezlerse her şeyi ele geçirecekler. Kara ve deniz üzerinde kontrol için acımasız bir rekabetle karşı karşıyayız. Yaşam alanlarını kazanca dönüştürmeye çalışanlar ile onları savunmaya, eski haline getirmeye ve mümkünse kapitalizmin vahşetiyle mülksüzleştirilmiş yerli halka iade etmeye çalışanlar arasındaki rekabetten bahsediyoruz. Bunlar asla sadece teknik veya bilimsel konular değildir. Sadece yönetim tarafından çözülemezler. Derinden politiktirler. Yaşayan dünyayı koruyabiliriz ya da onu yok eden şirketleri koruyabiliriz. İkisini birden yapamayız.
George Monbiot
The Guardian’da yayınlanan “From the Amazon to Australia, why is your money funding Earth’s destruction?” makalesini çeviren TN.