5 soruda ırkçılık, kimlikler ve göçmenler

22.06.2022 - 09:03
Haberi paylaş

Dünya Mülteciler Günü'nde Prof. Dr. Ferhat Kentel ile “burası bizim evimiz, göçmen istemiyoruz” diyenlere karşı yaklaşımları, birlikte yaşamak için neler yapılması gerektiğini konuştuk.

1- Türkiye’deki ırkçı gelişmeler konusunda ne düşünüyorsunuz?

Türkiye, geçmişteki şiddetin, darbelerin, sürgünlerin ağırlığını yaşayan, travmalı bir toplum. Hemen hemen her kesimde, kime yöneltileceği bilinmeyen birikmiş bir hüsran, öfke ve hınç var. Ya da en azından en güçlü aktörlere yöneltilemeyeceği bilinen bir öfke var. Bu hüsran ve bağlantılı olan öfke özellikle ekonomik ve siyasal kriz dönemlerinde, dünya kadar derdi olan zayıf, yoksul ve kırılgan kesimler tarafından “günah keçisi” olarak inşa edilen en zayıf kesimlere yöneliyor.

Ama aynı zamanda göçmenler çok iyi bir “araç”… Herkes için… Önce devlet ve işveren sınıfı için… Birinciler, mültecileri mesela Avrupa’ya karşı mükemmel bir koz ya da tehdit olarak kullanıyorlar. İkinciler için mülteciler mükemmel bir ucuz işgücü kaynağı… Gayet “milliyetçi” işverenler, sigorta vb. formel ve yasal zorunluklara girmeden, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı işçinin maliyetinin dörtte biri ya da beşte biri bir maliyetle mülteci istihdam edip kâr etmeyi çok seviyorlar.

Dolayısıyla, her dönem toplumdaki herhangi bir kesimi “insanlık dışına” atılarak gelişebilen ırkçı önyargılar, şimdiki zamanda Suriyelilere yöneliyor.

2- “Burası bizim evimiz, farklı olanları, göçmenleri, başkalarını istemiyoruz” diyenlere nasıl yaklaşmalıyız?

Tüm insanlık tarihinde “ev” vazgeçilmez bir unsur. Yağmura, çamura, vahşi hayvanlara, işgalci kabilelere karşı fiziksel anlamda korunmak için bir yer. Ama aynı zamanda sembolik anlamda aidiyet sağlayan, özdeşleşilen bir yere tekabül ediyor. Modern zamanlarda, sanayi toplumunda, ulus-devlet inşasıyla birlikte “ev” haritalarda etrafı kırmızı çizgilerle çevrili soyut ama düzenli eğitim ve sosyalizasyon süreçleriyle birlikte çok güçlü bir kimlik yarattı. Bir bakıma modern insanlar gerçek topraktan kopup, soyut bir toprak fikrine bağlandılar. Bu haritayla birlikte, içeridekiler ve dışarıdakiler yeniden tanımlandı; “biz ve ötekiler” kurgusuna bağlı olan şablon hayatın her alanında yeniden üretildi. 

Buna otoriter eğitimle şekillenen otoriter kişilik inşası da eklendi. Bu otoriter kimlik uyarınca her şey “ya doğru ya yanlış” ikili algısıyla değerlendirilir hale geldi. Dolayısıyla “ya biz ya da öteki” normalleşen bir mantık haline geldi; zor zamanlarda da ötekiler kolayca “nefret nesnesi”ne dönüştüler. 

Ancak unutmayalım, mesele sadece “ulusal” değil. Yaşadığımız dönem ulusal düzeyde hissettiklerimizin yanında, küresel düzeyde derin bir güvensizliğin üretildiği bir dönem… Giderek adaletsizleşen, güvensizleşen bir dünyada en güçlü siyasi, teknokratik ve ekonomik güce sahip azınlık aktörler dışında kimse kendini “güvenli evinde” hissetmiyor. Kendini güvende hissetmeyen insanlara rasyonel açıklamalar yapmak çok anlamlı değil; onların içine düştüğü irrasyonel ve duygusal dünyanın içine girip, güven veren bir dili üretmek gerekiyor

Yani aslında şimdiye kadar yapılanların tersini yapmak lazım. Sürekli olarak ikili mantık içinde sosyalize olan insanlarla birlikte, onların da müktesebatlarıyla, acılarıyla hemhal olarak yeni bir dili geliştirmek lazım. Yani öfke ve nefret dilini besleyen insanların kırılganlıklarına da cevap vermek lazım. Onlarla karşılaşmalara ve ortaklıklara dair bir dil üretmek lazım. 

3- Tarihten günümüze, Türkiye’de bir arada yaşama konusunda olumlu örnekler aklınıza geliyor mu? 

Tabii ki var… Varoluşumuzun duygusal inşasını göz önünde tutarsak aynı anda hem nefreti hem şefkati yaşayan insanlar olduğumuzu düşünebiliriz. Mesela Türkiye’de 80 öncesinde Sivas, Maraş, Çorum katliamları tezgahlanırken, aynı dönemde Antakya’da provokasyon düzenlendi ama yapılamadı, çünkü orada yaşayan insanların çoğulluğu, iç içe geçmiş ilişkileri buna izin vermedi. Ya da 1915 katliamları ya da 6-7 Eylül’ler yaşanırken, azınlıkta kalmış olsalar da birçok insan, katledilen, pogroma uğrayan insanları korumaya çalıştı. 28 Şubat döneminde başörtülülere dönük dışlayıcılık sürerken, birçok seküler ve sosyalist insan onlarla dayanışma içindeydi.

4- Göçmen düşmanlığı, ırkçılık, ayrımcılık nasıl aşılır?

Göçmenler günah keçisi… Zaten zayıf ve hüsran duygusu içindeki insanlar için kolay ve güvenli hedefler. Siz bu günah keçisi göçmenlere ne yaparsanız yapın, başınıza bir şey gelmeyeceğini bilirsiniz. Göçmenler “sayesinde” sıradan kırılgan ve hüsran duygusu yaşayan insanlar kendilerini nihayet daha güçlü hissedebilecekleri bir takım “alt-insanlar” buluyorlar. Yani hızla bir sonuç çıkarırsak, insanlara güven verirseniz günah keçisi aramazlar.

Bir yandan, hedef haline gelen insanları da yalnızlık duygusundan çıkarmayı başarmak lazım sanırım. Mesela 1985’te Fransa’da yabancı düşmanlığı çok güçlenirken, “Touche pas à mon pote” (arkadaşıma dokunma) sloganlı ve göçmenlerle dayanışmayı sergileyen bir hareket çıkmıştı. Bu hareketin açılmış bir eli sembolize eden bir rozetini, milyonlarca insan satın alıp göğsüne takmıştı. Hareketin birçok zaafı vardı ama göçmenler konusunda çok güçlü bir farkındalık ve duyarlılık üretmişti. 

Ama öte yandan, öfke ve nefret dilini besleyen insanların kırılganlıklarına da cevap vermek lazım. Ve onlarla karşılaşmalara ve ortaklıklara dair bir dil üretmek lazım. En azından şunu biliyoruz mesela; birçok işkolunda, kendilerini mülteci işçilerle rekabet içinde gören birçok işçi, mültecilerle çıkarlarının ortak olduğunu görüp birlikte dayanışma içinde örgütleniyorlar.

Ne yazık ki işin önemli kısmı devlet aktörlerine bağlı, yönetici sınıflara, iktidarlara, iktidar kurumlarına bağlı. Bu da, genel olarak ekonomik ve demokratik iyileşme ve kötüleşmeye çok bağlı. Bu aktörler ne yapacaklar? Manipüle mi edecekler, provoke mi edecekler? Ya da durumu sakinleştirecek adımlar mı atacaklar? Ama şu anki ekonomik ve siyasal çöküntü devam ederse, demokrasi bakımından nefes alamaz hale gelmeye doğru devam edersek, günah keçisi olarak mülteciler açısından zor günler bizi bekliyor.

5-  Dünya genelinde 300 milyona yakın göçmen var, bunların en az 100 milyonu zorla yerinden edilmiş insanlar, yani mülteciler. Mülteciler için neler söylemek istersiniz. Mülteciliği insan hakları açısından nasıl değerlendirirsiniz?

Göçmenlik-mültecilik meselesinin bu kadar “anormal” olarak algılanmasında, mülteciliğin “anormal” kabul edilmesinin bu kadar “normal” kabul edilmesinde tamamen bir kurgu olan ulus-devlet mantığının, kimliğinin, ideolojisinin 200 yıl içinde insanlar tarafından din gibi içselleştirilmesi yatıyor. Yani ulus-devletin çizdiği sınırlar koskoca insanlık tarihinde, bu kadar kısa bir süre içinde normalleşip, kutsallaşıverdi. Düne kadar bir arada, aynı hükümdar, kral ya da padişah altında yaşayan insanlar çok kısa sürede yaşadıkları toprakları kutsallaştırdılar ve o toprakların sadece kendilerine ait olduğu gibi bir yanılsamaya girdiler. Dini açıdan bakarsanız Allah’ın dağı taşı diyebileceğiniz bir takım topraklar yeryüzüne gelip en fazla 80-90 sene yaşayacak insanların adeta tapulu malı haline geldi. Dindışından, ya da daha seküler sosyalist bir yerden bakarsanız, tüm dünya insanlarının kardeşliği de havaya uçtu. 

Eskiden tabii ki, o kral ya da padişahın iki dudağı arasında olan adalet ve özgürlük meselesi bugün çok daha kurumsallaştı. En azından zamane padişahlarının iki dudağına rağmen, artık bazı haklarımıza sahip olduğumuzu biliyoruz. Ama geçmişte bir yerden bir yere gitmek için mayınlarla, pasaportlarla, gümrük kapılarıyla korunmuş kapılardan geçmek zorunda değildik. Ve tabii ki her zaman sahip olduğumuz toprağı, tarlayı, kenti, köyü kıskançlıkla koruyorduk ve bunun için tonlarca kan döküldü. Ama bir yerden başka bir yere gitmek için kimseden izin almak zorunda değildik. Yani belki de bugünkü mülteci düşmanlığının normalleşmesini sorgulayacak bir uğrak, aslında ulus-devleti sorgulamaktan geçiyor. Ve hatta mülteciliğin bizim sabitlenmiş gibi duran ezberlerimizi sorgulamak ve insanların dolaşım özgürlüğünü, birden çok evimiz olabileceğini yeniden düşünmek için çok önemli bir vesile olduğunu da düşünebiliriz. 

Bültene kayıt ol