20 Haziran Dünya Mülteciler Gününde Felsefelogos Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Sinan Özbek ile ırkçılık, kapitalizm ve mülteciler konusunu konuştuk.
1- Irkçılık tarihsel olarak nasıl ve ne zaman başladı?
Irkçılık özellikle son yıllarda çok sık duyulan bir kavram. Basından akademisyenlere, sokaktaki adamdan siyasetçiye hemen herkes bir olguyu adlandırmak için bu kavramı kullanıyor. Irkçılık genellikle milliyetçilik kavramıyla birlikte anılıyor. Irkçılık ve milliyetçilik kardeş kavramlar gibi. Ancak bu iki ideoloji arasındaki benzerlikler ve ayrımların bilindiğini söylemek pek mümkün görünmüyor. Daha garip olan en kaba türünden ırkçı görüşlere sahip insanların dahi, bu ırkçı görüşlerini anlattıkları konuşmalarına “ben ırkçı değilim” diye başlaması. Sanki bu ifadeyle ırkçılık lanetleniyor ve ondan azade olunuyormuş gibi.
Kuşkusuz ırkçılık diskursu birçok alt başlığa ayrılarak sürdürülebilir. Irkçılığın diğer ideolojilerle bağları tartışma konusu edilebilir. Ancak sorunuzu net bir şekilde cevaplamak için ırkçılığın bir ideoloji olarak ortaya nasıl çıktığını iki noktaya işaret ederek anlatabilirim. İlkin ırkçılığın tarih sahnesine çıkışı ve sonra da üretim tarzı ve ilişkileriyle bağının ne olduğu.
İlki; Irkçılığın tarihi
Irkçılığın baskıcı, dışlayıcı bir ideoloji olarak ne zaman ortaya çıktığı konusunda farklı görüşler var. Bunlardan ilki tarihin her döneminde ırkçı denebilecek dışlama pratiklerinin olduğunu söylüyor. Antikçağlardaki Yunan-Barbar ayrımını, Hindistan’daki kast sistemini buna örnek veriyor. Bir kısım araştırmacı da tarihin derinlerinde kalmış bu pratiklerin ırkçılığın bir prototipi olarak değerlendirebileceğini söylüyor. Bu ikinci yaklaşım bir tartışmaya girmeden, geçicilik koşuluyla kabul edilebilir. Zaten tarih sahnesine çıkan her ekonomik yapının kendinden öncekilerden izler, öğeler taşıması gibi ırkçılık da kendinden önceki dışlama pratiklerinden öğeler taşır. Benim de savunduğum diğer yaklaşımsa ırkçılığı baskıcı bir ideoloji olarak sömürgecilik dönemiyle ilişkilendiriyor. Irkçılığı kapitalizmin ürünü olan bir ideoloji olarak ele alıyor. Bu ayrımlar önemlidir. Çünkü ırkçılığın ortaya çıkışına ilişkin verilen tarihlerin, oluşturulacak ırkçılık teorisinde belirleyici önemi vardır.
Irkçılık sömürgecilik döneminde ortaya çıkan baskıcı, dışlayıcı bir ideolojidir. 16. yüzyılda azgın bir sömürgecilik yaşanıyor. Özellikle İspanyol işgalciler eylemlerine “uygarlık misyonu” adını veriyorlar. “Uygarlık misyonu” işgal edilen topraklarda karşılaşılan insanların nasıl muhatap alınacağını gösteren bir kavram. Buna göre işgal edilen topraklarda yaşayan insanlar “doğaları gereği aşağı değerdeler” ve “yozlaşmışlar”. Dikkat edilirse burada iki alana vurgu yapılıyor. Yerlilerin hem fiziki, zihinsel özellikleriyle aşağı oldukları ve hem de ahlaksal olarak bozulmuş oldukları söyleniyor. İşte bu daha “az insan” olanlara uygarlık, ahlak taşıma bir misyon oluyor ve işgal için bir temellendirme geliştiriliyor. Bu açıklama kalıbı sadece işgalleri haklı çıkarmak için kullanılmıyor, işgalden sonra da yerlilerin köleleştirilmesinin zemini yaratıyor.
Bu dönemde ırkçılık son derece azılı bir şekilde yaşanıyor ve temel olarak biyolojik özelliklere vurgu yaparak ifade ediliyor. Bu dönemin biyolojik gösterene işaret ederek işleyen ırkçılığı zaten “biyolojik ırkçılık” kavramıyla tanımlanıyor. Türkçede sıklıkla kullanılan “kafatasçı ırkçılık” da çarpıcı bir şekilde biyolojik ırkçılığı ifade ediyor. Modern zamanlara ait olan ırkçılık ise “yeni ırkçılık ya da kültürel ırkçılık” kavramıyla adlandırılıyor. Tanımdan da anlaşılacağı gibi bu ırkçılık türü biyolojik gösterene değil de kültüre vurgu yaparak iş görüyor. Kültürler arasındaki farkların aşılamaz olduğunu söylüyor. Kültürel ırkçılık bir kültürün daha doğrusu beyazın kültürünün üstün olduğunu dahi savunmuyor. İronik bir biçimde kültürler eşit ve değerlidir diyor. Dolayısıyla bu her biri değerli olan kültürler birbirine karışarak bozulmasın. Öyleyse göçmenler anavatanlarına dönsün ve kendi kültürlerini orada devam ettirsin. Görüldüğü üzere kültürel ırkçılık kuzu postuna bürünmüş bir kurt.
Bu anlatılanları muhkemleştirmek için iki soruya cevap vermek gerekiyor. İlkin yukarıda da yazılan Antikçağdaki dışlama pratiklerinin neden ırkçılık olmadığı cevaplanmalı. Deniyorum: Antikçağda köle emeğinin kullanılıyor olması, ırkçı bir ideolojiyle açıklanmamıştır. Çünkü bu olgu, farklı toplumlarda emeğin taşıdığı nitelikle ilgilidir. Kapitalizm öncesi toplumlarda, dolayısıyla kölecilikte de sömürü özgür olmayan emeğe dayanır. Kölenin kendisi zaten özel mülktür. Bu toplumlarda insanların eşit olmayışları hukuken de ortaya konmuştur. Dolayısıyla köle emeğine el konulmasına ırkçı ideolojinin eşlik etmesine gerek yoktur. Kapitalizmde ise sömürü özgür ücretli emeğe dayanır. Bu demektir ki işçi emeğini satıp satmamakta özgürdür. Özgür ücretli emeği ucuza mal etmek ya da kapitalizmde köle emeği kullanmak, bu işleyişe eşlik eden ırkçı ideolojiyle mümkündür. İkinci cevap bekleyen soru ise tarih boyunca karşılaşılan antisemitizmin ırkçılık olup olmadığıdır. Deniyorum: Antisemitizm ırk öğretisi olarak oldukça yakın zamanlarda ortaya çıkmıştır. Yahudilerin Orta Avrupa’da ekonomik alanda rekabet edebilecek bir güç olarak ortaya çıkmasıyla birlikte onlara karşı bir azgın ırkçılık başlıyor. Yahudilere karşı yapılan ekonomik rekabete ırkçı ideoloji eşlik ediyor. Tarihteki antiyudaizm ise dinsel renkli bir dışlama pratiği, bir düşmanlıktır.
İkincisi; Irkçılık kapitalizmin ürünü
Alex Callincos’un da belirttiği üzere ırkçılık kapitalizmin dünya ölçeğinde bir üretim tarzı olarak kendini dayatmasıyla ortaya çıkmıştır. Temel olarak ırkçılığın ortay çıkışı 17-18. Yüzyılda köle emeğinin kullanımıyla ilişkilidir. Bu tarihlerde Yenidünya’daki plantajlarda muazzam bir emek gücü toplanmıştır. Bu işçiler köle emeği olarak kullanılmaktadır. İşte ırkçılık da orijinal haliyle bu plantaj aristokrasisinin ideolojisidir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta plantajlarda kullanılan köle emeğinin kapitalizm içinde olmasıdır. Bu, yani kapitalizm içinde köle emeği kullanmak arıza bir durumdur. Kapitalizmde emeğin özgür oluşuna ters düşen bir durumdur. Tam da bu nokta, ırkçılığın işlevsel bir anlam kazandığı yerdir: Eşitlik, kardeşlik, özgürlük burjuva devriminin temel ilkeleriydi. Oysa gerçekte burjuva toplumunda eşit, kardeş ve özgür olmayanlar var. Kapitalizm, bu çelişkisini açıklamak zorundadır. İşte ırkçı ideoloji kimi insanların aşağı değerde olduğunu ileri sürerek, söz konusu sorunu etkili bir şekilde sorun olmaktan çıkarıyor. Eşitlikçi, özgürlükçü kardeşçe bir dünya vaat eden burjuva toplumunun bu şizofren görünümü ancak köleleştirilenlerin, “zenci”nin insan olmadığının ilan edilmesiyle aşılabilir. Bu insanların insan olmadığını anlatmak da bilimin yardımıyla olacaktır. Burada tartışmasına girmek istemediğim Linne, Buuffon, Gobineau, Bernier, Blumenbach ve hatta Kant ve diğerlerinde temsilini bulan sahte bilimsel açıklamalar da tam bu aşamada devreye giriyor. İnsanların farklılıkları ırk kavramı üzerinden açıklanıyor. Bu sahte bilimsel açıklamalar insanların hiyerarşik bir sınıflamasına yol açıyor. Bu hiyerarşiye, etik ve estetik değerler de monte ediliyor.
Şimdi yukarıda anlatılanlara itiraz edilebilecek bir açık nokta var: Kölecilik temel olarak tarihe mal olduğuna göre günümüzde görülen ırkçılığı nasıl açıklayabiliriz? Kölecilikten kalma bir ideolojik artık mı günümüzde ırkçılık? Cevaplamayı deniyorum: Irkçılık son derece işlevsel ve yeni koşullara cevap üretebilen bir ideolojidir. Biyolojik ırkçılık Nazilerin kullandığı etkin ideoloji olmakla yıpranmıştır. Bunun gibi ırkçılığın “bilimsel” açıklamaları da sahte bilim olmakla mahkûm edilmiştir. Ancak günümüzde ırkçılık kültürel ırkçılık olarak varlığını sürdürmektedir. Bunu nasıl açıklamak mümkündür? Öyle görünüyor ki kapitalist üretim ilişkisi ırkçılığa ihtiyaç duyuyor. Bu ihtiyacın nedenlerini Callincos’tan özetliyorum:
1) İşçiler arasında da ekonomik rekabet vardır. İşçiler kalifiye olanlar ve vasıfsız olanlar diye ayrılır. Bu şekilde tasnif edilen işçiler farklı ücretlerle çalıştırılır. İşte bu tür bir ayrım farklı uluslardan işçiler arasında yapılmaya başladığında ırkçılık kendini gösterir.
2) Egemen ulusa mensup işçi ırkçı ideolojiden etkilenir. Irkçılık egemen ulus mensubu işçinin kendisini patronuyla özdeşleştirmesini sağlar. Bu anlamda ırkçılık amansız bir dünyada bir barınak olur. Tıpkı Marx’ın dine atfettiği rol gibi.
3) Kapitalistler açısından ırkçılık işçi sınıfını bölmeye son derece elverişli bir ideolojidir. Egemen ulusa mensup işçinin kendisini patronuyla aynı aidiyette görmesini sağlar. Bu da sınıf bilincinin gelişmesini engeller ve sınıf dayanışmasını sekteye uğratır.
2- Irkçılık ve kapitalizm ilişkisi nasıl kurulabilir?
Bir önceki sorunuza cevap vermeye çalışırken ırkçılıkla kapitalizm arasındaki bağa da işaret etmiş oldum. Ama bu sorunuzla birlikte sözünü ettiğim bağı daha da netleştirme fırsatı verdiniz.
Şimdi yukarıda sıralanan üç madde de ırkçılığın ideoloji olarak gerekliliğine işaret ediyor. Irkçılığın kapitalistler açısından vazgeçilemez bir ideoloji olduğunu anlatıyor. Bu noktada sorulması gereken ırkçı ideolojiyle kapitalist ekonomi arasında dolaysız hatta organik bir bağın olup olmadığıdır. Werner Ruf, ırkçılığın ortaya çıkışı ve burjuva toplumunun gelişimi arasındaki paralelliğin, ırkçılığı kapitalizmin ürettiği bir ideoloji olarak açıklamaya yetmeyeceğini söylüyor. Irkçılığı kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı, dolayısıyla bu anlamda dolaysız bir bağın söz konusu olduğunu iddia edebilmek için bu bağın nerede ve nasıl kurulduğunu göstermek gerekiyor. Bunun için de konuşmama bir alt başlık açmam gerekiyor:
Irkçılık, Değer Yasası ve kâr oranlarının düşme eğilimi
Ruf, bu sorunu işlerken Callincos’un da işaret ettiği kapitalist toplumda emeğin özgür oluşuyla başlıyor: Kapitalizmle birlikte insanlık tarihinde ilk defa işgücü özgür olarak pazara sürülmüştür. Yani işgücü, fiyatı iş pazarında belirlenen ve özgürce satılan bir metadır. Ama pazara çıkmış işgücü, yine aynı pazarda değişime sokulan diğer bütün metalardan farklı bir niteliğe sahiptir. Bu farklı nitelik de işgücünün değerin kaynağı olmasıdır. İşgücünün bir ücretle satılması sadece görünüşte eş değer bir değişimdir. İşgücünün tam olarak karşılığının ödenmesi, artı değerin de ortadan kalması demektir. Ücretli emek ilişkisinin sunduğu görüntü, işçinin yaptığı işin karşılığını ücret olarak aldığıdır. Sanki eş değer bir alışveriş varmış gibi. Oysa eş değer bir alışveriş söz konusu değildir. Çünkü meta olarak işgücünün bedeli, ürünle ölçülmez. Metanın değeri pazarda belirlenir. Öyleyse Ruf, haklı olarak ücretin bir aldatmaca olduğunu ileri sürecektir. Bu neden böyledir? Çünkü işçi, işgücünü patrona sattığı süre içinde artı emek de üretmiştir. Bu artı emeğin içinde yatılan değer de artı değerdir. Bu artı değere de üretim araçlarının sahibi el koyar.
Ruf’un ırkçılığın kapitalist üretim ilişkisiyle bağını tartışırken ele aldığı ikinci husus oldukça önemlidir. Bir vefa borcu olarak değerlendirilsin: Şimdi Ruf’tan aktaracaklarım, son derece keskin bir analizdir ve sorunu bütün yalınlığıyla göz önüne serer. Yine eklemeliyim ki Ruf bu analiziyle ırkçılık diskursunda merkezi önemde görüş üretmiştir.
Ruf, kapitalizmin Marx’tan beri iyi bilinen “değer yasası”nı tartışarak sürdürüyor. Irkçı ideolojinin değer yasasıyla ilişkisini çok detaya girmeden aktarmaya çalışıyorum: Değer yasasında değişken sermaye (variablen kapital=v) ve sabit sermaye (konstante kapital=c) ilişkisi dolayımıyla artı değerin ortaya çıkışı anlatılır. Bir metanın değeri, bu metanın üretimi için gerekli olan gerekli toplumsal, ortalama genel emeğe karşılıktır. Yani bir metanın değeri, o metayı üretmek için zorunlu olan, toplumsal ortalama gerekli emek zamanıyla belirlenir. Bu demektir ki değer yasası zorunlu olarak sermeyenin organik terkibiyle ve kâr oranlarının düşüş eğilimi yasasıyla ilişkilidir. Bir başka şekilde anlatılmak denenirse; işçi kendi çalışma süresinde ücret olarak ödenen değerden daha fazla değer yaratır. Bu artı değer el koyan kapitalist iki seçenekle karşı karşıyadır. Ya el koyduğu artı değerler yeni üretim araçlarına yatırım yapar ya da yeni işgücü satın alır. Yeni işgücü satın almak, makineleri haddinden fazla çalıştıracağı için genellikle yeni işgücü almaktan kaçınılır. Bu durumda patron daha az işçinin çalışmasını gerektiren yeni makineler satın alır. Bu, sermayenin organik terkibinin değişime uğraması demektir. Yani bu durumda sabit sermeye değişken sermayeye oranla büyümüştür. Bir başka ifadeyle makine kapasitesi, işçilere ödenen ücret oranının çok ötesinde büyümüştür. Bu durumda ücretli işçi sayısının artacağı ya da ödenen ücretlerin genel miktarının artacağı düşünülür. Şimdi bu durumda sermayenin organik terkibini c’nin lehine büyüten patron bir pazar avantajı yakalar. Artık bu aşamada da bir rasyonelleştirme baskısı söz konusu olur. Bunu ilk başlatan patron da önemli avantajlar edinir. Söz konusu patron, ürettiği malları ya “ortalama fiyata” satar ya da aynı metayı daha yüksek maliyetle üreten patronları pazarda sıkıştırabilir. Öyle ki bu baskı rakipleri ürettiği metaları maliyetine satmaya zorlamaya kadar varabilir. İşte tam da bu aşama iflasların ve tekellerin oluşmaya başlamasıdır.
Buraya kadar kapitalist üretimde elde edilen artı değerin sabit sermayeye dönüştürülmesinden söz ettim. Ama kapitalist hep bu yolu tutmak zorunda değildir. İkinci yol da tercih edilebilir. Yani yatırımı değişken sermayeye yapabilir. Zaten sermayenin artı değer üreten kısmı da değişken sermayedir. Bu demektir ki artı değerin artırılması temel olarak, değişken sermaye giderlerinin düşürülmesine bağlıdır. Yeni teknolojiler alınmadan ve mevcut makineler yenilenmeden değişken sermaye giderlerinin düşürülmesinin çok çeşitli yolu vardır. Bunları Ruf detaylı bir biçimde tartışıyor. Ben, sadece sorunuzla dolaysız ilgisi olanı alıyorum: İşgücü arzının satılık ucuz işgücü ithaliyle arttırılması. Bu, ortalama ücretlerin düşmesini sağlar. Bu uygulama ırkçılık diskursu için son derece önemlidir çünkü göçmen işçiler bu noktada tartışmanın konusu oluyor. Bu vesileyle sonraki sorunuza cevap verme zeminini de yakalamış oluyoruz.
3- Irkçılığın göçmenlik olgusuyla ilgisi nedir?
Burada anlatılanlar kapitalist üretim tarzının daha yüksek bir düzeye çekilmesinin, sermayenin organik terkibinin sürekli değişimine bağlı olmasıdır. Bu, kapitalist üretim tarzının özüdür. Patronlar arasındaki asıl rekabet pazar aşamasında olan değil, aslında değerin yaratılma aşamasındadır. Yani kapitalist sabit ve değişken sermaye ilişkisini öyle oluşturmalıdır ki artı değer üretimi en uygun şekilde gerçekleşsin. Artı değerin üretilmesi de tamamen meta olarak işgücünün fiyatına bağlıdır. Meta olarak işgücünün daha net tanımlanması için, değerle fiyatın aynı şey olmadığı hatırlanmalıdır. İşgücü kendi değerine eşit olmayan bir fiyata satılır. Ama bütün metalar gibi işgücünün de bir nesnel değeri vardır. İşgücünün fiyatı, işgücünün yeniden üretimi, yani gelecekte işgücü olarak kullanılacak çocukların yetiştirilmesi ve eğitimini de kapsar. Şimdi olguya böyle bakmakla işgücünün değeri ve fiyatı ve de emeğin uluslararasılaşması sorununa varılır. İşte tam da bu nokta kapitalist üretim tarzında ırkçılık ideolojisinin temelleneceği, sökün edeceği yerdir.
Sermayenin organik terkibini değiştirerek kâr oranlarını artırmanın en akıllıca yolu, işgücünün ucuz olduğu yerlere taşınmak ya da işgücünü o ucuz olduğu yerden çekip almaktır. Bu her iki durum da ırkçılığın ortaya çıkmasının koşulunu yaratır.
Şimdi üretim ilişkileriyle ırkçı ideolojinin bu ilişkisinin daha da netleşmesi için soruları tekrarlıyorum: Değer yasasının, kâr oranlarının düşüş eğilimi yasasının, yeni uluslararası iş bölümünün, işgücü göçünün ırkçılıkla nasıl bir bağı var? Nasıl oluyor da değer yasasından ve kâr oranlarının düşüş eğiliminden kaynaklanan “üçüncü dünyanın” işgücünün sömürülmesi, bir üst yapı olgusu olan ırkçı ideolojiyle bağlanıyor? Yukarıda da anlatmaya çalıştığım üzere kapitalist açısından sorun, ücreti ödenen emekle ödenmeyen emek arasındaki farkın sürgit artırılmasıdır. Bu, işgününün uzatılması ve meta olarak işgücünün sürekli olarak değerinin altına çekilmesiyle mümkün olur. Her iki durumda da işgücü olarak kullanılan insanın “aşağı” olarak tanımlanması, anlatılması gerekir. Bu insanlar aşağı değerdedir, çünkü işgücünün altında bir değer karşılığına çalışmak zorundadır. Yine bu insanlar “alt insandır” çünkü işgününün tarihsel olarak denenmiş sınırlarının daha ötesine uzatılması gerekmektedir. İşte tam da burası ırkçı ideolojinin varlık kazandığı noktadır. Irkçılık tam olarak tarihsel-ahlaksal yeniden üretimle, fiziki yeniden üretim arasındaki farklılıktan ortaya çıkıyor. Zira burada insan olarak “değer belirlemesi” doğa içinde çözülüyor. İnsan olan, hayvan doğasına indirilerek değerlendiriliyor. Bir başka açıdan anlatılırsa, sermayenin artı değer üreten kısmı olan değişken sermaye giderini düşük tutmanın bir yolu olarak ucuz emek gücü ithal etmeye başvurulur. İşte günümüzde bu emek gücü yabancı, göçmen işçiler üzerinden sağlanır. Kapitalizmin krizini aşma yöntemlerinden biri olarak başvurduğu bu ucuz emek ithali günümüzde ırkçı ideolojinin bağlanacağı noktadır. Şimdi umuyorum, “Afgan çobanlar, göçmenler geri gönderilirse önce sanayiciler rahatsız olur” vb. ifadeler tam bir içerik kazanmış oldu…
Bir de eklemem gerekir; soruna böyle bakmak, zımnen bir tespit daha yapmış olmaktır. Her nerede kapitalist üretim ilişkileri varsa orda şu ya da bu biçimde ortaya çıkacak olan bir ırkçılık mevcuttur. Bu ırkçılıklarda tarihsel bağlardan kaynaklanan kimi farklılıklar olsa da sonuç değişmez. Dolayısıyla herhangi bir kapitalist ülke, ırkçılık olgusunu “Batılı” bir olgu olmakla açıklayamaz, bu yolla kendi içindeki ırkçılığı saklayamaz.
4- Ülke sınırları, yurttaşlık vb. kavramlar konusunda sol ne düşünmeli, neyi savunmalı? Yurtseverlik, milliyetçilik vb. kavramlar ırkçılığın bir biçimi midir?
Sorunuzun son şıkkından başlarsam, hayır değildir. Bunlar farklı ideolojilerdir. Birbirlerine yakın olmaları ve hatta yer yer karıştırılmaları, aynı ekonomik sistemin, farklı sorunlarını aşmak için kullanılıyor olmalarıyla ilişkili.
Sorunuzun diğer kısmına gelirsem; “sol” kavramı genişçe bir yelpazeyi içine alıyor. İzin verirseniz ben bu soruyu Marksist sol açısından cevaplayayım. Sınıflar ayrımı üzerine oturmuş bir düşünce, emek üzerinden değerlendiren bir düşünce enternasyonalist bir bağlama yerleşir. Yani “işçi sınıfının vatanı olmadığını” söyleyen güçlü ifade anlam kazanır. Zaten kapitalist sistemin temel özelliklerinden biri sınırları parçalaması ve yukarda söylediğim gibi ucuz emek gücüne şu ya da bu şekilde ulaşmasıdır. Bu demektir ki göçmen işçi olmak; bir istek, bir zevk olgusu değil, kapitalizmin acımasız bir sonucudur. Bu kavramları göçmenlik olgusuyla yan yana tartışmak, Marksist solun bir yöntemi olamaz. Ama bunu söylemem bir başka bağlamı tartışırken durum değişir. Emperyalist bir işgal, saldırı karşısında “ata topraklarını” savunmak Marksist sol açısından kıymetlidir. Ama bu söylediğimden, mevcut bir komplo teorisine malzeme çıkarmaya kalkışılmamalı: Yani ülkelerin demografik yapısını değiştirmek için emperyalistler insanları hedef ülkeye göç etmeye zorluyor değil…
5- 20 Haziran Dünya Mülteciler Gününde ırkçılığa karşı mücadelenin öneminden bahseder misiniz?
Bütün bu konuştuklarımızdan hareket ederek düşünürsek, ırkçılığa karşı mücadele kapitalizmin yol açtığı bir felakete karşı mücadele etme anlamına gelir. Yani antikapitalist bir eylem hattıyla birleşir. Zaten sanıyorum ki ırkçılığa karşı mücadele ettiğini söyleyenler; bu rotayı, bağlantıyı kuramazsa başarılı olması mümkün olamayan yollara girer. Kapitalizm, emek sömürüsü bağı kurmadan sürdürülen her tartışma, bir noktada zaafa uğrama potansiyelini taşıyor.
İşte samimiyetlerine, iyi niyetlerine son derece güvendiğimiz insanların, mülteciler hakkında konuşurken ifade ettikleri “rahatsızlıklar” da bu bağı kurmamalarından ya da kuramamalarından kaynaklanıyor. Dolayısıyla olguyu sadece bir insan hakları, etik sorun olarak ele almak yetmiyor. Etik duyarlılıktan dolayı ırkçılık karşıtı bir şeyler yapmak gerektiğini düşünenlerin, harekete geçmek isteyenlerin atması gereken bir adım daha var. Bunu söylerken etik duyarlılığı asla küçümsemiyorum. Son derece anlamlı buluyorum. Anacak sizin sorularınızla ortaya çıktığını düşündüğüm, ırkçılığın bir sistem sorunu olduğunun görülmesinin önemli olduğunu vurgulamak istiyorum.