5 soruda bir arada yaşamı savunmak

16.05.2022 - 09:13
Haberi paylaş

Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV) kurucularından Prof. Dr. Ferhat Kentel ile vakfın faaliyetlerini konuştuk.

1- BAYETAV ne zaman ve kimlerle kuruldu, yola çıkış amaçlarınız nelerdir?

BAYETAV iş insanı Ali Rıza Çelik’in hayali, inisiyatifi ve daha sonrasında benim ve başka arkadaşların katılımıyla 2020 sonunda kuruldu. Amacımız Türkiye’de sürdürülen kutuplaşma ve gerilimlerin ötesine geçip “bir arada yaşamak” konusunda adım atmaktı. Bu adımları sosyoloji, felsefe, edebiyat gibi alanları içeren “insan ve toplum bilimleri”, topraktan tarıma, gıdaya, sofraya ve atıklara kadar uzanan “hayat bilimleri” ve bütün bunları anlatmanın bir yolu olarak “sanat ve tasarım” alanlarında atmak üzere çalışmalar yapmaya başladık. Ancak bu üç alanı birleştiren ya da hepsinin içinden geçen bir de “eğitim” meselemiz var. Bir arada yaşamak için insanın insanla karşılaşması, tanışması ve muhabbet etmesi lazım. Ama mesele sadece insan-insan ilişkisi değil; insanın doğayla da bir arada yaşaması hayati bir mesele… Ve bunları çocukluktan itibaren öğrenmemiz ve içselleştirmemiz gerekiyor. Bu nedenle eğitim çok önemli ve vakıf olarak eğitim kurumları kurmak gibi bir amacımız var.

2- Farklılıklarımızla bir arada yaşama ilkesi neden önemli. “Burası bizim evimiz, farklı olanları, göçmenleri, başkalarını istemiyoruz” diyenlere nasıl yaklaşmalıyız. Dindarlık, laiklik, sekülerlik, yaşam tarzı gibi konular etrafında oluşmuş toplumsal kutuplaşmaları nasıl aşarız?

Bugün itibariyle “dışarısı” olarak tabi edilen ve ulusal sınırlarımız dışından gelen insanlara karşı gösterdiğimiz tavırla, yıllardır bir arada “bulunduğumuz” insanlara karşı gösterdiğimiz tavırlar aslında çok farklı değil. Düne kadar başkalarına karşı duyulan güvensizlik üzerine yapılan araştırmalarda en az güvenilen insanlar arasında “Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, ateistler, eşcinseller” sıralamanın en tepesinde yer alıyordu. Bugün bu kategorilerin en üstüne “Suriyeliler” çıktı. Yani “ötekiler” olarak damgalamayı öğrendiğimiz insanlar değişebiliyor ama “damgalamanın” kendisi değişmiyor. Çünkü yaşadığımız toplumda ne yazık ki, geçmişin travmatik birikimi, aldığımız eğitim ve sosyalizasyon süreçleri bu damgalanma / damgalama pratiğini hep besliyor. 

Özellikle Türkiye’de yaşayan insanlar olarak, hemen hemen herkesin siyasal, kültürel ya da ekonomik olarak dertleri ve travmaları var. Daha da önemlisi geçmiş tecrübelerinden, hafızasından gelen korkuları var. Korkularından, travmalarından kaynaklı olarak başkaları hakkında önyargısı olan insanlara “yanlışsın” demenin hiçbir anlamı yok. Üstelik bütün bu insan toplumunun, çok ciddi sorunları olan otoriter ve ötekilere düşmanlık öğreterek sürdürülen bir eğitimden geçtiğini düşünürsek, başkaları hakkında “hoşgörü” sahibi olmalarını beklemek pek mümkün değil. Ortalamaya kıyasla “farklı” olan insanların haklarını savunurken, onların da “hakları olan insanlar” olduklarını anlatırken, önyargısı olan insanları da tanımak ve anlamak gerekiyor. Kendisini “esas sahip” olarak düşünen sıradan insanların da yaralarına, korkularına dair güven verici bir cevap üretebilirsek, bütüncül bir arada yaşama imkânını yaratabiliriz.

3- Vakıf çalışmalarınız göçmenlerle ilgili alanlarda oluyor mu, göçmenlerle bir arada yaşama, dayanışma konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Vakıf olarak, şu ana kadar Türkiye çapında büyük bir saha çalışması içeren “Türkiye’de bir arada yaşarız” araştırmasını yaptık. Bir bakıma sürekli kutuplaşmalardan bahsedilen bir ortamda, bir arada yaşamanın potansiyelini anlamaya çalıştık. Ancak biz aynı zamanda İzmir’e yerleşik bir vakıfız. Çalışmalarımızı İzmir yerelinde yürütmeye, İzmirli olmanın, İzmir’de olmanın anlamlarını tartışmaya çalışıyoruz. Yani genel olarak Türkiye toplumu ve İzmir şehri arasında bağlantı kurmaya, bu yönde kültürel, sosyal, akademik faaliyetler yürütmeye çalışıyoruz. Tabii ki, göçmenler de bizim “bir arada yaşama” derdimizin bir parçası. En azından yaşadığımız ülkede yaklaşık olarak hepimizin göçmen olduğumuzu söylemek yanlış olmaz ve çalışmalarımızın doğal bir parçası olarak göçmenlik de yer alıyor. Dolayısıyla sadece göçmenlerle sınırlı somut bir çalışma yapmadık ama göçmenlerle ilgili yapılan çalışmalara da elimizden geldiği kadar katılmaya çalışıyoruz.

4- Çevre duyarlılığı, ekoloji ve toplumsal barış konuları niçin birlikte ele alınmalı. Birbirlerine etkileri konusunda ne düşünüyorsunuz. Bir arada yaşama konusunda eğitimin önemi nedir?

Modernist ideoloji bizi insanın doğa karşısında üstün bir varlık olduğuna inandırdı. Modernist ideolojinin bir türevi olarak ulus-devlet ve milliyetçi ideolojiler de bazı insanların başka insanlar üzerinde daha üstün olduğuna inandırdı. Ayrıntılara girmeden söyleyecek olursak, toplumsal piramidin en altında olan insanlar da dahil olmak üzere, ilerleme, kimlikler gibi alanlarda korkunç kibirli toplumlarda yaşıyoruz. Antroposen adı verilen, insanın üstünlüğünü merkeze koyan ve tevazu yoksunu bu zihniyetin yaptığı en önemli zarar da her şeyi ve herkesi genel bir model uyarınca ayrıştırmak oldu. Çünkü ancak bu şekilde gücün ve güçlünün yönetiminin ve yaptıklarının “doğal” olduğu kabul edildi. 

Şimdi yapmamız gereken şey, her şeyin birbiriyle ilişkili olduğunu ve insanın ve toplumun karmaşık varlıklar olduğunu söylemek ve anlatmak olacak. En basitinden doğa muhteşem bir bio-çeşitlilik içeriyor. Kullandığımız gübre, hormonlar ve tarım ilaçları bitkileri dönüştürürken, insanların beslenme zincirini de değiştiriyor. Her geçen gün doğadaki çeşitlilik azalırken, giderek fakirleşmiş bir ekoloji içinde yaşamaya mahkûm oluyoruz. İşin bir diğer kötü yanında ise insan çeşitliliği de benzer bir fakirleşmeye düşüyor. Memleketi batısından doğusuna kadar örten, estetik yoksunu, iklimle bağlantısını koparmış aynı tür beton binalara başımızı sokarken, içi hormon dolu domatesleri, koruyucu adı altında kimyasal katkı maddeleriyle dolu ürünleri tüketiyoruz. Benzer tüketim kalıplarına giren insanlar benzer kibirler ve tasniflerle, en genelde güçlü olanların iktidarını yeniden üretiyor. 

5- Göçmen düşmanlığı, ırkçılık, ayrımcılık vb. konular eğitimle aşılabilir mi?

Bu kısır döngüden çıkmak için, öncelikle insan ve doğanın iç içe ve karmaşık ilişkisini anlamamız gerekiyor. Tekil olarak insanın tek bir boyuttan oluşmadığını, insanın bizzat kendisinin hafızasıyla, eğitimiyle, cinsiyetiyle, anadiliyle, inançlarıyla çok çeşitli olduğunu, dolayısıyla toplumun da bu çeşitliliğin bir türevi olduğunu; insanın ancak başka insanlarla, insanın aynı zamanda doğayla birlikte ve iç içe olabileceğini öğrenmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bizim eğitim ve sivil toplum faaliyetleri vasıtasıyla kimsenin kimseden üstün olmadığını, insanın doğadan üstün olmadığını anlatmamız ve daha da önemlisi “yaşamamız” lazım. Eğer bu karmaşık ilişkiler demetinin bir boyutunu öğrenebilirsek, diğer taraflarını da öğrenmemiz ve bütünleşik bir şekilde bir arada yaşamak biraz daha mümkün olur.

Bültene kayıt ol