Önce, 2 Ağustos’ta çıkan yasadan önceki yani yasaya giden süreci ve sonrasını, ayrıca Hayvan Yaşam Özgürlük İnisiyatifi’nin bu yasaya karşı neler yaptığını ve neler yapmayı planladığını sorayım.
Can Irmak Özinanır: Aslında biz Hayvan Yaşam Özgürlük İnisiyatifi’ni kurduğumuzda, yani yaklaşık 2,5 yıl önce, henüz yasa değişikliği net olarak gündemde değildi. Ama hükümet kanalından, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’ndaki 6. maddenin değiştirilmesine dönük bir istek olduğunu biliyorduk. Bu madde, köpeklerin ve kedilerin belediyeler tarafından kısırlaştırılıp, aşılatılıp ya da tedavi amacıyla barınağa konulduktan sonra tekrar yaşadıkları yerlere bırakılmasını öngörüyordu; bunun değiştirilmesi istendiğini biliyorduk. Bu yüzden de Hayvan Yaşam Özgürlüğü İnisiyatifi’ni kurduk.
Bunun arka planında şöyle bir şey vardı: Yıllar içinde medyada artan bir hedef gösterme faaliyeti başlamıştı. Hem medyada hem sosyal medyada, gazetelerde, haber sitelerinde “başıboş köpek terörü” başlıklı haberlerin sayısı giderek artmaya başlamıştı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinden biliyoruz ki, bu tür haberler çoğalmaya başladığında bunun mutlaka yasal bir düzenlemeyle desteklenmesi arkasından gelir. Aslında böyle de oldu. Biz daha yasa gündeme gelmeden eylemlere başlamıştık, ama bunlar daha küçük kapsamlı işlerdi. Yasa gündeme geldikten sonra bu çabalarımızın boşa gitmediğini gördük ve sokağa daha kitlesel biçimde çıkmaya başladık.
İnisiyatifi kurarken bir amacımız da aslında bunun diğer alanlarla olan bağlantısını kurmaktı. Türkiye’de bir hayvan hakları hareketi vardı; bu konuda çeşitli duyarlılık gösteren kesimler vardı. Çok sınırlı olmakla beraber soldan da buna duyarlılık gösteren kesimler vardı. Ancak genel olarak sokakta yaşayan hayvanlara dönük eylemlerin liderliğini yapanlar; bunu politik bir mesele olarak görmeyen, diğer alanlardan tamamen soyutlayan ekiplerdi. Bunlar, içlerinde daha milliyetçi, sağcı diyebileceğimiz unsurların çokça olduğu kesimlerdi. Hem solun dikkatini biraz daha buraya doğru çekebilmek hem de aslında bunun politik bir mücadele olduğunun altını çizebilmek için inisiyatifi kurduk ve 2,5 yılı aşkın süredir de mücadele etmeye devam ediyoruz.
Konu zaten bağlamak istediğim yere gelmiş oldu. Şimdi Türkiye’de bir süreç tartışması var. Gerçi tam olarak barış ya da çözüm süreci de demiyorlar, “Terörsüz Türkiye” diyorlar. Türkiye toplumunda barışı sağlamak yalnızca belli bir grup içinde mi çözülmesi gereken bir şey? Yoksa hayvanları bu barış talebinin dışında tutabilir miyiz? Yani hayvanlara barış gelmeden insanlar için bir barış olması mümkün olur mu?
Burada bence iki şeyi birbirinden ayırmak gerekiyor. Birincisi, “genel olarak barış” dediğimiz şey çok boyutlu bir şey. Hayvanları da, insanları da, Türkiye’deki bütün dışlanan, ezilen kesimleri de kapsaması gereken bir şey. Totalde kalıcı bir barışın kapitalizm koşullarında mümkün olup olmadığı üzerine düşünmek gerekiyor. Ama daha spesifik, daha somut bir düzlemde baktığımızda, bugünkü süreçte Kürt sorunundan söz etmek gerekiyor. Burayı olduğu gibi “genel barış” konsepti altında değerlendirmek çok kolay değil. Çünkü Kürt sorunu bu ülkenin en yakıcı sorunu haline geldi. Son 40-50 yıldır süren bir mücadele, savaşa dönüşmüş bir durum var ortada. Dolayısıyla çok fazla acılar çekildi. İlk olarak, ben bunun sona ermesi yönündeki her türlü çabayı çok değerli bulduğumu söylemek zorundayım. Çatışmanın sona ermesi, Kürt sorununda yetersiz de olsa bir pencerenin, bir kapının aralanmış olması, bunların hepsi çok önemli şeyler. Burada müzakere eden iki taraf var: bir tarafta Kürt hareketinin kendisi var, öbür tarafta devlet var. Açıkçası, her şeyi Kürt hareketinin sırtına yüklemenin doğru olmadığını düşünüyorum.
Elbette ki, DEM Parti’den ve Kürt hareketinin diğer unsurlarından şöyle bir talebimiz var: Kendi öne sürdükleri paradigmalar dolayısıyla ve ekolojik perspektifi öne sürmelerinden dolayı, hayvan haklarını bu mücadelenin bir parçası haline getirmeleri talebimiz var. Ama bu süreçte bunu tamamen Kürt hareketinin sırtına yüklemek doğru olur mu, emin değilim. Ancak bu tartışmanın açtığı alanda, müzakere masasında olmayan ama daha demokratik, daha eşit, daha adil bir Türkiye’nin oluşması için uğraşan, Türkiye’de mücadele eden diğer güçlere düşen, bu açılan kapıyı her yönden zorlamak. Yani bir yandan Kürt halkıyla barışı talep ederken, bir yandan hükümetin artan otoriterizmine, şu anda CHP üzerinden yürüttüğü baskılara karşı çıkmak. Bir yandan hayvan haklarını talep etmek, geçen yıl geçen katliam yasasının iptal edilmesini talep etmek. Dolayısıyla barış başlığını genişletebilecek olan, aşağıdaki muhalefet, toplumsal muhalefetin kendisidir diye düşünmek lazım.
Bence Türkiye’de şu yaygın: “Süreç başladı, ne işe yarıyor ki? Hayvan haklarında gelişme mi oluyor? Demokrasi genişliyor mu? Ücret sorunumuz çözülüyor mu?” vesaire gibi. Bütün bunları sadece soru biçiminde yöneltmek bana, kendimizi ve Türkiye’de yaşayan kitleleri pasif bir yere konumlandırmak gibi geliyor. Mücadele edenlerin tam tersine yapması gereken, bu açılan boşluklardan ilerlemeye çalışmak, orayı doldurmaya çalışmak, orayı bir tür eşitlik, özgürlük, demokrasi mücadelesiyle doldurmaya çalışmaktır. Hayvanlar elbette ki bu mücadelenin en önemli parçalarından bir tanesi. Genel anlamda barış (ki bu bence sömürüsüz bir dünyaya tekabül etmek zorunda) düşünülüyorsa, bunun için hayvanları dışlayarak bir şey yapmak mümkün değil. Hemen burada bir referans da vermiş olayım: Hakan Yurdakul, Sendika.org sitesinde “Hayvanlar ve Barış” diye güzel bir yazı yazmıştı. Burada bunu çok iyi bir şekilde tartışıyor.
Bu son bir senelik süreçte hayvanlara yönelik ses oldukça yükseldi. Bir dönem Ankara bunun merkezi oldu. Ama bu enerjiyi kalıcı bir hak mücadelesine dönüştürmek sanki çok başarılamadı. Bunun için nasıl bir yol haritası çizmek gerek? Zaten Hayvan Yaşam Özgürlüğü İnisiyatifi olarak kesişimsel bir perspektiften bakıyor. Hayvan özgürlüğü mücadelesi, kadın mücadelesi, ekoloji hareketi, barış hareketi arasında nasıl bir kesişim görüyorsunuz? Bu grupları ortaklaştırıp beraber bir çözüm arayışına nasıl gidilebilir?
Şimdi bu mücadele kalıcılaştırılabildi mi konusunda erken bir hüküm vermemek gerektiğini düşünüyorum. Çok kullanılan bir tabirle, cin şişeden çıktı ve artık hayvan hakları mücadelesi üzerine konuşuluyor, tartışılıyor ve bu mücadele bir şekilde sokakta yürümeye devam ediyor. Her zaman o en kitlesel olduğu andaki gibi olmayacaktır. Bunun olmayacağını zaten biliyorduk. Hareketlerin ileri sıçrama dönemleri vardır, geri çekiliş dönemleri vardır. Ama başta da söylediğim gibi, biz Hayvan Yaşam Özgürlük İnisiyatifi’ni kurarken bu meselenin hepimizi ilgilendiren bir mesele olduğunu ve dolayısıyla aslında ezilenlerin mücadelesinin bir parçası olduğunu öne çıkarmaya çalışmıştık. Bence Türkiye’deki iktidarın gidişatı açısından da çok vurucu bir nokta var: Birdenbire biz niye “başıboş sokak köpekleri” gibi bir şeyden bahsetmeye başladık?
Birden “Güvenli Sokaklar” adı altında aparat dernekler kurulup, bu her yerde işlenmeye başladı. Bu bir tür şeye tekabül ediyor: Hükümetin gerilemeye başladığı, genel olarak eski yönetme kapasitesini kaybetmeye başladığı bir momente denk düşüyor. Otoriterleşmeyi de bu çerçeveden okumak gerekiyor belki. Dolayısıyla hayvanlara dönük saldırı, otoriterleşmenin, otoriterizmin bir saldırısıdır. İktidar bloku, daha sınırlı bir tabanı çeşitli konular etrafında kemikleştirmeye çalışıyor. Artık geniş bir hegemonik kapasite sağlayamayacağını biliyor; daha küçük, aşırı sağın belki de en keskin uçlarını kendi bünyesinde çelikleştirmek isteyen bir iktidar blokuyla karşı karşıyayız.
Zaten öncesinde başlayan hayvanlara dönük saldırılarla belki de eş zamanlı giden en önemli gündemlerden birisi, Türkiye’de LGBTİ+’lara dönük saldırganlık. LGBTİ+’ların varlığının suç ilan edilmeye çalışılması, hormona erişimin zorlaştırılması, “Aile Yılı” ilan edilerek aslında bütün varlığının yok edilmeye çalışılması gibi durumlar mevcut. Ben sokakta yaşayan hayvanlara dönük saldırıyla bu saldırının bir ve aynı şeyin parçası olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda pek çok konuda durum böyle: Türkiye şu an tarihinin belki de en derin ekonomik krizini yaşıyor. Artık insanlar geçinemiyorlar. Dolayısıyla, bu saldırıyı, işçi sınıfını (buna karşı mücadele edebilecek temel sınıfı) bölüp, bir kısmını daha aşırı sağcı bir yerden kendi suçlarına ortak etmeye çalışmanın çabası olarak düşünmek gerekir.
Dolayısıyla böyle bir bütünlük içinde sisteme baktığımızda, sokakta yaşayan hayvanlara dönük saldırının sadece sokakta yaşayan hayvanlarla değil, aynı zamanda işçi sınıfıyla, kadınlarla, LGBTİ+’larla ve toplumun diğer ezilen kesimleriyle ilgili olduğunu görmek mümkün. Barış süreci bu otoriterleşme içinde nereye oturuyor diye düşünürsek, burası çok tartışmalı. Devlet Bahçeli bir gün çıkıp “Öcalan gelsin, Meclis’te, DEM Parti grubunda konuşsun” deyince hepimiz şoke olduk. “Ne oluyor ki şu an, hani bayram değil seyran değil?” diye düşündük. Ben bunun iki tane sebebi olduğunu düşünüyorum. Birincisi, her türlü baskıya rağmen Kürt halkının örgütlülüğü geriletilemedi. Yüzlerce kayyum atandı, on binlerce insan hapishanelere atıldı, öldürüldü, sınır dışı operasyonlar yapıldı vesaire. Muazzam bir baskı ortamında bile Kürt halkının örgütlülüğü bir milim geriletilemedi. Bu işin savaşla çözülemediği de çok ortada; Türkiye açısından da, Kürt hareketi açısından da çözülemediği ortada. İkincisi şuraya geliyoruz: Bu dağıtılamayan örgütlülük, devletin önemlice bir kısmı tarafından, bütün Ortadoğu’daki ve dünyadaki yeniden yapılanmanın karşısında, Türk egemen sınıfını bir tür çözüm aramaya itti. Bunun sözcülüğünü Devlet Bahçeli üstlendi diye düşünüyorum. Devlet Bahçeli’nin dediği gibi bu çözüm süreci için artık “bu bir devlet politikası” diyordu. Buna mecbur kaldıklarını düşünüyorum, ama bunun önemli olduğunu da düşünüyorum. Tam da bu yüzden: Birinci sebep olmasaydı, ikincisi olmazdı.
Dolayısıyla, bu meseleyi tamamen devletin perspektifinden okumak, ya da Tayyip Erdoğan çıkıp “biz artık AKP, MHP ve DEM Parti bu süreci beraber götürüyoruz” dediğinde, birdenbire “Bakın, DEM Parti iktidarla anlaştı” diye bakmanın çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Çünkü en temelinde bahsettiğim birinci sebep yatıyor: Kürt halkının örgütlü yapısı halen devam ediyor ve bir irade olarak orada çok güçlü bir şekilde duruyor.
Sokak hayvanları üzerinden yürütülen katliam politikaları toplumsal kutuplaştırmayı da derinleştiriyor mu? Bir yanda eli palalı, silahlı sivil kişiler hayvan katliamına soyunmuşken, toplumsal bir uzlaşıdan ve onurlu bir barıştan söz etmek ne kadar mümkün? Barış fikrinin hem insan hem de hayvan yaşamını kapsayacak şekilde toplumsal hayata yerleşmesi için en kritik adım sizce nedir?
Şimdi gene şundan başlayayım önce. AKP’nin ve MHP’nin bu yasayı geçirirken amaçları, başta dediğim gibi, bir tür gerileyen yönetim kapasitesinin yerine koymaya çalıştıkları bir mekanizmaydı. Konu üzerine yazan çeşitli isimler, mesela Meltem Oral, Foti Benlisoy bunu “ahlaki panik” kavramı üzerinden açıkladılar. Ben de birkaç yazımda bunu kullandım. Bu, aslında bir tür “zapturapt toplumu”, bir disiplin toplumu kurmak için çeşitli meseleler etrafında egemen sınıfların panik yaratmasını açıklayan bir kavram. Çok eski bir kavram; 70’lerin başında Cohen tarafından kullanılıyor. Daha sonra 70’lerin sonlarında Stuart Hall ve arkadaşları (Birmingham Kültürel Çalışmalar Ekolü’nden), İngiltere’deki gasp vakalarının nasıl panik yaratmak için kullanıldığını ve neoliberalizme geçişte nasıl bir etkisi olduğunu tartışan önemli çalışmalar yapıyorlar. Ben tam bu kavramın, sokakta yaşayan hayvanlar etrafında yaratılan paniğe oturduğunu düşünüyorum. Birden bütün haber sitelerinde, televizyonlarda “başıboş köpekler çocukları öldürüyor”, “vatandaş evine gidemez oldu”, “çocuklar okuldan çıkamıyor” gibi haberlerin yükselmeye başlayışı bir tür moral paniğe işaret ediyor.
Hükümet elbette bunu çok bilinçli bir şekilde uyguladı. Ama bu tür ahlaki paniklerin en temel karakteristiklerinden bir tanesi, aşağıya doğru yayılma kapasitesi. Zaten bu yüzden panik hali yaratılıyor. Bunu pek çok örnekle destekleyebiliriz: Panik hali göçmenler üzerinden yaratıldı. Şimdi LGBTİ+’lar üzerinden “ailemizi yok edecekler” vesaire gibi panikler yaratılıyor. Bu paniği yaratmaya başladınız ve üstelik bir de yasal bir düzenlemeyle (ki bu her zaman bunu takip eder) katliamın önünü açtığınız zaman, sıradan insanlar içinden de bu panik ve nefret havasını kullanan, bundan güven alan kesimler çıkıyor. Sıradan insanlar derken, toplumun önemli bir kısmı hayvanların ölmesini istiyor demiyorum. Tam da bu nefretin en keskin ucu ortaya çıkmaya başladı. Yoksa, iktidar blokunun bunun etrafında yarattığı panikle kitleleri mobilize edebildiğini başarmış olduğunu söylemek mümkün değil. Türkiye’de sokakta yaşayan hayvanların öldürülmesine karşı çıkan çok geniş bir kitle var. Hatta bunu LGBTİ+ meselesinde de başarmış olduğunu söylemek mümkün değil. Aile mitingleri şunlar bunlar yapıldı, bir avuç insan katıldı bunlara. Temelde böyle bir derdi yok toplumun.
Son zamanda hayvan katleden, bunu videoya çeken; yani çok sosyolojik olarak yozlaşmış, çığırından çıkmış bir takım tuhaf şiddet eylemleri ortaya çıktı. Evet, belki de dediğin paniğin sonucunda. Bütün bunlar olurken, bir yandan bu yasayla şiddet eylemlerinin önü açılırken, bir yandan da barış konuşuyoruz. Bu ne kadar mümkün? Toplum dediğinin içinde ekoloji de var, hayvanlar da topluma dahil. Bu barış fikrinin bütün bunları kapsayacak şekilde toplumsal hayata yerleşmesi için nasıl yol almak lazım?
Şimdi bu ortaya çıkan şiddet eylemlerini sadece Türkiye’ye özgü olarak düşünmemek gerekiyor. Dünyada artan otoriterleşme ile beraber ve aslında kapitalizmin girdiği krizle beraber, buna radikal ama soldan olmayan çözümler arayan umutsuzluğun insanları götürdüğü noktalar var. Bir yandan Avrupa’da AfD gibi Nazi partilerinin yükselmeye başlaması, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde faşistlerin de olduğu aşırı sağcı iktidarların ya da partilerin yükselmeye başlaması. Amerika’da Trump yönetiminde cisimleşen, erkek, beyaz, göçmen düşmanı, ırkçı politikanın yayılmaya başlaması—bunda bu krizin bir etkisinin olduğu açık bence. Türkiye’de de, dünyanın çeşitli yerlerinde de sosyal medya üzerinden örgütlenen garip şeylerle karşılaşıyoruz. Daha önce şahit olmadığımız türden belki de. Mesela, son dönemde kadın ve LGBTİ+ düşmanlığıyla, hatta hayvan düşmanlığıyla da öne çıkan bu “inceller” denilen tayfa. Bunlar tamamen mizojinistler. Zaten onlara “gönülsüz bekarlar” (*involuntary celibates*) diyorlar. Bu tür şeyler ortaya çıkıyor.
Bunun son örneklerini mesela İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra ortaya çıkan eylemlerde de gördük. Bu eylemlerin önemlice bir kısmı özgürlük isteyen kitlelerin sokağa çıkışıydı. Ama birden siyah maskeler takmış, bozkurt işaretleri yapan, aşırı milliyetçi sloganlarla ortaya çıkan bir genç kitle görmeye başladık. Ben bunların hepsini birbiriyle çok bağlantılı görüyorum açıkçası. Hayvanlara dönük öfkenin de bu kitleler nezdinde karşılık bulduğunu görüyorum. Geçen yıl zannediyorum, genç birisi (hangi şehir olduğunu hatırlamıyorum, Bursa olabilir) bir caminin önünde rastgele birilerini bıçaklamıştı ve kendisini Nazi olarak görüyordu. İdollerinden birisi, bu katliamı yapan John Breivik’ti.
Şimdi bu kişinin hesaplarına ya da manifestolarına baktığınızda ortaya bir şeyler çıktı. Kadınlara, LGBTİ+’lara, göçmenlere ve sokakta yaşayan hayvanlara düşman olduğu, hepsi tek tek sıralanmıştı. Böyle bir ortamda barış konuşulur mu?
Şöyle diyeyim: Gene baştaki gibi, Kürt sorununda söylediğim gibi ya da barış meselesinde söylediğim gibi, iki kategoriyi birbirini içerecek şekilde ayıracağım. Birincisi genel olarak hayvan özgürlüğü. İkincisi, bugünkü sokakta yaşayan hayvanlara dönük şiddet ve hayvan hakları meselesini tartışma biçimlerimiz. Yasadaki değişiklik, sokakta yaşayan hayvanlara dönük muazzam bir şiddet dalgasına yol açtı. Bugünlerde bunu en acı biçimde deneyimliyoruz. Her gün hayvanlarla ilgili bir haber geliyor. Ama bir yandan buna karşı verilen mücadele toplumun çeşitli kesimlerinde karşılık buldu. Eskiden de av ihaleleri yapılıyordu mesela, ama buna daha az kişi tepki veriyordu. Şimdi daha yaygın bir tepki verebiliyoruz.
Dolayısıyla, sokakta yaşayan hayvanlara ilişkin yaratılan hareket, aslında genel olarak hayvanlar üzerine düşünmeye, bizi—insan olan hayvanları—da itiyor diye düşünüyorum. Ben bunu birebir kendi deneyimimde de böyle hissediyor, böyle yaşıyorum. Hayvan Yaşam Özgürlüğü İnisiyatifi kurulduğundan bu yana, benim genel olarak hayvan özgürlüğü meselesine bakışımda çok ciddi değişiklikler oldu ve olmaya devam ediyor. Çünkü hareket öğreten bir şey aslında. İçinde değiştiğimiz, sürekli hareket ederken kendimizi dönüştürdüğümüz bir şey. Hayvan hakları meselesi, toplumsal olarak ulaşmaya çalıştığımız yerde ne kadar önemli aslında? Ben bunu biraz ekoloji meselesiyle de beraber ele almayı doğru buluyorum. Marx’ın, kapitalizmle birlikte ortaya çıktığını söylediği, insanla doğa ilişkisindeki önemli bir değişim var. Buna “metabolik yarılma” adını veriyor Marx. Bu, bütün bir hayvan sömürüsünü vesaire kapsamıyor. Kapitalizm öncesi de hayvanlarla ya da doğayla insanlar arasında bir ilişki vardı ve insanlar hayvanları kullanıyordu. Ama tarihsel olarak kapitalizmin ortaya çıkışıyla beraber bu, son derece yabancılaşmış bir ilişkiye dönüştü ve tamamen o hayvanla olan birebir ilişkimizden koparılmış olduk. Bu “metabolik yarılma” bana önemli geliyor ve hayvan özgürlüğü mücadelesi açısından bir başlangıç noktası gibi geliyor. Bu aynı zamanda ekolojik mücadele için de böyle; zaten bu ikisinin birbirinden ayrı mücadeleler olduğunu düşünmüyorum. Şu anda doğayı Türkiye’de son dönemde çok yakıcı bir biçimde yaşıyoruz; yangınlar çıkıyor. Türkiye’de bu yangınların neredeyse tamamı şu anda elektrik şirketlerinden çıkmış durumda, ama iklim değişiminin önemli bir etken olduğunu düşünmek lazım (Dünyanın her yanında çıkan yangınlarda da).
Ama bu yangınlara müdahale etmek ya da buradan ekolojik bir sonuç çıkarmak yerine, yerine oteller dikebilecekleri, yeni rant alanları açabilecekleri çeşitli şeyler düşünüyorlar. Bunlar metabolik yarılmanın bir sonucu. Yakın zamanlarda Meclis’ten maden yasası geçti. O maden yapılacak bölgelerde yaşayan halkın, doğayla kalan son ilişkilerini de kaldırıyor. Çünkü bu insanlar, o ağaçlarla, oradaki yaşamın kendisiyle kendi geçim araçlarını birleştirmiş durumdalardı. Şimdi bu ortadan kaldırılıyor. Aslında bu, Marx’ın “ilk sermaye birikimi” dediği şeyin tekrarlayarak devam etmesi. İnsanlar topraktan kopartılıyor. O bölge çitleniyor, maden şirketlerine satılıyor. O insanlar geçim araçlarından koparılıyor, oradaki doğa yok ediliyor ve yeni proleterleşme dalgaları ortaya çıkıyor. Bu insanlar şimdi güvencesiz biçimde o madenlerde çalışmaya zorlanacaklar. Bu, Marx’ın Kapital‘de kullandığı bir cümleyi çok anımsatıyor bana. Marx, “Mülksüzleştirilenlerin tarihi her zaman kan ve ateşten harflerle yazılmıştır” diyor. Tam olarak da bunu yaşıyoruz. Marx’ın “ilk sermaye birikimi” dediği şeyi tekrar tekrar yaşıyoruz.
Dolayısıyla, hayvan hakları mücadelesini, ekoloji mücadelesini, yaşam hakkının bütünü için verilen mücadeleyi sınıf mücadelesinin bir parçası olarak görmek zorundayız. Bunlar kategorik olarak birbirinden ayrılabilecek şeyler değil. Topluma bütüncül bir bakış, sisteme bütüncül bir bakış, bu sistemi değiştirmek istiyorsak içselleştirmemiz gereken bir şeydir. Bugünden yarına hayvan özgürlüğünü, genel olarak hayvanların özgürleşmesini hemen kazanmak mümkün değildir. Ama bu mücadelelerin hepsi, önce bizim zihnimizdeki yabancılaşma unsurlarını teker teker kırmaya başlayan önemli mücadelelerdir. İnsanlar ancak mücadele içinde bütün bu alışkanlıklardan, çeşitli egemen fikirlerden, yine Marx ve Engels’in deyimiyle, “çağların beynimize bıraktığı pislikten” kurtulmayı başarabilirler diye düşünüyorum. Dolayısıyla hayvan haklarını hem antikapitalist mücadelenin hem de genel olarak bir demokrasi, özgürlük, barış mücadelesinin parçası kılmak gerekir.
O zaman aslında bir miktar başarıya ulaşılmış denilebilir. Mesela bizim çocukluğumuzda kadın cinayeti 3. sayfa haberi olarak geçiyordu. Şimdi “Kadın cinayetleri politiktir” sloganlarıyla çıkılıyor sokaklara. Bu anlamda hayvan hakları mücadelesinde de adım atıyoruz demek mümkün.
Tabii ki böyle. Kadın hareketi Türkiye’de muazzam şeyler değiştirdi, dünyada muazzam şeyler değiştirdi. Kadınlara dönük şiddet hâlâ çok yaygın biçimde devam ediyor, ama bir yandan karşısındaki direniş de çok yüksek. Hatırlayalım; OHAL döneminde Türkiye’de en ciddi şekilde sokağa çıkan hareket kadın hareketiydi. 8 Martlar, 25 Kasımlar, en kitlesel eylemlerdi ve OHAL’de gedikler açmayı başarabilen temel eylemlerdi bunlar. LGBTİ+ hareketi muazzam baskı altında ama karşısında çok inanılmaz bir direnç var. LGBTİ+ hareketi 20 yıl önce olduğundan çok daha yaygın, toplumsal olarak çok daha fazla kabul görmüş bir hareket. Dolayısıyla dünyayı değiştiriyor. Hareket ettiği her anda, hani “her yürüyüşümüz onur yürüyüşü” diyorlar ya, gerçekten böyle. Hayvan hakları hareketi için de bence böyle düşünmek gerekir. Belki daha bebek adımları atıyoruz, ama bunlar iz bırakıyor. Çeşitli toplumsal momentlerle buluşması (mesela geçen yıl yasa karşıtı mücadeleyle kesiştiği anda) daha kitlesel, daha çok insana ulaşan, dolayısıyla daha çok insanın kafasında soru işaretleri yaratmaya başlayan, bir kısmının mücadeleye atılmasını sağlayan bir hal aldı. Ben şuna çok inanıyorum: Atılan hiçbir adım boşa gitmez. Mücadeleler geri çekilebilir, yenilebilir. Ama Rosa Luxemburg’un dediği gibi, her mücadele insanların zihninde bir tortu bırakır ve o tortu her zaman yeni hareketleri beslemeye ve harekete geçirmeye yol açabilir.