“Güvercinin bir bildiği var”: Zeytin ağaçları ve neoliberalizmin vahşi saldırısı

Babam Alican Özinanır’a

Bu yazı benim için toplumsal olanla kişisel olanın kesiştiği bir noktada yer alıyor. Çocukluğumdan beri yazlarımı Ayvalık’ta geçiren bir kişi olarak zeytin ve zeytin ağaçları kişisel olarak hayatımın önemli bir yerinde duruyor. Çocukluğumu zeytin ağaçlarının arasında koşturarak, zaman zaman gövdesindeki oyuklara oyuncaklarımı saklayarak, dibinde arkadaşlarımla oyunlar oynayarak geçirdim. Ayvalık’taki evimizin bahçesinde babamın diktiği bir zeytin ağacı var.

Babam Alican Özinanır’ı geçen yıl 26 Mayıs’ta kaybetmiştik. Kendisi TRT’de prodüktör, yönetmen ve metin yazarı olarak çalışmıştı. Annemle de TRT yıllarında tanışmışlar, emekli olduktan sonra da dışarıdan TRT’ye belgeseller çekmişlerdi. Babamın gidişi ani bir gidiş oldu ve o günden bugüne hep babamla ilgili bir şeyler yazmak istiyordum ancak bir türlü elim gitmedi. Şimdi iktidarın bir torba yasayla doğaya topyekûn savaşını derinleştirdiği bugünlerde zeytin ağaçlarının kaderi, babamı anmak için olumsuz da olsa bir vesile oldu.

Gelgelim babamın zeytinle hikâyesine. 2010 yılında artık TRT’den emekli olmuş olan babam, yapımını ve yönetmenliğini Melda Yılmaz’ın üstlendiği Anadolu Mucizesi: Zeytin isimli bir belgeselde Evrim Tuğba Karakoç ile birlikte metin yazarlığı yapıyordu. Belgesel üzerine evde konuşulurken, nasıl bir başlık olsa diye bir beyin fırtınası esnasında, güvercinin ağzındaki zeytinin barışın simgesi olmasından yola çıkıp bir başlık önermiştim: “Güvercinin bir bildiği var”.

Babam da, Melda Hanım da bu başlığı çok beğenmişlerdi. Belgeselin ilk bölümünün adı böyle olmuş, ben de buluşum sayesinde bir büyük rakı kazanmıştım. Dünyanın en dayanıklı ve en çok anlam yüklenen ağacı olması, asırlara meydan okuması nedeniyle zeytine Anadolu’da “ölmez ağacı” demişlerdi. Şöyle yazmıştı babam belgeselin bir yerinde:

“O zeytin ağacı ki medeniyetlere tanıklık etmiştir. Kimi zaman antik Yunan tanrılarının toplantılarına katılmış, kimi zaman Zeus’un hışmından kaçanları görmüştür. Gün gelmiş savaşlarda yaralanmış, gün gelmiş yaralanıp düşen dalları bir güvercinin ağzında barış götürmüştür dünyanın dört bir yanına. Tarihin bilinmez bir döneminde, tam da umudun yitirildiği bir anda ağzında zeytin dalıyla dönen güvercinin elbette bir bildiği vardı.

Zeytinin ağzındaki dal eve dönüşün manifestosuydu, barışın ve ölümsüzlüğün adı”.

AKP’nin doğaya açtığı savaş

Kapitalizm ve doğa arasında hep bir savaş süregeldi. Marx, kapitalizm altında insanın doğayla kurmaya zorlandığı yok edici ilişkiye “metabolik yarılma” adını veriyordu.[1] Neoliberalizmle birlikte doğaya açılan bu savaş daha da derinleştirildi.

AKP ise iktidara geldiği günden bu yana neoliberal politikaların Türkiye’deki en kararlı uygulayıcısı oldu. AKP’nin farklı dönemleriyle ilgili pek çok şey söylenebilir, bunların bir kısmı tartışmalıdır ancak şu kesin: AKP, sermayenin en iyi dostu olarak Türkiye’de doğa talanının en önde giden neferi oldu. Şimdi bu talanın hedefinde ölmez ağacı denilen zeytin de var.

AKP’nin doğayla ilgili kötülük karnesi son derece şişkin ancak temelinde tek bir motivasyon yer alıyor: Neoliberal saldırı doğrultusunda doğanın sömürülebilecek ve yok olması göze alınabilecek bir “kalkınma” aracı olarak görülmesi.

Her ne kadar, 2021 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın adı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olarak değiştirilerek iklim değişikliği tanınmış gibi yapılsa da AKP’nin politikalarına yön veren sermayenin kârını arttırmak için daha fazla maden çıkarılması hedefi oldu.

Zeytinliklere ilişkin düzenleme teklifinin 11’inci maddesine göre zeytinlikler tam da bu amaca yönelik olarak madencilik faaliyetlerine açılacak. Düzenlemeye göre maden yapılması öngörülen alanlarda zeytin ağaçları “mümkünse” başka bir alana taşınacak, değilse yeni zeytin alanları yaratılacak. Bunları şirketlerin yerine getirmesi beklenecek.

Bütün bu düzenlemelerin gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmadığı ortada. Biz sosyalistler açısından ilk bakılacak nokta zeytinliklerin taşınması mümkün olsa bile orada yaşayan, zeytinle yaşayan insanların hayatlarının ne şekilde etkileneceği. Bütün hayatları zeytinle iç içe geçen köylülerin AKP’nin maden şirketleriyle bağlantılı patronları için hiçbir önemi yok. Onlar bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, Marx’ın Kapital’de “kan ve ateşle” yazıldığını söylediği kapitalizmin ilksel birikim yasasına bağlılar:

“…bu yeni kurtarılmış insanlar, ancak, bütün üretim araçlarından ve eski feodal düzenin kendilerine sağladığı bütün yaşama güvencelerinden yoksun bırakıldıktan sonra, kendi kendilerinin satıcıları durumuna gelir. Ve onların mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.” [2]

Marksist yazar David Harvey, ilksel birikim sürecinin yalnızca başlangıçta değil kapitalizm tarihinin bütününe yayıldığını savunuyor ve buna “mülksüzleştirme yoluyla birikim” adını veriyor. Zeytinlikler üzerine yapılmaya çalışılan düzenlemeler de tam olarak bu mülksüzleştirme yoluyla birikimin bir parçası olarak görülebilir.

Bölgede yaşayan ve zeytincilik yapan köylüler mülksüzleştirilecek, sonra güvencesiz bir şekilde ve mecburen bölgeye açılan madenlerde proleterleştirilecekler. Maden, bir işçinin çalışabileceği en rezil müessese. Ümit Kıvanç, 2014 yılında çektiği 16 Ton belgeselinde “madencilik diye bir meslek olmaz” derken çok haklıydı. İşçi sınıfı, geçimini sağlamak için yeraltına girmeye, güvencesiz bir şekilde ölmeye ve bunu yaparken de patronların kârı için doğayı yok etmeye zorlanıyor. İklim krizi veya kapitalizm kaynaklı diğer felaketler bu insanları etkilediğinde ise en son kurtarılacaklar listesinde işçiler yer alıyor.

Talanın ikinci boyutu ise işçi sınıfının ve özünde tüm gezegenin yaşam koşullarıyla ilgili olan ekolojik yıkım. Bunları birinci ve ikinci diye adlandırırken bir hiyerarşi kurduğum düşünülmesin, tüm bunlar tam da Marx’ın “metabolik yarılma” derken anlattığı ve iç içe işleyen sürecin farklı veçheleri. Doğal Hayatı Koruma Vakfı’ndan Ömür Kula, komisyon toplantısında “Ekosistemi nasıl taşıyorsunuz bir yerden bir yere? Saksı mı bu? Deli miyiz?” demiş. Evet, AKP için ekosistem bir saksıdan ibaret. Yaratacağı ekolojik yıkım, insanların ve hayvanların yaşam koşulları kâr uğruna hemen feda edilebilir şeyler. Saksı mı kırıldı? Onlar kâr edebilmeye devam ettiği sürece sorun yok.

Orada yaşayan hayvanlara ne olacağı sorusu da yanıtsız. Şimdi, domuzlar şehre indi diye sürek avları başlatanların yaşam alanları sebebiyle yaşam alanları yok olan hayvanların insanların yaşadıkları yerlere gelmeye başlaması sonrasında ne yapacakları maalesef çok açık: Katliam!

Bu satırlar yazılırken AKP’nin sözde iklim değişikliğini önlemek üzere hayata geçirdiği ancak aslında yine şirketlerin yararına doğayı talana açtığı iklim yasası meclisten geçmişti. Peki, ne yapacağız?

Ekoloji, kimilerinin sandığı ve iddia ettiği gibi bir grup orta sınıfın duyarlılıkları ekseninde gelişen bir sorun değil. İşçi sınıfının ve tüm ezilenlerin ortak sorunu doğanın yıkımı ve bizim buna dâhil edilme biçimlerimiz. Gezegen, gözlerimizin önünde yok edilirken, bunun işçi sınıfının sorunu olup olmadığını sormanın kendisi sınıf mücadelesinden hiçbir şey anlamamak anlamına geliyor.

Bugün işçilerin, ezilenlerin yeri ekolojik yıkıma, hayat haklarının elinden alınmasına karşı çıkan köylülerin yanıdır. Başka türlüsü mümkün değil: Ekolojik yıkıma, hayvanların yok edilmesine, domuzlara karşı başlatılan sürek avlarına, madenciliğin bir tür “kalkınma” modeli olarak gösterilmesine karşı çıkacağız.

“Buradayım ben hâlâ”

Geçen yıl bugünlerde sokakta yaşayan hayvanları katletmek üzere hazırlanan yasa meclisten geçti. Devasa eylemlere rağmen bu yasayı durdurmayı başaramadık ancak bu mücadeleden vazgeçeceğimiz anlamına gelmiyor. Hayvanları öldürüyorlar ancak biz de her yerde karşılarına çıkmaya devam edeceğiz.

Doğaya açılan savaşı bitirmek o kadar kolay değil. Bunu ancak antikapitalist bir perspektifle yapabiliriz. Ancak AKP’nin doğanın talanında özel bir role olduğunu göstermek ve daha önce defalarca olduğu gibi onlara geri adım attırmak mümkün.

Özelde bu yasalar bütününü geriletmek için direnen köylülerin ve ekoloji aktivistlerinin sesini kent merkezlerinde görünür hâle getirmemiz gerekiyor. Daha genelde ise sömürüden demokrasi sorununa işçilerin ve ezilenlerin sorunlarının ekolojiyle bağlantısını ve bu sorunların kapitalizmle olan bağlantısını ortaya koyan antikapitalist bir propaganda ve mücadele hattına ihtiyacımız var.

Zeytinlere yapılan saldırı ekolojik pek çok saldırıda olduğu gibi kültürel, sosyal, politik pek çok alana saldırı anlamına geliyor. Benim içinse aynı zamanda babamla olan anılarımıza bir saldırı.

Zeytin, ölmez ağacı olarak pek çok edebiyat eserine de konu olmuştu. Babamdan yaklaşık bir yıl önce kaybettiğimiz yoldaşım Roni Margulies Zeytin Ağacı şiirinde şöyle diyordu:

Sorasım gelir her defasında: Anlatsana ihtiyar,
neler gördün, neler kaldı yüzyıllardan aklında?
Nasıl insanlardı Haçlılar? Eski Yunanlılar?
Korkunç muydu Aksak Timur denildiği kadar?
Evet, diye fısıldar yemyeşil yapraklar adeta:
“Koca koca ordularıyla geçtiler önümden hepsi,
gümüş kakmalı kılıçları, ipek takımlı atlarıyla.
Geçtiler… ve gittiler ama işte, yoklar artık hiçbiri.
Buradayım ben hâlâ.”

Can Irmak Özinanır


  1. Ian Angus, 2020, “Metabolik yarılmanın yeniden keşfi ve gecikmeli takdiri”. Enternasyonal Sosyalizm, Sayı: https://www.enternasyonalsosyalizm.org/metabolik-yarilmanin-yeniden-kesfi-ve-gecikmeli-takdiri.html
  2. Karl Marx, 2011, Kapital, I. Cilt. Çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, s. 688.

son yazıları

Marksizm 101 - Sosyalistler ve savaş
Marksizm 101 - Sosyalistler ve sendikal hareket
Hayvan katliamı ve CHP

ilginizi çekebilir

Gu27FlwWgAA_ySV
“Örgütlüysek güçlüyüz”
türk-iş
İşçinin sesini yüksek sesli müzikle bastırmaya çalıştılar
ad
Soykırımdan kâr sağlamak