Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı, bir yandan modernleşme sancılarının diğer yandan ise ulus-devlet projelerinin yarattığı yıkıcı travmaların iç içe geçtiği bir dönemdir. Bu tarihsel kesitte sanatın, bilimin ve trajedinin kesişim noktasında duran en anıtsal figürlerden biri şüphesiz Gomidas Vartabed’dir. Gomidas, yalnızca Ermeni klasik müziğinin kurucusu veya büyük bir etnomüzikolog değildir. O; Anadolu’nun çok kültürlü dokusunun, halkların kardeşliğinin ve bu kardeşliğin devlet aygıtları eliyle parçalanışının somutlaşmış halidir.
Gomidas’ın hikayesi; Kütahya’nın taş sokaklarından Berlin’in akademik disiplinine, İstanbul’un kozmopolit salonlarından Çankırı sürgününün dehşetine ve Paris’teki akıl hastanelerinin soğuk sessizliğine uzanan kayıp bir coğrafyanın sesidir. Onun hikayesi, sadece bir bireyin değil, bir coğrafyanın hafızasının silinişine karşı verilen mücadelenin ve bu mücadelenin şiddetle kesintiye uğratılmasının öyküsüdür. 1915’te yaşananlar, Gomidas’ın şahsında, bir halkın sadece fiziksel olarak değil, kültürel ve zihinsel olarak da nasıl yok edilmeye çalışıldığını gözler önüne serer.
‘Notacı’nın doğuşu
Soghomon Soghomonyan, 8 Ekim 1869 tarihinde Kütahya’da dünyaya geldi. Kütahya, dönemin Anadolu şehirleri arasında seramik endüstrisiyle tanınan ancak Ermeni nüfusunun kültürel asimilasyona maruz kaldığı bir merkezdi. Yerel Ermenilerin anadillerini konuşmaları yasaklanmış veya kısıtlanmıştı. Bu nedenle Soghomon, Ermenice bilmeyen, sadece Türkçe konuşulan bir ailede doğmuştu.
Soghomon’un hayatı, daha en başından kayıplarla şekillendi. Annesi Takuhi’yi henüz bir yaşını doldurmadan, 1870 yılında kaybetti. Babası Kevork ise alkolizmin pençesinde, 1879 yılında vefat ettiğinde Soghomon sadece 10 yaşındaydı. Hem annesi hem de babası güzel sesleriyle tanınırdı. Annesi Takuhi’nin bestelediği şarkılar, ailenin müzikal mirasının bir parçasıydı. Bu yetimlik hali, babaannesi ve halası tarafından büyütülmesiyle bir nebze hafifletilse de “evsizlik” ve “köksüzlük” hissi ruhuna işlemişti.
Eğitim için kısa bir süre Bursa’ya gönderilen ancak babasının ölümüyle geri dönen Soghomon için kader anı, 1881 yılında yaşandı. Yerel piskopos Kevork Vartabed Tertsagyan, Eçmiadzin Katolikosluğu’nun emriyle, ruhban okulunda eğitilmek üzere güzel sesli bir yetim çocuk arayışındaydı. Seçilen çocuk Soghomon oldu. Eçmiadzin’e götürüldüğünde Katolikos IV. Kevork ile yaşadığı diyalog onun tüm yaşamının özeti gibidir. Katolikos, çocuğun tek kelime Ermenice bilmediğini öğrenince hayal kırıklığına uğramış ancak Soghomon o çocuksu ve derin dürüstlüğüyle şöyle demiştir: “Ben buraya Ermenice öğrenmeye geldim, Haşmetmaap.”
1881-1895 yılları arasında Gevorgyan Ruhban Okulu’nda geçen eğitim süreci, Soghomon’un kimliğinin yeniden inşasıdır. Burada sadece Ermeniceyi değil, aynı zamanda Hampartzum Limonciyan tarafından geliştirilen Osmanlı-Ermeni nota sistemini (Khaz) de öğrenmiştir. Eçmiadzin’in ruhani atmosferi ve Ararat ovasının köylüleriyle kurduğu ilişki, onun müzikal yönelimini belirlemiştir. Genç Soghomon, kilise duvarlarının dışına çıkarak tarlalarda çalışan köylülerin, düğünlerin ve yasların seslerini kaydetmeye başlamıştır. Köylüler, ellerinde kağıt kalemle dolaşan bu genci “Notacı” lakabıyla anmaya başlamışlardır. Bu dönemde, Ermeni kilise müziğinin yüzyıllar içinde Doğu’nun diğer müzikal gelenekleriyle karışarak bozulduğu düşüncesiyle, müziği özüne döndürme fikri filizlenmiştir. 1893’te mezun olduktan sonra müzik öğretmeni olarak atanan Soghomon, 1895 yılında “Vartabed” (bekar rahip/öğretmen) unvanını alarak 7. yüzyılın ünlü ilahi yazarı Katolikos Komitas’ın adını benimsemiştir.
Batı ile Doğu arasında
Gomidas, Eçmiadzin’deki müzikal çalışmalarının sezgisel sınırlarını aşmak ve bunları bilimsel bir zemine oturtmak amacıyla, Katolikos Mıgırdiç Hrimyan’ın desteğiyle 1896 yılında Berlin’e gitti. Berlin Friedrich Wilhelm Üniversitesi’nde Richard Schmidt’ten özel dersler aldı; aynı zamanda konservatuvar bünyesinde müzikoloji, estetik ve koro yönetimi üzerine yoğunlaştı.
Berlin yılları, Gomidas’ın sadece müzikal tekniğini değil, dünya görüşünü de dönüştürdü. Burada Batı’nın rasyonalist müzik teorisi ile Doğu’nun modal (makamsal) yapısını sentezleme imkanı buldu. Berlin’deki faaliyetleri sırasında Richard Schmidt, Oscar Fleisher, Max Friedlander ve Heinrich Bellermann gibi dönemin ünlü müzikologları, onun çalışmaları sayesinde Ermeni ve Doğu müziğine büyük bir saygı duydu. Bu hayranlık öyle bir boyuta ulaştı ki, yeni kurulan Uluslararası Müzik Derneği’nin kurucu üyesi olmaya davet edildi. Avrupa’da Doğu müziği denince akla gelen ilk otorite artık oydu.
Ancak Avrupa akademisinin baş tacı ettiği bu melodiler, kendi topraklarındaki iktidar tarafından hor görülüyordu. Dönemin Osmanlı sarayı ve Padişah II. Abdülhamid, makamsal müziğe “ruha daraltı veren müzik” diyerek mesafeli duruyor; Anadolu’nun kadim halk müziğini ise “köylü ağlaması” olarak yaftalayarak aşağılıyordu. Gomidas ise Saray’ın bu küçümseyici tavrına inat, o saf sesleri dünya müzik tarihinin en prestijli kürsülerine taşıyarak bir halkın ruhunu kimilerinin “yüksek sanat” olarak adlandırdığı kategoriye dahil etti.
Gomidas’ın en büyük başarısı, Batı müziğinin temel taşı olan çok sesliliği, Doğu müziğinin tek sesli yapısına, onun ruhunu zedelemeden uygulayabilmesiydi. Bu yetenekten derinden etkilenen hocası Richard Schmidt, onun için “Doğu’nun kanını Batı’nın tekniğiyle birleştirdi” ifadesini kullanmıştır.
Ecmiadzin’e dönüş
Gomidas’ın Berlin dönüşü, modern etnomüzikolojinin bölgedeki en kapsamlı uygulamasının da başlangıcı oldu. O, bir “masa başı” akademisyeni değil, gerçek bir saha etnografıydı. Müziği, halkın yaşamından, emeğinden ve acısından kopuk soyut bir estetik form olarak değil, toplumsal yaşamın doğrudan ve organik bir yansıması olarak görüyordu.
Çalışmalarındaki en devrimci yön, şüphesiz milliyetçi sınırları aşan o büyük kapsayıcılığıydı. Sadece Ermeni halk şarkılarını değil, Anadolu coğrafyasında yaşayan Kürt, Türk, Asuri, Fars ve Gürcü topluluklarının müziklerini de derledi. Özellikle 1903-1904 yıllarında yayımladığı “Kürt Ezgileri” koleksiyonu, Kürt müziği üzerine yapılmış ilk bilimsel çalışmalardan biri olarak tarihe geçti. Tahminlere göre Gomidas, köy köy dolaşarak 3000 ila 4000 arasında halk şarkısı derlemişti, ancak bu devasa hafızanın büyük bir kısmı 1915 ve sonrasında kayboldu. Günümüze ulaşan yaklaşık 1200 eser, o büyük yangından geriye kalanlardır.
Gomidas, Eçmiadzin’in gri duvarları ve muhafazakâr baskısı altında ruhunun sıkıştığını hissediyordu. Bu yoğun üretim sürecinde nefes alabilmek ve müziğini Batı’ya dinletebilmek için çıktığı Avrupa seyahatleri, onun için hayati bir kaçış noktasıydı. Özellikle 1906-1907 Paris seyahati, Gomidas’ın rahip kimliğinin ardındaki “insanı” en çıplak haliyle ortaya çıkardı. Burada öğrencisi ve dostu Margaret Babayan ile kurduğu derin bağ, sadece duygusal bir yakınlaşma değil; ruhban sınıfının katı kurallarına karşı “insani olanın” göstergesiydi. Kilise hiyerarşisi bu ilişkiyi “dünyevi bir sapma” olarak görüp onu kınarken, Gomidas siyah cübbesinin altında atan o hassas kalbi susturamıyordu. O, dualarında Tanrı’ya, bestelerinde ise Margaret’ın temsil ettiği o naif estetiğe sığınıyordu. Ancak dedikodular, kıskançlıklar ve baskılar arttıkça, Eçmiadzin artık onun için kutsal bir mabet olmaktan çıkmış; yaratıcılığını boğan, ruhunu kemiren soğuk bir hapishaneye dönüşmüştü.
Felakete doğru: İstanbul yılları
1910 yılına gelindiğinde Gomidas, Ermeni kültürünün ve modernizmin kalbi olan İstanbul’a taşınmaya karar verdi. Bu karar onun kariyerinin zirvesine ulaşmasını sağlarken, aynı zamanda onu yaklaşmakta olan felaketin merkezine de taşıyacaktı.
İstanbul’da, Beyoğlu Pangaltı’da (1) ressam Panos Terlemezyan ile bir ev kiralayan Gomidas, burayı adeta bir konservatuvara çevirdi. “Gusan” (Ozan) adını verdiği, kadın ve erkeklerden oluşan 300 kişilik devasa bir koro kurdu. Bu koro, Ermeni halk müziğini çok sesli formda icra ederek İstanbul’un çok kültürlü sanat ortamında büyük bir yankı uyandırdı.
Gomidas’ın İstanbul yılları; İttihat ve Terakki’nin iktidarda olduğu, Türkçülük akımının yükseldiği ancak hala “Osmanlılık” idealinin kırıntılarının bulunduğu araf bir döneme denk gelir. Gomidas, sadece Ermeni cemaati içinde değil, Türk entelijansiyası arasında da büyük saygı görüyordu. Özellikle Türk Ocağı’nda konserler vermesi için davet edilmesi, bu dönemin karmaşık ruh halini yansıtan en çarpıcı örneklerden biridir.
Dönemin önde gelen Türk milliyetçileri, yazar Halide Edip Adıvar ve şair Mehmet Emin Yurdakul, Gomidas’ın yakın dostları arasındaydı. Halide Edip, Gomidas’ın müziğinde “Anadolu’nun ruhunu” bulduğunu ifade etmiş, onu “Anadolulu bir dahi” olarak nitelendirmiştir. Hatta Halide Edip’in, Gomidas’ın kökeninin “muhtemelen Türk” olduğuna dair düşünceleri, milliyetçi ideolojinin, hayranlık duyduğu “öteki”ni kendine mal etme çabası olarak da okunabilir. Ancak kurulan bu dostluklar sanatın birleştirici gücünü gösterse de siyasetin yaklaşan tırpanına engel olamayacaktı.
Gomidas, aynı zamanda Prens Abdülmecid Efendi gibi hanedan üyelerinin de takdirini kazanmış, yabancı elçiliklerde verdiği konserlerle uluslararası bir prestij elde etmişti. Claude Debussy’nin 1914’te Paris’te Gomidas’ı dinledikten sonra verdiği tepki meşhurdur: Ünlü besteci, Gomidas’ın elini öper ve şöyle der: “Sadece ‘Antuni’ şarkısı bile sizi büyük bir besteci olarak selamlamam için yeterlidir.”
1915: Sürgün
24 Nisan 1915 gecesi, Osmanlı Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın emriyle İstanbul’daki Ermeni toplumunun kanaat önderlerine yönelik başlatılan tutuklama operasyonu, Gomidas’ın hayatını ikiye bölen bir kırılma noktasıdır. O gece evinden alınan Gomidas, hiçbir suçlama yöneltilmeden, yargılama yapılmadan, milletvekili Krikor Zohrab, şair Daniel Varujan, yazar Rupen Sevak gibi yüzlerce diğer aydınla birlikte tutuklanmıştır.
Tutuklular, önce Sarayburnu’ndan vapurlarla Haydarpaşa’ya, oradan da trenlerle Anadolu’nun içlerine, ölüme gönderilmek üzere sevk edilmişlerdir. Gomidas, Çankırı’ya sürülen grup içindedir. Bu yolculuk, Gomidas’ın hassas ruhunda onarılamaz yaralar açmıştır.
Balakian gibi sürgün arkadaşlarının anıları, Gomidas’ın zihinsel çöküşünün sürgün yolunda başladığını belgelemektedir. Trende ve yürüyüşler sırasında, belirsizlik, ölüm korkusu ve şahit olduğu kötü muameleler onun gerçeklikle bağını zayıflatmıştır.
En çarpıcı tanıklıklardan biri, Gomidas’ın yol kenarındaki ağaçları “üzerlerine saldıran haydutlar” veya “süvariler” olarak görmeye başlamasıdır. Sürekli olarak “Kurtarıcı” (Der Voghormya) duasını okuması, cüppesinin altına saklanması, yaklaşan felaketi hisseden bir zihnin savunma mekanizmalarının çöküşüdür. Çankırı’daki hapishane günlerinde, arkadaşlarının birer birer götürülüp bir daha dönmemesi, onun “hayatta kalma suçluluğu” geliştirmesine neden olmuştur.
Çankırı’dan dönüşü, sanatçı kimliğinin ona sağladığı istisnai bir koruma sayesinde mümkün olmuştur. ABD Büyükelçisi Henry Morgenthau’nun diplomatik baskısı, Prens Abdülmecid Efendi’nin ricası ve özellikle Halide Edip Adıvar ile Mehmet Emin Yurdakul’un Talat Paşa nezdindeki kişisel girişimleri sonucunda, Gomidas ve birkaç kişi için özel bir dönüş emri çıkarılmıştır.
Yaklaşık 13-15 gün süren bu sürgün, kronolojik olarak kısa olsa da psikolojik zaman algısında bir ömre bedeldi. Mayıs 1915 ortalarında İstanbul’a dönen Gomidas, fiziksel olarak kurtulmuştu ama ruhen artık orada değildi. Evine döndüğünde arşivinin bir kısmının yağmalandığını, piyanosunun darmadağın edildiğini gördü. Daha da önemlisi, geride bıraktığı arkadaşlarının öldürüldüğü haberleri İstanbul’a ulaştıkça durumu kötüleşti.
Tüm bu yıkımın ortasında son bir gayretle hayata ve müziğe tutunmaya çalıştı. Bu dönemde ‘Rabb’in Duası’ (Hayr Mer) başlıklı yeni bir eser kaleme aldı. Ancak bu, daha öncekiler gibi geleneksel bir düzenleme değildi. Çocuk sesleri aracılığıyla kurtuluş ve koruma dilediği, tamamen özgün ve yakarış dolu bir kompozisyon yaratmıştı. Sanki yetişkinlerin zalim dünyasından kaçıp, çocukların masumiyetine sığınmak istiyordu.
Fakat nafile… Sanatına dönme, o eski üretken Gomidas’ı çağırma girişimlerinin hiçbiri başarılı olamadı. Zihnindeki gürültü, notaların sesini bastırıyordu. Mücadelesinin sonunda, gerçekliğe dair hayal kırıklığını anlattığı son bir metin yazdı ve altına, tüm yaşamını özetleyen o kısa, vurucu cümleyi düştü: “Kalbim kırıldı.” Bu cümle sadece bir vazgeçiş değil; bir dâhinin, bir halkın ve bir dönemin vicdanının çatladığı andı.
Sessizlik
Dönüşünden sonraki bir yıl içinde Gomidas’ın davranışları giderek daha tutarsız bir hal aldı. Derin bir melankoli, paranoya ve insanlardan uzaklaşma isteği baş gösterdi. 1916 sonbaharında, dostlarının ve Ermeni Patrikhanesi’nin kararıyla İstanbul Şişli’deki La Paix (Lape) Fransız Hastanesi’ne yatırıldı. Ancak savaşın ortasında, askeri disiplin altındaki bir hastanede bulunmak, onun iyileşmesini sağlamadığı gibi travmasının daha da derinleşmesine yol açtı.
1919 yılında, uluslararası yardım komiteleri ve dostları, Gomidas’ı tedavi umuduyla Paris’e göndermeye karar verdi. Ancak bu gidiş, özgürlüğe değil, ömür boyu sürecek bir tecride yapılan hüzünlü bir yolculuktu. Paris’te önce Ville-Evrard, daha sonra ise Villejuif Akıl Hastanesi’ne yatırıldı.
Villejuif’teki tıbbi kayıtlarda, Gomidas’ın ayakkabılarını çıkarmadan uyuduğu not edilmiştir. Bu detay, sürgün psikolojisinin, “her an götürülme” veya “kaçma” hazırlığının, yıllar sonra Paris’in güvenli ortamında bile devam ettiğini gösteren yürek parçalayıcı bir kanıttır.
“Şu garip kalbim viran bir evdir”
Gomidas Vartabed, 22 Ekim 1935 tarihinde Paris’te, vatanından binlerce kilometre uzakta, bir akıl hastanesinin koğuşunda hayata veda etti. 1936 yılında naaşı Sovyet Ermenistanı’na, Erivan’a getirilerek bugün kendi adını taşıyan panteona defnedildi.
Gomidas’ın arşivinin büyük bir kısmı, tıpkı Ermeni halkının Anadolu’daki varlığı gibi tarihin boşluklarında yitip gitmiştir. Ancak kurtarılan 1200 şarkı, Kürtçe, Türkçe ve Ermenice derlemeler; Anadolu’nun bir zamanlar nasıl zengin, geçirgen ve ortak bir kültürel havzaya sahip olduğunun en güçlü kanıtıdır. Onun Kürtçe “Lorke”yi, Türkçe manileri ve Ermeni ilahilerini aynı defterde yan yana kaydetmesi, bugünün milliyetçi ayrışmalarına verilmiş en estetik cevaptır.
Gomidas’ın trajedisi, sadece “kötü insanların” yaptığı bir zulüm değil, modern ulus-devlet inşasının, kültürel homojenleştirme projesinin ve “öteki”ni yok etme arzusunun kaçınılmaz sonucudur. Gomidas’ın deliliği, aslında dünyanın deliliğine verilmiş en “sağlıklı” tepkidir. Bugün onun müziğini dinlemek, sadece estetik bir haz değil, aynı zamanda o kayıp sesi duymak, geçmişle yüzleşmek ve yas tutmaktır.
Gomidas, susturulan bir coğrafyanın çığlığıdır. O çığlık, yüz yıl sonra bile Paris’in soğuk bir hastane odasından çıkıp Kütahya’nın, Muş’un ve Erivan’ın rüzgârına karışmaya devam etmektedir.
Tıpkı Debussy’i kendine hayran bırakan o “Antuni” şarkısında, kendi sonunu bizzat kaleme aldığı gibi:
“Şu garip kalbim viran bir evdir, Kırılmış direkleri, çökmüş tavanı. Vahşi kuşlar yuva yapmış yıkıntılarına, Yad ellerdeyim şimdi, unuttum vatanı.”
Alper Pınar
(1) Pangaltı o zamanlar Beyoğlu’nda sayılıyordu.