Eskiden, yani miladi takvim yokken, insanlar için “yeni” yıl ya da dönen yıl daha ziyade mevsimlerle ilgili bir dönemdi. Her “yıl”, tabiata dair bir “yeni” başlangıçtı. Ekinler kaldırılır ya da hayvanlarla yaylalara çıkılır, sonra soğuklarda yavaş bir tempoya geçilir ve baharla birlikte, çiçekler ve böceklerle, tabiatla birlikte insanlar da yeniden “doğarlardı”. Veya hasadın sonu, mesela bağ bozumu da bir dönüm noktası olabilirdi.
Bu dönüşümler insanların tabiatla “şükür” ilişkisini kurdukları olaylardı. Demeter’den Kibele’ye, Newroz’dan Hıdrellez’e, karnavallardan panayırlara yüzlerce ve belki de binlerce kültürel tezahür, kolektif hafızanın, birlikte yaşamanın anlamını taşıyan işaretlerdi. Bu yeni başlangıç ya da yeniden doğuş, o zamanların insan toplulukları için mutlu bir olaydı. Bir sürecin sonu yani bir “nokta” ve bir başka sürecin başlangıcı yani “büyük harf”le başlayan yeni bir cümleydi. Tabiatın işaretleri, insanların da hayatlarını anlamlandırdıkları kültürel işaretlere kaynaklık sağlıyordu.
Uzun dönemin, yani hasattan bir sonraki hasada ya da ilk çiçek açan badem ağaçlarından sonraki yıl çiçek açan badem ağaçlarına gelinceye kadar geçen dönemin altında da tabiatla ilişki söz konusuydu. Yani her gün, yani bizim bugün “24 saat” olarak tanımladığımız zaman dilimi de aslında benzer şekilde yorumlanıyordu. Sabah 7.00’de değil, güneş doğduğu zaman hayat başlıyordu ve hava karardığı zaman, hayvanlar meradan geliyorlardı. Yazın ya da kışın hayat başlarken, şimdiki saat mantığımıza göre, farklı zamanlarda ezan okunuyor ya da kiliselerin çanları çalıyordu.
Bu ilişkiler “kültür”dü, yani insan ve tabiat arasında bir bağlaç ya da bir yorumdu. İşte insanların tabiatla ve kendi aralarında süren ilişkilerini anlamlandırmanın bütün yolları olarak özetleyebileceğimiz bu kültürü artık sadece müzelerimizde saklıyoruz, “geçmişte insanlar böyle yaşardı” diyerek...
Uzun zamandır, 31 Aralık’tan 1 Ocak’a geçişi bir dönüm noktası olarak benimsedik. Ancak, kışın ortasında tabiatta radikal değişimler olmuyor. Olmadığı için tabiat da bize özel bir mesaj vermiş olmuyor. Yani kültürel olarak yorumlayabileceğimiz bir mesaj yok ortada. Bu yüzden modern zamanların kültürü esas olarak “insan kurgusu”... Tabiattan gelen sıcak, soğuk, ağaç, böcek görüntüleriyle değil; kağıttan, kartondan takvimlerin ya da dijital göstergelerin uyarılarıyla zamanın değiştiğini not ediyoruz.
Eskiden baharın gelmesini beklerken, şimdi takvimlerin 1 Ocak’ı göstermesini bekliyoruz. Eskiden, bu dönüm noktasında, ambarlarımıza sakladığımız tohumlarımızla yeniden ekip biçeceğimiz tarlaların muhasebesini yapardık. Artık, yeni yılla birlikte alacağımız maaş artışlarını, sigarayı bırakacağımızı falan hesaplıyoruz.
Modern zamanlarda, şimdiki “yeni” yıla doğru yaklaşırken, yeni adetlerimiz, geliştirdiğimiz yeni kültürel formlar var.
Mesela, her yıl sonunda, herkes irili ufaklı muhasebe yapar. Yılın en önemli olayları listeleri çıkarılır, eğlenceli videolar, acılı videolar yayınlanır. Hepimiz modern dünyanın bir parçası olduğumuz için, bu hesap döküm ya da bilanço denemelerinde benzerlikler vardır. Ancak ait olduğumuz başka sosyo-ekonomik, siyasal, ideolojik ve kültürel dairelere uygun olarak, tabii ki, “her şey yolunda, dert etmeyin” diyen tuzu kurular vardır ama galiba 2016’nın muhasebesi gerek Türkiye’de gerekse dünyada ortalama hesap, “kâbus” benzeri bir hale işaret ediyor.
2015 biterken de benzer bir ruh hali söz konusuydu. 2016’da yaşananlar ise Suriye felaketi, kanlı darbe girişimi, bitmeyen bombalar, ortalığı kuşatan savaş tamtamlarıyla “bitmeyen bir kış” görüntüsünü andırıyor. “Makbul vatandaş” ve “makbul medya” dışında, OHAL’den ötürü nefes alamayan, etrafta ne olup bittiğini bile sorgulayamayan bir toplum, beklediği “bahar”a dair bir işaret de göremiyor.
Toplum, bahara birlikte uyanmak umudunu bile yaşayamıyor. Herkesin baharı farklı çünkü... “Başkası cennettir” zihniyetinin ipuçlarını görmek bir yana, “başkasını cehennem” sayan bir zihniyet altında, cemaatler, cemaatçikler, toplum parçacıkları başkalarını endişe, korku ve düşmanlık kaynağı olarak görüyor.
Hindi – dans – akıllı telefon
Mesela, geçtiğimiz Cuma günü, oturduğum Üsküdar’ın tüm ilçe camilerinde naklen ve ortak dinletilen bir vaazı veren şahsın yaptığı gibi, kendisinden olmayanı aşağılamak için elinden geleni yapıyor. Kendi ait olduğu kültürü yıllarca aşağılayan seçkinci bir zümrenin ideolojik, kültürel ve sembolik olarak dayattığı her türlü yaşam tarzını şimdi kendisi aşağılayarak yapıyor bunu... “Yılbaşı” vesilesiyle...
Çünkü onun nefret ettiği insan türü yılbaşında “hindi kesiyor”... Bu yüzden vaiz çok kızıyor: “Avrupalıyı, Hıristiyan’ı taklit ediyor. O Hıristiyan bizim Kurban bayramımızda kurban kesiyor mu? Adama demezler mi, ‘önce Müslüman ol!’ diye? Hindi dinimizde günah değil; istiyorsan her gün ye; ama Hıristiyan’ın Noel’inde yeme!”
Sonra yılbaşında kesilen çam ağaçlarına geliyor sıra: “Aslında Gezi’de iki ağaç için çapulculuk yapan ‘bunlar’ Noel’de çam ağacı keserler... Nerede kaldı sizin çevreciliğiniz!”
En sonunda vaizimiz “dans” meselesine geliyor... Hani, Hammer’e atfedilen tarih soslu söylenti olarak sağda solda dolaşan Kanuni Sultan Süleyman’ın 1. François’ya yazdığı bir mektubu aktarıyor bize... Kanuni’nin “Duydum ki, senin ülkende insanlar kadınlı erkekli dans ediyorlarmış. Bize sirayet etmesini asla istemeyiz. Bu yüzden dansı çabuk yasakla. Yoksa gelirsem, orayı harab ederim” dediğini ve akabinde Fransa’da yüz yıl boyunca kimsenin dans etmeye “cesaret edemediğini” aktarıyor.
Vaiz bize aynı anda birkaç ders birden veriyor: “bizim” bir zamanlar ne kadar kuvvetli olduğumuzu...(Daha sonrasında neden Fransa’nın daha kuvvetli olduğunu, bizim kuvvetsiz olduğumuzu değil) Dansın kötü bir şey olduğunu... Bizim varsayılan kendimizi, varsayılan kötülüklerden korumamız gerektiğini...
Tabi anlattığı tarihin doğru olduğunu zannederek... Doğru olsa bile içerikte anlatılan şeylerin öğünülecek şeyler olduğunu zannederek...
Yani aslında dans denen şeyi François’nın icad etmediğini bilmeyerek, on binlerce yıldır insanların her coğrafyada dans ettiğini, Anadolu’da ya da Fransa’da her vesileyle insanların düğünlerde, hasatta, bağ bozumunda, sazlı - sözlü, kopuzla, akordeonla, birlikte ya da ayrı ayrı kadınlı – erkekli dans ettiklerini bilmeyerek, görmek istemeyerek...
Yani Kanuni’nin böyle bir “emir” veremeyeceğini bilmeyerek, dans eden Fransa topraklarının insanlarının, köylülerinin bırakın Kanuni’yi, kendi başlarındaki François’yı bile takmayacaklarını bilmeyerek... “Başkasının dansıyla uğraşan Kanuni fikri”nin Kanuni’ye de hakaret olduğunu düşünemeyerek...
Vaiz bunları düşün(e)meyerek, kimlik yazıyor... Daha doğrusu kimlikler arasındaki sınır duvarlarını örüyor. Tıpkı dansı “uygarlık” numunesi sayan, daha önceki “laik vaizler” gibi...
Hindi, çam ya da dans artık ne kadar Hıristiyan âdetidir ne kadar sekülerleşmiştir; ne kadar medeniyet ya da batıcılık işaretidir; hâlâ öyle midir; hindi kesenler Hıristiyanlık mı yapmaktadır?
Öte yandan, Hıristiyan’ın (ya da ateistin) icad ve imal ettiği arabaya binmek, süper akıllı telefonlar kullanmak, komşuluk diye bir şeyden eser bırakmayan “Amerikan usulü kalkınmanın mabetleri olan gökdelenler”de oturmak bizim kültürümüz müdür? Bu kültürleri tüketenler hakkında vaizimizin vereceği fetva nedir?
Bu sorular üzerinde ciddi bir şekilde kafa yormak gerekir mi? Bilemiyorum ama “hindi” ya da “çam” vesilesiyle başkaları arasında sınır çizgisi çeken travmatik bir kimliğin rasyonel düşünce kapasitesinden oldukça koptuğunu; tersine, bunun “tutku” düzeyinde sorun haline gelmiş bir kimlik meselesinin bir tezahürü olduğunu söylemek çok zor olmaz.
Bu arada, memleketimizde, memleketimizin vatandaşı olan insanlar, Suriyeli olup adına “mülteci” sıfatı takılan insanlar, çadırlarda aç, sefil ya da taşıma suyuyla hayatta kalma savaşı veriyorlar. Kampların, mahallelerin ara sokaklarında çamurların içinde volta atıyorlar.
Bu arada, zaten kendinden görmediği insanlara, “hindi yemeyin!” demek yerine, “hadi gelin, fakr-u zaruret içinde olan şu insanlara birlikte hindi götürelim ve birlikte paylaşmanın sevabını ve insanlığını paylaşalım” demek çok mu zordur?
Anlaşılan çok zor... Çünkü, kuşkusuz, -tekrar etmekte mahzur yok- cemaatlere bölünmüş bu travmatik tutkusal kimliklerin inşasında, dindar vatandaşını beğenmeyip, zorla ehlileştirme tornasına sokan seçkinci, sosyal mühendis bir devlet çizgisinin payı asla yadsınamaz.
Sanırım, 2016’dan 2017’ye rakamın değişmesi önemli değil; ruh halimiz yenileniyor mu? İçine gireceğimiz yılın gerçekten “yeni” olacağına dair umutlar var mı? Sıradan insanlık ilişkilerimiz dışında?
En iyisi baharı beklemek... Belki badem ağaçları, erik ağaçları çiçek açtığında devletlerin, toplumların veremediğini tabiat insanlara verir.
Ferhat Kentel
(IMP News, 26.12.2016)