İçinde yaşadığımız siyasal dinamiklerle ilgili özgürce ve eleştirel konuşmak çok zor; neredeyse imkansız. Terör saldırıları ise toplumu daha da boğuyor ve bırakın konuşmayı; düşünemez hale getiriyor.
Kimsenin kimseyi duymadığı, herkesin sonsuz derecede hem “haklı” hem de “haksız” olduğu bir ortamda birlikte düşünmenin ve hissetmenin yollarını bulmamız gerekiyor. Ama sanırım şu aşamada, başkasından adım atmalarını beklemek pek mümkün değil, anlamlı da değil.
Tabii ki, mesela şu açık: yapılan terör eylemleri toplumdaki, başta Türkler ve Kürdler arasında olmak üzere, bölünmeyi ve düşmanlıkları arttırmayı amaçlayan, savaşa çağıran eylemlerdir. Ve eylemlerin ardından HDP’ye yönelik saldırılar da eylemleri planlayanların amaçlarına kısmen ulaştıklarını gösteriyor. Sonuç olarak, terör eylemlerini yapanlar ve toplumu provoke edip, bundan savaş fırsatı çıkaranlar, bilerek veya bilmeyerek, aynı amaca hizmet ediyorlar.
İşte böyle bir ortamda, HDP binalarına saldıran insanları, toplumun başka kesimlerinden aklıselime, izana çağırmanın pek bir faydası yok. O konuda ancak Bakan Ömer Çelik’in “kimse kendini güvenlik kuvvetlerinin yerine koymasın” ya da AKP’li milletvekili Mustafa Yeneroğlu’nun “Toplumun öfkesi anlaşılır, ancak HDP binalarına yönelik saldırılar kabul edilemez, bunlar ancak provokatörlere ve teröre hizmet eder” yönündeki mesajları gibi “yukarıdan” gelecek uyarılar etkili olabilir.
Öte yandan, toplum içindeki konuşmanın imkansızlığından bahsetmek, başkalarının “bizi duymak” üzere adım atmalarından umudu kesmek değil; ama artık nerede duruyorsak, o durduğumuz yerle hesaplaşmak, kendimizi sorgulamak gibi bir derdimiz olmalı...
Mesela çok emin olarak dile getirdiğimiz düşünceler, dile getirme biçimlerimiz karşımızdakini nasıl etkiliyor? Kuşkusuz, bilinci, duyguları travmaya uğramış, otoriter söylemler altında yetişmiş kuşakların emir ve komutayla konuşan insanlar karşısında boyun eğmeleri, kendilerini güçlü karakterlere, liderlere teslim etmeleri beklenmedik bir durum değildir. O liderlerin kibir içindeki varoluşları bazılarının tepkisini çekse de, başkalarının geçmişten kalan yaralarını iyileştirici bir etki yaptığı bile düşünülebilir.
Ancak, başkaları hakkında derin sosyal psikolojik analizlere girmeden, örneğin bizim memlekette demokrasi, insan hakları, özgürlükler üzerine daha çok konuşan kesimlerin ne tür bir “dil” ürettikleri üzerine, yani kendi üzerlerine düşünüp kafa yormaları faydalı olabilir.
Demokrasinin asgariye indiği bir zaman ve ortamda, bu “kendi üzerine kafa yorma”nın hiç sırası olmadığını, bunun lüks olduğunu düşünenler olabilir. Haklı olabilirler; ancak tam da belki de bu kriz zamanlarını, sabırla, uzun vadeli, hem mütevazı hem de çok iddialı bir iyileşme fırsatına çevirebiliriz.
Bu konuda iki ilham kaynağım var.
Birincisi bir performans...
Geçtiğimiz günlerde İngiliz komedyen Tom Walker, Donald Trump’ın nasıl kazandığını bir video-gösterisine konu etmişti. Bu performans sırasında, Walker derin Amerika’nın nasıl hiç konuşamadığını, anketçiler karşısında, “ırkçı”, “cahil” vb. sıfatlarla damgalanma riskine karşı kendilerini nasıl sansürlediklerini, dolayısıyla kamuoyundaki hâkim söylemin Trump’a oy verme potansiyeli taşıyanları hiç duymadığını sert bir şekilde hicvetmişti.
İkincisi ise bir makale...
Geçtiğimiz yıllarda Besim Dellaloğlu, Altüst dergisinde yayınlanan “Türkiye’de solculuğun trajedisi” başlıklı yazıda mükemmel bir analiz eşliğinde, solun neden yıllardır bir türlü gerçek bir alternatif haline gelemediğini anlatmıştı.
Benim derdim de buna benzer bir şey...
“Kol kırılır yen içinde kalır” yerine, o kırık kolun neden kırık olduğuna bakmak mesela... Ancak, devletin “komünizm korkusu” eşliğinde sürekli olarak kırdığı koldan, mesela 12 Eylül işkencehanelerinden bahsetmiyorum. Daha içeri doğru bakarak, zorba bir devletten korkan toplumun devlete duyduğu öfkesini neden soldan çıkardığını sorarak düşünmeye başlayabiliriz.
Sol hiçbir zaman Türkiye’de iktidar olmadı... Ama daha çok hâkim olan bir sol dil, devletten, devleti merkeze alan bir zihniyetten hiçbir zaman kopamadı. Muhafazakâr halk kitleleri ise, bir kutsallık abidesi haline gelmiş olan Atatürk ve Kemalizm hakkında hiçbir zaman açıktan eleştiri getiremedi. Bu halk kitlelerini temsil ettiğini iddia edenler de mesela söylemek istediklerini hiçbir zaman söyle(ye)mediler. Mesela İsmet İnönü’yü koruma kanunu olmadığı için, atış serbestken, Atatürk’e lâf söylemenin neredeyse günah olduğunu unutmadılar. Hatta, bu minvalde “Atatürk yaşasaydı, bizim partimize üye olurdu” gibi vecizeler de bol bol dile geldi.
İşte “devlet, devrim, Atatürk, aydınlanma, çağdaşlık vb.” gibi referanslar eşliğinde konuşan ve jakoben devletin zihniyetiyle mesafe alamayan sol, dile gelemeyen bütün öfkelerin de hedefi haline geldi.
Ancak, bu türden bir okuma yaptığımız zaman da çok fazla bir ilerleme kaydetmiş olmuyoruz. Çünkü eninde sonunda, solu bir “yanlış anlama”nın kurbanı olarak sınıflandırmış oluyoruz.
Oysa, bakmamız gereken şey çok daha içeride...
Mesele, sizden olmayanlara nasıl baktığınızla ilgili... Onlar dünyanın sosyal-siyasal mevzularda en az bilgili, her konuda en çok yanılan insanları olabilirler. Evet, bu sizi belki kendinize daha güvenli bir konuma yerleştirir. Ama bu, sizi onların her duygusunu, hafızlarındaki yaraları, sahip oldukları sayısız tecrübeleri ve başka bilgileri bilebileceğiniz anlamına gelmez. Hele onların gelecekleri üzerinde karar verebilme hakkını asla vermez.
Her şeyden önce, bilim, sosyoloji, siyaset bilimi, iktisat gibi disiplinlerin, liberalizm, marksizm gibi ideolojilerin ya da bilmem hangi isim altında sahip olunan bilgi türünün kapılarını açıp, muhatap aldığı insan yığınlarını ve insan teklerini “ciddiye alması” ve “dinlemesi” gerekir.
Ancak “dinleyerek”, “kalbini açarak” başkasıyla gerçekten demokratik bir iletişim kurulabilir. Bu aynı zamanda sahip olduğunuz bilgileri de görelileştirmek anlamına gelir.
Özetle, sol, dünyanın gelmiş geçmiş ideolojik akımları arasında belki de en mükemmel olanıdır. Ama bunu solcuların bilmesi yetmez; solu anlatanların ve taşıyanların başkalarını (hatta kendi içlerindeki farklılıkları) ne ölçüde “adam yerine” (ya da kadın yerine) koyduğu daha önemlidir.
Ve ezberlerden sıyrılıp, kibri bir kenara bırakıp, başkalarını ve kendini anlamaya dönük bir yolculuk hepimiz için gayet hayırlı olabilir.
Ferhat Kentel
(IMP News, 19.12.2016)