Her geçen gün, başarılamayan darbenin yaratabileceği tehlikelerin daha çok farkına vararak sırtımız ürperiyor. 15 Temmuz akşamı darbecilerin yaptıklarına bakınca, eğer başarsalardı, daha neler yapabileceğini de tahmin ediyoruz.
15 Temmuz gecesinin yarattığı kâbus daha uzun sürecek gibi görünüyor. Hayatımız bundan sonra artık hiç eskisi gibi olmayacak. O gecenin görüntüleri aklımıza çakılacak. O görüntüler kitaplara, belgesellere girecek.
Türkiye toplumunun hafızasında artık yeni bir sayfa açıldı. Kolektif hafızamızı gözden geçirirken, 15 Temmuz’un apayrı bir yeri olacak.
Ancak bu “yer” nasıl bir yer olacak?
Yaşadığımız topraklara sinmiş kâbusların, lânetlerin eklendiği bir yer mi, yoksa bu topraklarda yaşayan insanların kabul, tanınma ve barışma yeri mi olacak?
Bu soruların cevabını “devrim” meselesi eşliğinde aramayı deneyebiliriz belki.
Kemalist yapılardan çıkarken, “eski” yıkılıp, “yeni” bir rejim kurulurken, yani bir tür “devrim” gerçekleşirken ortaya çıkan 15 Temmuz darbe girişimi ezildikten sonra, alınan önlemleri siyaseten anlamak mümkün... Her devrim kendini karşı-devrimden ya da karşı-devrim olarak adlandırdığı tehlikelerden korur çünkü...
Bütün devrimlerde, yeni rejim kendini korumak için dost-düşman ayrımını net olarak vurgular (tabii ki, eski rejim de benzer bir dil geliştirir). Yani ya dostsunuzdur ya da düşman... Arada durmak mümkün değildir. Durmaya kalkarsanız iki taraftan biri sizi ya yutar ya da ötekilerin kucağına atar... “Hain” yaftasını yapıştırarak...
Yaşadığımız darbe girişimine ilişkin olarak “arada bir yerde” durmanın ne vicdani, ne de akli hiçbir gerekçesinin olamayacağı çok açık...
Darbeyle yakından uzaktan alâkası olamayacak insanların, sadece AKP karşısında eleştirel tutum aldıkları için, toplumu terörize eden darbecilerin bağlı bulundukları cemaat ağının gazetelerinden birinde yazdıkları için gözaltına alınmalarını “devrim” zaviyesinden anlayabiliriz...
Ömrünün tamamını mükemmel analizlerle geçiren, her şeyi doğru yorumlayan, doğru yorumlamak zorunda olan bir aydın türü henüz icad edilmedi. Aydın –ya da münevver, entelektüel, ne derseniz deyin- toplumla irtibat halinde, toplumu dinleyerek söz söylemeli ki, farklı toplumsal kesimlerin birlikte düşünmesi için zemin oluştursun... Aydın takımı, kendi içinde de tabii ki farklı düşünmeli ki, toplumsal yelpazenin farklı insanları, farklı düşünce sistemleri ve farklı görüşlerle hemhal olsun... Ve toplum, kendi üzerine düşünme imkânını yaratsın.
Aydın olmanın diploması yoktur. Herkes “aydın” olabilir. İyi ya da kötü araştırmalar yapar, iyi ya da kötü kitaplar yazarsınız. Tam zamanlı, yarı zamanlı, ya da vakit buldukça aydın olabilirsiniz.
Tabii ki, öyle kötü aydın olursunuz ki, adınız geçtiği zaman, “O mu? Yazdığı bütün her şey kopyaydı!” şeklinde namınız da yürür. Ya da öyle mükemmel aydın olursunuz ki, yazdığınız her satır sadece memleketinizde ya da anadilinizde değil, dünyanın bütün dillerinde gıptayla okunur.
Aydın takımı, istisnai durumlar hariç, “istihbaratçı” değildir. Aydınlar kendilerine sunulan ve inanılması beklenen her bilgiye mesafeyle bakmak zorundadır. Sadece kendilerine dışarıdan sunulan bilgiye değil, kendilerinin bulunduğu sınıf, kültür, cemaat ya da parti oluşumlarına karşı da mesafeyle bakmak zorundadır.
Bu mesafeleri en ideal biçimde korumak her zaman mümkün değildir. Ama aydın takımının aydınlığı kendinden de menkul olsa, delice lâflar da etse, şiddete çağırmadığı sürece, fikir söyleme, konuşma özgürlüğü ellerinden alınamaz. Kimsenin alınamayacağı gibi...
Eğer alınırsa, bu sadece “devrimci durumun” yarattığı bir sonuç olur.
Ve yıllar geçtikten sonra, Türkiye’nin “İslâmi” hareketinin, “İslâmcı” düşüncesinin ilk okuduğu Türkiyeli aydın olan Ali Bulaç’ın ellerine kelepçe takılmış görüntüleri, bugünleri aştıktan sonra, Türkiye sosyolojisinde, kolektif hafızasında yaralı bir sayfa olarak kalacak.
Ferhat Kentel
(Bas Haber)