Twitter vasıtasıyla paylaştığım ve darbeye karşı geliştireceğimiz tavrın barış mı yoksa otoritarizm mi olacağını sorguladığım “Bıçak sırtı” başlıklı yazım üzerine bir okur “Çok önemli tespitlerdi ancak bence henüz zamanı değildi! Şu anda bu milletin açığa çıkmış en az yüz yıllık olan acısını yaşamaya ihtiyacı var” demiş...
Gayet anlaşılabilir bir kaygı. Evet bu toplum çok çekti. Zaten geriye dönüp baktığımda, neredeyse dönüp dolaşıp en çok yazıya döktüğüm konulardan biri tam da bu acılarımız ve travmalarımız. Bir türlü bitmeyen, daha birisi iyileşmeden başka bir travma katmanının eklendiği bir toplumdayız.
Katmer katmer bir yaralı hal yani..
Ama işte tam da bu sebeple, kaybedecek zamanımız yok; bekleyecek halimiz yok. Bir an evvel iyileşmek için, biraz geriye çekilip “ne yapıyoruz biz?” demediğimiz sürece yeni acılar yaşayacağız... Çünkü acılar ve travmalar bu toplumdan üremeye ve beslenmeye devam edecek.
Bu memlekette herkesin acısı var. Bütün darbeleri tekrar hatırlatmaya gerek yok. Daha topu topu yirmi yıl önce Güneydoğu’da Kürd vatandaşların yaşadıklarını, basılan evlerden babalarının, ağabeylerinin götürüldüğünü gören küçücük çocuklarda yıllarca geçmeyen ve onları hayattan koparan travmaları düşünelim.
Kürd bölgelerinde, OHAL altında, asit kuyularında kaybedilen, yemedikleri pislik, dipçik ve küfür kalmayan insanlara bugün Boğaz köprüsünde, Çengelköy’de, Vatan caddesinde, Acıbadem’de, Ankara’da tank, tüfek, helikopter mermilerinin parçaladığı insanlar, üzerlerinde askeri jetlerin cayırtıları ve patlamaları çökmüş çocuklar eklendi.
İşte bugün, memleketin geçmişten bugüne; Doğu’dan Batı’ya; Müslüman’dan Hıristiyan’a, Sünni’den Alevi’ye, solcudan sağcıya, bagajında öfke, nefret, acı, yara bere birikmemiş insan yok.
Yani aslında biraz düşünecek olursak, Doğu’nun acısı Batı’ya; Batı’nın acısı Doğu’ya artık yabancı değil...
Ama gene acıklı bir şekilde, kimlikleşerek ve gücün kuytusuna yerleşip, güvenli bölgelere yerleşenlerin ürettikleri öfke dili, “kendiminkinden başka acı, kendiminkinden başka kahramanlık tanımam!” diye bağırıyor.
Acıları olanlar, eğer birbirlerini dinlemezlerse, acılarının acısını başkasından çıkarmaya devam edecekler.
Keşke hayatın bu kadar “siyah ve beyaz” diye bölünmediğine ikna olabilsek. Keşke Bolşevik devrimindeki gibi “kızıllar” ve “beyazlar” ikilemine düşmesek... Darbecileri mahkum ederken, “bizden olmayan insanlar”a darbeci etiketini yapıştırmasak... Keşke darbecilere karşı mücadele eden insanlara “gerici” etiketini yapıştırmasak...
Unutmayalım; kimse bizim gibi olmak zorunda değil. Kimseye “benim gibi konuşmak zorundasın” deme hakkımız yok.
Unutmayalım; faşizm sadece başkalarını susturma rejimi değildir; başkalarına kendi istediğini söyletme rejimidir.
Oysa belki de ilk defa gerçekten çok önemli bir fırsat yakaladık. Korkunç bir darbe girişimi, kendilerini feda eden genç-yaşlı, kadın-erkek insanlar sayesinde önlendi ve hayal edemeyeceğimiz kadar başka korkunç sonuçlara gelmeden, “darbecilik” hakkında konuşabilir hale geldik. Çünkü, bundan önceki her darbeye karşı çıkan cesur insanlara rağmen, çok büyük çoğunlukların, korkuyla nasıl sessiz kaldıklarını hatırlayalım.
Şimdi bütün bu toplumsal birikimlerin üzerindeyiz. Bütün tarafgirliklerimize, cemaatçiliklerimize, particiliklerimize rağmen, hepimiz hem kendi hem de başkalarının tecrübelerinin ürettiği bir kültürel, siyasal sermayemiz var.
Hem kendi tarafımızda, hem de başkalarının tarafında korkunç otoriter, tekçi, kimlikçi ve bağnaz demir çekirdekler var. Ama aynı zamanda hem kendi tarafımızda, hem de başkalarının tarafında muhteşem demokratik ve özgürlükçü bir ruh var.
İşte böylesine kıymetli bir zamandayız.
Ve şimdi toplumu kana bulayan ve travmalarını derinleştiren darbecilere gereken cezayı verip, kim olursak olalım, içimizdeki faşizmleri kontrol altına alıp, iyi ruhları buluşturup, iyileştirmekten başka bir çaremiz yok.
Ferhat Kentel
(Bas Haber)