Türkiye’nin Rusya ve İsrail ile ilişkilerinde normalleşmenin başlaması beklenmeyen bir gelişme değildir.
Bir süredir İsrail ile bir dizi temas sürdürüldüğü biliniyordu. Rusya ile gerilimin dava fazla tırmanmasına Türkiye’nin mecalinin yetemeyeceği açıktı. Ancak her şeyin bu kadar hızlı ve peş peşe olması herkes için şaşırtıcı oldu. Sadece muhalefet acısından değil, hükümet partisinin taraftarlarının da, beklenmedik bir hamle ile karşı karşıya kaldıkları özellikle İsrail ile yapılan anlaşmaya verdikleri tepkilerden anlaşılıyor.
Binali Yıldırım başbakan olarak atandığında veciz bir biçimde dış politika yönelimini “düşmanlarımızın sayısını azaltmalı, dostlarımızın sayısını artırmalıyız” sözleriyle açıkladığında pek dikkat çekmemişti. İlk ipuçları ortaya çıktı.
Türkiye, Ortadoğu’da kendi kendine gelin güvey olarak bölgesel hegemon tavrı takınma ve dünyaya ayar verme hevesi ve sevdasını terk etme eğilimi gösterdi. Bunun kapsamının ne olacağı ve ne kadar sürdürüleceğini ise zaman gösterecek. ABD’nin özellikle İsrail ile yapılan anlaşmaya verdiği pozitif tepki, bunun gelip geçici bir şey olmadığının işareti olabilir. Bu normalleşme eğilimi dış politikanın bütününü kapsayacak bir biçimde gelişme eğilimi göstermesi muhtemeldir. Türkiye, kendi kapasitesine, imkânlarına ve kabiliyetine denk düşen dış politika çizgisine dönebilir. Muhalif güçlerin bunu önemsememesi, basite alması ise büyük bir yanlış olur.
Daha yeni Türkiye’nin, Avrupa Birliği'ne (AB) katılım müzakerelerinde "Mali ve Bütçesel Hükümler" başlıklı 33'üncü faslı açılması ve AB yetkilileriyle Türk yetkililerinin, terörle mücadele yasasında yapılması istenen düzenlemeye ilişkin bir araya gelme kararı almaları dikkatlerden kaçmaması gereken bir gelişme. Başka bir nokta ise, İsrail ile yapılan anlaşmayla Türkiye Filistin meselesinde elde ettiği konumu iyi kullanacağından/değerlendireceğinden hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Türkiye, anlaşmayla başka hiçbir ülkenin yapamadığı ölçüde Gazze’ye erişim elde etti. Elektrik santralı, hastane, arıtma tesisi ve inşaat malzemesi yardımlarıyla ciddi bir prestij de elde edecektir.
Türkiye hala Sünni mezhep eksenli politikalarından uzaklaşma eğilimi içersine girmiş değil. Ancak, Türkiye ve AK Parti, başta Kobanê ve Suriye politikasında aşırı derecede köşeye sıkışmış durumda. İran’ın, son dönemde pozisyonunu güçlendirmesinin karşısında zayıf konumunun ve ekonomik daralmanın da etkisiyle dış politikada pozisyon değişikliğine mecbur kaldı.
Bunu, dış politikalarını, yalnızca iç güvenliklerini temel alan bir anlayışla belirleyen iki ülkeye yönelik aynı anda yapmakla verilmek istenen mesaj önemli. İlki, Türkiye kendi güvenliği konusundaki hassasiyeti hatırlattı. Hatta bundan da ileri, bu konuda elini güçlendirdi. Sanırım, İsrail ve Rusya’nın, artık Kürd ve PYD konusunda daha fazla Türkiye’yi gözeten bir yaklaşım içine girmeleri kimseyi şaşırtmamalıdır. İkincisi ise Kürd politikasında mevcut direncinde ısrarcı olma olasılığıdır. Türkiye pozisyonu kısmen de olsa rahatlatmış olarak, çözüm/barış basıncı karşısında direnç göstermeye çalışacak.
Bu direnci ancak iç kamuoyundan ve Batı’dan yükselecek güçlü itirazlar geriletebilir. Demokrasi ve özgürlükler konusunda gösterilecek hassasiyet ve direnç, baskıcı siyaseti geriletebilir ve barış, çözüm imkanlarını güçlendirebilir.
İç tutarlılığı ve bütünlüğü olmayan bu dış politika değişikliğinin iç siyasete ne derece değişime tekabül edeceğini veya değişiklik doğuracağını çok fazla kestirmek mümkün değildir. Bu konuda erken hayallere kapılmanın, beklentiye girmenin sonuçlarının yıkıcı olabileceği unutulmamalıdır.
Türkiye’nin bölge politikasının Kürd ayağında bir değişikliğe gideceğine ilişkin her hangi bir emare söz konusu değil. Aksine DAİŞ realitesinin ardına gizlenerek Kürd karşıtlığını sürdüreceğine, bunu da bir milli politika ekseninde yapacağına ilişkin güçlü belirtiler mevcut. İç siyasetin bu noktadaki büyük mutabakatı da dikkate alındığında, BasHaber gazetesinin ısrarla üzerinde durduğu Kürd siyasilerinin ya da daha geniş anlamda Kürdlerin birliği daha bir önem arz ediyor.
Hakan Tahmaz
(Bas Haber)