Amerika’yı keşfetmek bir yana dursun, anlamak bile kolay değil. Türkiye’den bakınca iyice zor.
Bir kıtanın neredeyse bütününü kaplayan, 320 milyon nüfuslu bir ülke.
Arnold Schwarzenegger’i vali, Reagan ve Bush gibi gerizekâlıları cumhurbaşkanı seçen memleket.
Herkesin zengin ve bencil olduğu, sürekli birbirlerini öldürdükleri için dünyanın en yüksek cinayet oranlarına sahip, siyahların yarısının hapiste olduğu yarısının da polis tarafından öldürüldüğü, sürekli dünyanın bir taraflarını bombalayan, dünyayı kontrol eden, kâbus gibi berbat bir yer.
(Türkiye’de bir de Amerika’yı Yahudilerin kontrol ettiği inancı yaygındır, ama o saçmalığa hiç girmeyelim, daha iyi.)
Uzaktan böyle görünüyor ama, açık ki, tam da böyle olamaz.
Biraz deşince, daha ilginç bir manzara çıkıyor ortaya.
Avrupa’nın bütünü imparatorluklar, krallıklar, prensliklerden oluşurken (ve daha yüz yıl öyle kalacakken), İngiltere’ye karşı bağımsızlık mücadelesi vererek 1776’da dünyanın ilk cumhuriyetini kuran bir ülke. Bunu izleyen yüzyılda, Avrupa’nın yoksul, aç ve sefilleri tarafından yaratılan bir ülke. Yirminci yüzyılın ilk yarısında dalga dalga yükselen işçi sınıfı mücadelesinin devasa sendikalar yarattığı bir ülke.
Elbette ki Türkiye’den göründüğü gibi değil.
Yoksulluğun bu kadar yaygın olduğu, gelir dağılımının bu kadar eşitsiz olduğu yerde, dünyanın en büyük şirketleriyle en zengin insanlarınının bulunduğu ama yoksulların sağlık hizmetlerinden bile mahrum olduğu yerde, doğal olarak, mücadele vardır.
Ve ekonomik krizden hâlâ çıkamayan yerde, siyaset iyice karmaşıktır.
Tahminimce bugünlerde Amerikan egemen sınıfı ciddi bir panik yaşıyor olmalı.
Donald Trump’ın başkan seçilmesi bütün dünyayı korkutuyor olabilir. Ama en çok Amerika’yı yönetenler korkuyor olsa gerek. Ne yapacağı belli olmayan bir manyağın seçilmesi onlar için de hayra alamet değil. Diyeceksiniz ki, Bush manyak değil miydi? Olabilir, ama Bush, egemen sınıfın önde gelen ailelerinden birinin oğluydu. Son tahlilde güvenebilecekleri biriydi. Trump ise tam bir serseri mayın.
Öte yandan, kendisini sosyalist olarak tanımlayan Bernie Sanders, Demokrat Parti önseçimlerinin ilkinde oyların yarısını, ikincisinde %60 aldı. Sanders’ın oyu, düşük gelirli seçmenler arasında %66, 30 yaşının altındakiler arasında %70.
Belli ki, İngiltere’de İşçi Partisi başkanlığını kazanan Corbyn gibi, Sanders da tabandan gelen değişim talebine hitap ediyor, beklenmedik bir ölçüde kitle desteği kazanıyor.
Amerikan egemenlerinin evlerinden yükselen “Tanrım, n’olur Clinton olsun, lütfen Clinton olsun” dualarını duyar gibi oluyorum.
Roni Margulies
(Sosyalist İşçi)