Haftalardır Cizre, Nusaybin, Diyarbakır Sur, Silopi, Dargeçit diye teker teker saydığımız Kürdistan’ın şehirleri ve ilçeleri abluka altındalar. İnsanlar ölüyor; hayatlar kararıyor, ocaklar sönüyor. İnternette dolaşabilen fotoğraflar, videolar acımasız bir dünyaya işaret ediyor.
Ancak bu arada, sanki savaşanların ne için savaştıkları unutulmuş durumda. En azından savaşın kendisi, savaşanların ne dediklerini unutturuyor; zaten onların seslerini duymuyoruz bile...
Dolaylı imaj ve işaretler geliyor; duvar yazıları geliyor medya organlarının görsellerine... Hani şu “kurdun dişine değen kan” yazıları, havaya şarjör boşaltma, mehter marşıyla gövde gösterisi yapmalar falan... Yüzleri maskeli olduğu için çok fazla tahmin edemiyoruz ama insan merak ediyor bunları yazan insanların yaşını. Biraz sanki liseli ergenlerin rakip liseyle kavgalarını andıran bir şeyler var hallerinde...
Öte yanda ise adeta hayalet bir örgüt var, YDG-H adında ve kazdıkları hendeklerin arkasından dışarı doğru çok ikna edici bir imaj yollayamıyorlar... “Olumlu” bir imajın uzaklara, bizim buralara yollanamamasında tabii ki sorun var; ama sanki hemen burunlarının dibinde de anlaşılan pek ikna edici değiller.
En azından Al Jazeera’nin Sur’da yaptığı röportajlara yansıyan imaj bu yönde. YDG-H’liler halkı da kendileriyle birlikte savaşmaya çağırıyorlar; halktan katkı yapmalarını bekliyorlar ama argümanlarında eksik bir şeyler var; barikatlar ya da hendekler ortalama Kürd vatandaşının her şeyi bırakıp koşacağı kadar içselleşmiş değil.
Hatta tahayyülde bazen polisle benzer bir yerde oturuyorlar. Onların “mücadeleye çağrıları” bazen tehdit dillerine varırken, haklarında anlatılanlar, polis hakkında anlatılanlara çok benziyor. Yeteri kadar destek vermeyen ya da istekli görünmeyen ilçe sakinlerinden bazılarının evleri “ceza olarak yıkılıyor.”
Al Jazeera’ye aktarılan tanıklıklara göre, YDG-H’lilerin terkettikleri mahalleye, sokaklara “bu sefer polis gelip küfürler etmeye başlıyor; ana avrat düz gidiyorlar.” İşin en ilginç tarafı ise, “Türk değilsen itaat et!” diye duvarlara emirler yazan rambolar, “Kürdler”in kendilerine destek vermeleri gerektiğini polisle birlikte “mücadele etmeleri gerektiğini” anlatıyorlar. Anlaşılan kendi duvar yazılarına kendileri de epey inanmış durumdalar: bir “Kürd” kan, ırk vb. bakımından “Türk” olmadığına göre, duvardaki yazıyı okuyup itaat edeceğine inanıyorlar zahir...
Şu anda tabii ki savaşanların mantığı çok güçlü. Onlar tetik, siper, roket, tank mantığının içinde dolaşırken, onların ötesinde çok daha zor, derin ve onulmaz bir yara her geçen gün derinleşiyor.
Geçtiğimiz yıllarda, artık barışa geçilmesi gerektiği anlatılırken, “terörün ve terörle mücadelenin çok maliyetli olduğu” şeklinde gayet “rasyonel” bir argüman da devreye girerdi. Ancak, toplumu hesap kitap alanı gören, dağda, taşta, kentsel mekanda ve hatta insanda “ekonomik kaynak” (para) giren modernist bir perspektiften bakan bir zihniyetin hiç yoktan sahip olduğu bu argüman bile artık buharlaştı.
Artık “rasyonalite” bitti; terörün ekonomimizi mahvettiği iddiası artık moda bile değil...
Mebuse Tekay’ın anlattığı gibi, artık Diyarbakır’da, Nusaybin’de insanların yaşadığı duygu “kırgınlık”, “yalnızlık”, “bırakılmışlık” ve bir mesafe... Havada “kopuş” duygusu hakim..
Tabii ki, bağıra çağıra dile gelen bir duygu değil bu... Çünkü çok onurlu.... Bağırmıyor ama bakışlardan anlaşılıyor; bu yüzden çok daha delici bir duygu...
Sonra, 90’lardaki çocukların duygularını yeniden üreten bir atmosfer var... Patlamaların eksik olmadığı, insanların “beyaz bayrakla” sokağa çıkmak zorunda kaldıkları mahallelerde çocuklar “geceleri delirecek gibi oluyor!”
Ne olacak o çocuklar? “İnsan maliyeti” desek ikna olur mu acaba modern devletimiz?
Çok yüksek maliyeti olacak bu çocukların desek? Roketlerden bile daha maliyetli desek?
Ferhat Kentel
(Basnews)