Pazar günü Kayseri’de Suriyeli çocuğun, Suriyeli erkek tarafından taciz edildiği iddiası, mülteci karşıtlarının harekete geçmesinin, faşizan kalkışmanın ve linç girişimlerinin bahanesi oldu. Suriyeli mültecilerin evleri ve işyerleri yakılıp, yıkıldı.
Pazartesi akşamından itibaren benzer şeyler Hatay, Adana, Bursa, Antep, İstanbul, Konya, Urfa, Antalya ve Kilis’te yaşandı.
Kayseri İl Emniyet Müdürü, kalabalığı sakinleştirmek amacıyla istismar mağduru çocuk için “Türk değil” bilgisini paylaştı. Yani “Kendi kendilerine yapmışlar” biçiminde seslenmesi, başka bir ayrımcılığın ve hukuksuzluğun örneği oldu.
Bu sözlerden, mağdur Türk olsa, yakıp yıkmanın anlaşılabilir bir yanı varmış anlamı çıkmakta. Bu aynı zamanda, ülkede herhangi bir failin mülteci olması durumunda, yaşanan linç girişimlerine karşı toplumsal suskunluğun nedenini açığa vuruyor.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ilk iki gün 476 kişinin gözaltına alındığını, bunlardan 285 kişinin göçmen kaçakçılığı, yaralama, uyuşturucu, hırsızlık, yağma, mala zarar verme, cinsel taciz, dolandırıcılık, parada sahtekârlık, tehdit ve kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma suçlarından sabıka kaydı olduğunun bilgisini sosyal medyada paylaştı.
Bu veriler bana Tanıl Bora’nın “Türkiye’nin Linç Rejimi” kitabındaki “Linçin öznesi olduğu kadar, nesnesidir de güruh. Linç girişimcilerini illâ bir lümpenler topluluğu, azgın bir fanatik kitlesi, tutunacağı bir dal, bağlanacağı bir değer kalmamış kopuklardan müteşekkil bir kara kalabalık olarak tasavvur etmeyin. Elbette, böyle bir kitlenin linçe celp edilmesi bilhassa kolaydır; ‘böyleleri’ eşiği kolayca geçebilir, kırıp dökebilirler. Ama unutulmasın: Linç eylemi, ona kalkışanları, ona kapılanları güruha dönüştürür. Linçi yapan güruh olduğu kadar, güruhu yaratan da linçtir. Linç deneyimi, girişim ve ajitasyon ‘aşamasından’ itibaren, kitleyi, kalabalık içindeki insanları güruh haline getirir. Linçin insanı dehşete düşüren, düşürmesi gereken yanı budur. İnsan topluluklarının güruhlaşması…” belirlemelerini hatırlattı.
Türkiye’nin “göçmen veya mülteci sorunu” çok boyutlu meseledir. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorun AK Parti’nin özellikle 2011 sonrası izlediği dış politikanın, özellikle de Suriye politikasının ve bölgesel fetihçiliğin sonuçları. Ancak kökleri çok daha derin ve toplumsal boyutu çok daha geniş bir sorun.
Irkçılık, ayrımcılık ve nefret kültürü
Birçok konudan kaynaklı sorun ve toplumsal çelişkiler aynı anda harekete geçiriliyor. Göçmen/mülteci karşıtlığı çok farklı alanlardan ve dinamiklerde besleniyor. Farklı motivasyonlarla topluluklar harekete geçebiliyor veya geçirilebiliyor ama hepsi tek bir sonuç doğuruyor.
Sorunun önemli bir boyutunu, 2013 yılında Türkiye ile AB arasında göçmenlerin Avrupa’ya gitmesini engellemek amacıyla imzalanan ‘Geri Kabul Anlaşması’nın ve cihatçı silahlı örgütlere çeşitli hesaplarla kol kanat gerilmesinin oluşturduğu doğrudur.
Türkiye’nin içine sürüklendiği ekonomik, siyasal, sosyal krizin, sorunu daha da ağırlaştırdığı bir gerçektir. Bütün bunların çok farklı boyutlarının çözümüne ilişkin çözüm arayışları sürdürülürken, sorunun göz ardı edilen veya yüzleşmekten imtina edilen en önemli boyutu ise sorunun esas kaynağını oluşturuyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyıllık tarihinde farklı toplumsal kesimlere, dinamiklere yönelik çok sık linç girişimleri ve faşizan kalkışmalar yaşanmıştır.
Tarihimize dönüp baktığımızda 1915, 6-7 Eylül, Maraş, Çorum, Gazi, Madımak katliamları ve Kürtlere, Aleviler veya farklı biçimlerde azınlıklara yönelik sayısız linç girişimleri aynı kaynaklandı, beslendi ve cesaret aldı görülecektir.
1990 sonrası, 2000li yıllara kadar, savaş ve çatışma nedeniyle zorla yerinden yurdundan edilen Kürtleri batıda ucuz iş gücü olmakla suçlayanlar, hedef yapanlar, bugün Suriyelileri aynı gerekçeyle suçluyorlar, hedef yapıyorlar.
Dün sorunların başı, her türlü kötülüğün müsebbibi olarak Kürtlermiş gibi gösterenler, buna son yıllarda bir de mültecileri, Suriyelileri eklediler. Türk siyasetçileri, kanaat önderleri ve medyası öteki yaratmakta ve onları Türk milliyetçiliğin hedefi yapmakta çok marifetliler.
Kayseri’de Suriyelilere “Türkiye Türklerindir ve ne mutlu Türküm diyene” sloganları eşliğinde saldırmaları, sorunun kaynağına işaret etmektedir.
Bu da Türkiye’de nefret kültürünün ve yabancı korkusu/nefreti olan zenofobinin kitleselliği, kabul görürlüğünün yaygınlığı, elverişli ve kullanışlı oluşudur. Kısaca ırkçılığın ve ayrımcılığı yaygınlığı ile siyaset ve medyanın diline yerleşmiş olan nefret söylemi sorunun esasını oluşturmaktadır.
Sorunların çözümüne hak temelli yaklaşım göstermekten uzak olanlar, sorunları araçsallaştırmakta mahir olurlar. İktidar da, muhalefet de benzer yöntemlerle sorunu ele almakta.
Savaşlar, çatışmalar ve riskler
Mülteci veya göçmen sorununu; savaş, çatışma veya özgür yaşam hakkının risk altına girmesi oluşturur. Bırakalım insanı, hiçbir canlı kendi yaşam alanını gönüllü ve keyfi biçimde geride bırakarak bilinmezliğe çıkmaz, yaşamını riske atmaz.
Bu, en temel prensip göz ardı edildiğinde sorunların doğru çözümü veya linç kültürünü geriletmek, faşizan kalkışmaları önlemek mümkün olamaz. Düşman ve öteki yaratan her yaklaşım, siyaset ve söylem son tahlilde esas besinini özünde ırkçılıktan ve ayrımcılıktan alır.
Yeryüzünde insanlara, “bu toplumda, burada size/ sizin gibilere yer yok” olarak özetlenebilecek nefret söylemli tutum ve yaklaşım, özünde ırkçılığın, ayrımcılığın hoşgörüsüzlüğün, tahammülsüzlüğün bir sonraki evresi olan toplu linç girişimlerine, faşizan kalkışmalara yol açan evrensel davranışlardır.
Bu bakımdan nefret söylemiyle düşünce ve ifade özgürlüğü arasında hassas ve ince çizginin farkındalığı bütün toplumlar açısından hayati öneme haizdir. Kayseri’de başlayan faşizan kalkışmayı/ linç girişimini muhalefet siyasetçilerinin AK Parti’nin yanlış Suriye ve mülteci politikalarını birlikte eleştirmeleri veya karşı çıkmaları en hafif deyimle tehlikenin büyüklüğünün farkında olmamaktır.
Tıpkı, saldırılar için “Kayseri’ye, Bursa’ya veya bize yakışmaz” demek gibi yanlış ve aynı zamanda ırkçı, ayrımcı kültürü güçlendiren, geliştiren ve can veren bir yaklaşım gibi. Gerçeklerle ve geçmişle yüzleşmekten kaçma halidir.
Bu türden davranışların, saldırıların sıradanlaştırılması ve normalleştirilmesi ya da hafife alınması, bugünün dünyasının trendi olabilir ama insanlığın evrensel kazanımlarını ve geleceğini tehdit ettiği de açıktır.
Hakan Tahmaz