İkinci Dünya Savaşının büyük yıkımı sonrasında, Varşova Paktı ülkeleri 1 Eylül’ü dünya barış günü olarak kutlamaya başladılar. 1939’da faşist Hitler ordularının Polonya’yı işgale başladığı 1 Eylül günü unutulmasın diye.
Türkiye’de de Kürt savaşının şiddetlendiği 1990’lı yılların sonundan itibaren 1 Eylül, ülkenin dört bir yanında sokaklarda, meydanlarda, salonlarda barış talebinin yükseldiği gün oldu.
Türkiye’de hâlâ dünya barış günü dendiğinde akla Varşova Paktı ülkelerinin başlattığı 1 Eylül günü geliyor. 1 Eylül, barış talebinin en yaygın dile getirildiği, konuşulduğu, tartışıldığı gün oluyor.
Bir anlamda Türkiye’de Kürt sorunun çözümsüzlüğü ve yakıcılığı nedeniyle, Kürt sorunu eksenli kitlesel gösteriler, hafızalara, 1 Eylül’ü dünya barış günü olarak kazıdı.
Hâlbuki dünyanın birçok ülkesinde, yıllardır, 21 Eylül dünya barış günü olarak anılıyor. Birleşmiş Milletler, (BM) 1981 yılında, 21 Eylül’ü dünya barış günü olarak ilan etti. 21 Eylül’ün seçilmesinin nedeni ise her yıl genel kurulun Eylül ayının genellikle 21 Eylül’e denk gelen 3. salı günü açılması, başka bir nedeni yok.
2001 yılından itibaren BM genel kurulunun açılışında, Japon çocukların topladıkları bozuk paralarla yapılan ve üzerinde “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazılı Barış Çanı çalınıyor.
BARIŞ HAKKI, TEMEL İNSAN HAKKI
BM, birçok belgesinde ve kararında, barış hakkını bir temel insan hakkı olarak tanımlamaktadır. En son 19 Aralık 2016 tarihli BM Genel Kurul toplantısının 71/189 sayılı beş maddelik Barış Hakkı Bildirgesinde, bu çok açık ve net olarak bir kez daha vurgulanmıştır.
Barış Hakkı Bildirgesi’nin BM Genel Kurulunda kabulü tartışmaları sırasında, “insan haklarının savunulması ve korunması ile barış hakkının savunulması arasındaki sıkı ve kopmaz bağ” vurgulanmıştır.
Bildirgede bu husus “Herkesin barıştan yararlanma hakkı vardır ki bu şekilde bütün insan hakları savunulabilir ve korunabilir, gelişme eksiksiz bir şekilde hayata geçirilebilir” biçiminde formüle edilmiştir.
Bu madde, insan haklarının korunmasının ve geliştirilmesinin temel önkoşullarından birisinin barış hakkını savunmak olduğunu anlatıyor.
HAKLAR TEHDİT ALTINDA
Türkiye yakın tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşıyor. İnsan Hakları verilerine göre, 2013-2015 Çözüm Süreci’nin sonlandırılması sonrasında, 2021 yılına kadar, silahlı çatışma nedeniyle 6 bin 19 kişi yaşamını yitirdi, 8 bin 562 kişi yaralandı.
Son 40 yıl içinde, Kürt savaşında 50 binden fazla yurttaşımızı yitirdik. 10 bine yakın Kürt siyasetçi, STK temsilcisi, yazar ve akademisyen bu toprakları terk etmek zorunda kaldı. Cezaevleri Kürt siyasetçilerle doldu, binlerce yıla mahkûm edilenler her gün çoğalıyor. Şehirler yıkıldı, boşaldı.
Kürt sorununun çözümsüzlüğü, güvenlikçi ve ağırlıklı askeri politikaların Türkiye ekonomisine ağır faturası artık sürdürülemez boyutlara ulaştı.
Bu konuda iki yıl önce Demokratik Gelişim Enstitüsü (DIP) araştırmacı İzzet Akyol’a bir çalışma yaptırdı. Bu çalışmaya göre, Türkiye ekonomisine savaş 1985 ile 2021 yılları arasında doğrudan 230 milyar dolara mal olmuş.
Avustralya merkezli bağımsız bir kuruluş olan Ekonomi ve Barış Enstitüsü (IEP) her yıl haziran ayında Küresel Barış Endeksi raporu açıklıyor.
Bu yıl açıklanan rapora göre Türkiye 163 ülke arasında 147’inci sırada. 2022 yılında 145’inci sırada yer alıyordu. Hemen ardında İran ve hemen sonrasında Kuzey Kore yer alıyor. Bir yıl içinde iki sıra gerilemiş durumda. Avrupa kategorisinde ise en son sırada yer alıyor.
10 Aralık 2020 tarihinde İspanya’da, çeşitli ülkelerden sivil toplum örgütlerin temsilcilerinin ve akademisyenlerin katıldığı Uluslararası Barış İçinde Yaşam Kongresi yapıldı. Türkiye katılmadı.
Dünyada 105 ülke devleti BM Barış Hakkı Bildirgesini tanıyor. Bu ülkeler arasında Türkiye yok.
Bu koşullarda barış hakkını savunmak, Türkiye’de varoluşun bir gereği. Mayıs seçimleri ve sonrasında yaşananlar, muhalefetin bir bütün olarak çöküşü ve çözülme serüveni, temel insan hakkı olarak barış hakkını savunmaktan, Kürt hakikatini dile getirmekten geri durmanın büyük bir kapan olduğunu bir kez daha gösterdi.
Türkiye; barışı ve Kürt sorununu, son birkaç yıldır, Kürtleri seçimlerde oy deposu olarak gören bir bakışla araçsallaştırarak hatırlıyor, konuşuyor.
Barış, Kürtlere karşı güvensizlik vurgusuyla veya imasıyla gündeme geliyor. Kürtlerin iktidar ile yeniden bir diyalog ve uzlaşma yoluna mı gireceği, yoksa Türk muhalefet partilerinin seçim kazanmasını kolaylaştıracak, destekleyecek bir politika mı izleyeceği soruları sık sık gündeme getiriliyor.
Bu, Türk merkez muhalefetinin çıkmaz sokağı. Kendini sıkıştırdığı kapan oluveriyor. Bu süreç, Kürt seçmenin ve hareketinin, Ankara’dan, barıştan, çözümden soğumasına yol açan bir tarzda ilerliyor.
Türkiye bu kapandan siyasetin yol açmasıyla çıkacak gibi görülmüyor. Bugünkü ağır ve zor dönemde sorumluluk ve görev, daha çok her düzeyde ve her alanda, karar vericileri, çözümün, barışın taraflarını ve siyasi aktörleri etkileme gücüne sahip olanlara düşüyor.
Başka bir ifadeyle eşgüdüm içinde; alanında etkin ve yetkin çoğulcu sivil toplum kurumları, çatışma çözümü alanında çalışan, üreten akademisyenler, barış gazeteciliği yapan medya çalışanları, toplumun eşitlikçi, özgürlükçü kanaat önderleri temel insan hakkı olarak barış hakkı için harekete geçmeli. Barışı toplumsallaştırmaktan başka yol yok.
Hakan Tahmaz