İşkence vakaları son aylarda dikkate değer bir biçimde artıyor. Bir zamanlar “işkenceye sıfır tolerans“ sözünü dillerine pelesenk edenler, işkence iddialarını belgelerle, kanıtlarla kamuoyuna getiren hak savunucularını, işkence mağdurlarını şimdilerde vatan, millet düşmanlığıyla, dış güçlerin işbirlikçisi olmakla, hainlikle suçluyorlar, yargılıyorlar.
AB ile müzakere sürecinde dile getirilen, müzakerelerin tıkanması veya başarısızlıkla sonuçlanması durumunda “Ankara kriterlerini uygularız” sözünün anlamının; işkencenin ve hak ihlallerinin yaygınlaştırılması, ulusal ve uluslararası hukukun uygulanmaması olduğunu, bunun kast edildiğini anlamış bulunuyoruz.
İşkence; anayasamıza, yasalarımıza ve uluslararası devletler hukukuna göre, devletin önleme yükümlülüğü olan mutlak bir suçtur. Bahanesi, toleransı olmaz. Uluslararası insan hakları sözleşmelerine ve hukuka göre hiyerarşik bir üstünlüğe sahiptir.
Toplum, işkencenin yaygınlaşmasının oluşturduğu ciddi sorunların farkında değil. İki soruluk saha araştırması, sorunun toplumsal boyutunu bütün çıplaklığıyla açığa çıkaracaktır.
Genel anlamda herkes işkenceye karşıdır. Ama işkencenin kime, nerede ve kimin eliyle yapıldığı söz konusu olduğunda işin renginin değişeceğinden emin olabilirsiniz. Vatan, millet, hainlik ve terör gibi suçlamalar Türkiye insanının bir anda bahanesi olabiliyor ve işkenceye karşı ilkesel duruşun önüne geçebiliyor.
Türkiye toplumu ne yazık ki, insan hakları duyarlılığı ve siyasal kültürü gelişkin bir toplum değil. Devletin yaklaşımı bunun önünde engel. Hak savunucuları olarak da insan haklarının toplumsallaşmasını yeterince başarabilmiş değiliz.
İktidara karşı muhalefet olma iddiasıyla hareket eden partilerin, sivil toplum örgütlerinin, sendikaların ve meslek örgütlerinin de büyük bir bölümünün “siyasal krizden çıkış reçetelerinde”, ”İnsan Hakları Bildirgesi’nde ifade edilen ve birçok devletlerarası sözleşmede yerel alan temel haklar konusu fazla yer almıyor. Bütün insan hakları alanında, alaturka “yerlilik ve millilik” hegemonik bir güç olarak kendini hissettiriyor.
Son yirmi yıldır, dünyanın birçok ülkesinde insan hakları alanında ciddi gerilemeler yaşanıyor. 11 Eylül saldırısı sonrası insan hakları mücadelesinde yaşan krize, daralmaya dair birçok akademik tartışma yapıldı, yapılıyor.
İnsan hakları krizinin kaynağı
İnsan hakları alanında yaşanan krizin iki temel kaynağı bulunuyor. İlki, 2. Dünya savaşı sonrasında oluşturulan uluslararası kurumlarda ve uluslararası hukukta yaşanan aşınma ve hak ihlalleri karşısında etkin ve caydırıcı müeyyide uygulamak yerine, devletlerarası ilişkilerin güncel çıkarları için hakların araçsallaştırılmasıdır.
Bir diğeri ise küreselleşme sürecinin yarattığı, rejimlerde içe kapanmanın gelişmesi, güvenlik özgürlük denkleminde güvenliğin belirleyici olması ve eski kurum, kuralların yetersizliği.
Ukrayna savaşında yaşananlar, Türkiye dahil bir çok ülkedeki hak ihlallerine ve devletlerin otoriter uygulama ve kurumsal yapılanmalarına karşı; uluslararası kurumların, hukuku ve kuralları uygulamaması, yaptırım uygulamayı çoğu kez usulen ve zoraki tercih etmeleri, bütün bunların sonucu olsa gerek.
Savaşların, çatışmaların, göçmen ve yabancı düşmanlığının, ayrımcılığın ve ekolojik tehlikenin esir aldığı bir dünyada, hak savunucuları bu gidişe dur demek için mücadele ediyor. 1900’lerin sonu ve 2000’li yılların başlarında sosyal forum toplantılarında hak savunuculuğunun sorunları ve küreselleşmenin yarattığı yıkım yoğun olarak tartışıldı, çıkış yolu arandı. Süreç tıkandı.
Son dönemde çevre, iklim ve kadın hakları gibi bir dizi alanda toplumsal duyarlığın arttığı gelişmeler, mücadeleler yaşanıyor. Bunlar, başka bir ülke ve dünya yaratma mücadelesi için müthiş olanaklar, zenginlikler ve fırsatlar sunuyor.
İHD Çalıştayları
Türkiye’de insan hakları alanın neredeyse tamamı devletin cenderesi altında ılga edilmiş durumda. Bu tek başına bugünün sorunu değil. Bugüne özgü olan, hak savunucularının ve hak temelli örgütlerin büyük bir tehdit altında olmasıdır.
1986 yılında kurulan Türkiye’nin ilk insan hakları örgütü İHD’nin yöneticileri sürekli terör örgütü üyesi olmak veya propagandası yapmakla cezalandırılıyorlar. Genel merkezinden şube yöneticilerine kadar hepsi yargı ve kolluk güçlerinin baskısı ve tacizi altında hak mücadelesi veriyor.
Tarlabaşı Toplum Merkezi (TTM) ve Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP) ile Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) gibi bir çok sivil toplum kuruluşuna kapatma davaları açıldı.
Önceki hafta, ismi hak mücadeleleriyle ve İHD ile özdeşleşmişlerden olan İHD Eşbakanı Eren Keskin’in, yasa dışı silahlı örgüt üyeliğinden 6 yıl 3 ay hapis cezası istinafta onayladı. Aynı suçlamayla bu (Salı) gün İHD Eşbaşkanı Öztürk Türkdoğan ve Ankara şube başkanı Fatih Kanat Ankara’da ayrı ayrı hâkim karşısına çıkıyorlar.
Bu koşullarda İHD, hak mücadelesinde yaşanan sorunları, çözüm yollarını ve yeni dönemde izlenecek stratejiyi belirlemek üzere çalıştaylar yapıyor. Toplantılardan birisini geçen hafta sonu İzmir şubesi gerçekleştirdi. Bu hafta sonu ise İstanbul şubesi yapacak.
Dünya genelinde hak mücadelesinin tıkanıklık yaşadığı bir sürece denk gelen bu arayışı, Türkiye’deki bütün sivil toplum kurumları için bir fırsata dönüştürmek mümkün.
İHD, Türkiye’nin ilk hak temelli örgütü. Bir anlamda bugüne kadar sivil toplum çalışmaları için mutfak işlevi gördü. 36 yıl önce 12 Eylül darbesinin cezaevlerinin önünde yükselen siyasal mücadelenin sonucu kurulan çoğulcu bir örgüttür. 1990’larda Kürt savaşının mağdurlarının hak mücadelelerinin öne çıkmasıyla yaygınlaştı. İHD’ye esas rengini Kürtler ve aynı safta ağır bedeller ödeyen az sayıda hak savunucusu verdi denebilir.
Bu durumun aşılamaması, farklı hak ihlallerinin geri planda kalması; bir anlamda daralmasına yol açtı, rutinleşen çalışmalar zayıflamasını kolaylaştırdı denebilir. Hiç kuşkusuz bu sonuçta, devletin ve ana akım siyasetin tutumu belirleyici oldu.
Türkiye ‘deki sivil toplum örgütlerinin yapısal sorunlarının tümü bugün İHD’nin de sorunu ve bu sorunların İHD’nin önünü tıkadığını söyleyebiliriz. Ama bu kendi yanlışlarını, eksikliklerini perdelememelidir. Bunlar daha geniş ve ayrı bir yazının konusu.
Bu sorunların en başında, TİHV yayınlarından çıkan ve TİHV Akademisi üyelerince hazırlanan “Türkiye’de İnsan Hakları Mücadelesinin Değişim Hatları” başlıklı çalışmada da tespit edildiği gibi, hak temelli mücadele ve örgüt ile sistem alternatifi siyasal mücadele ve örgüt arasındaki ayrım ve geçişkenlik ilişkisinin doğru kurulamaması geliyor. Bu sadece İHD’nin değil tüm sivil toplum örgütlerinin sorunu.
Hakan Tahmaz